www.internetanneleri.com etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
www.internetanneleri.com etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2014 Pazar

İki Çocukla Yurtdışı Tatili - Almanya- 3

İki Çocukla Yurtdışı’ için hazırlık süreciydidüğün telaşıydı derken tatilin ikinci bölümü Münih’e varmamız ile başladı.
Karlsruhe sonrası Ulm, Ulm sonrası Münih derken akşam geç saatte vardığımız şehirle ilgili aklımda ilk canlanan sıcacık arabadan inip buz gibi kuru soğuğun yüzümüze çarpması oldu! Araba için Pazar akşamı Münih’in merkezi denilebilecek bir yerde evin hemen önünde park yeri bulmak ve o soğukta bavullarımızı ve uyuyan çocukları eve kolayca taşıyabilmek bizim için gayet mutluluk verici oldu…
Eve taşınırken uyanan Mert, evi keşfetmeye koyuldu… Bizim ailece kalacağımız oda, bebekli arkadaşlarımızın ailece kalacağı oda, mutfak, salon, banyo derken her nokta en ince detayına kadar Mert tarafından incelendi… Biz de kendimizi evde hissetmenin rahatlığı ile çayımızı demleyip kalabalık bir sohbete girdik… Tabii arada bebekler uyandı, emzirildi, tekrar uyutuldu, Mert zorla (!) yatağa sokuldu vs…
İstanbul’da tatil hazırlıkları yapmaya başladığımızdan beri ve yolculuğun bir hafta öncesindeki “haydi planlayalım artık” buluşmamızdan beri tatilin Münih safhasını gün gün planlama isteğindeydik ancak sürekli koşturmacalı halimiz bu planı sürekli ertelememize neden oldu…  Münih’e geldiğimizde kafamızda görmeyi istediğimiz yerler aşağı yukarı netti ama detaylarına hakim değildik. Geçen yıl Aralık ayında bu grubun kadınları olarak “müthiş 3’lü” Münih’te toplanmış ve şehri keşfetme, alışveriş ve yeme&içme odaklı bir ”kızlar buluşması” gerçekleştirmiştik. Bu kez alışveriş odağından uzak şehirde öne çıkan noktaları gezme ve tabii ki yeme & içme odaklı bir 4 gün geçirmek istiyorduk “geniş grup” olarak…
Bu 4 günde nereleri gezdik?
  • Münih, metro & tramvay ağı çok gelişmiş bir şehir olduğundan öncelikle kiraladığımız arabayı geri vererek şehirde sürekli araba parkı ile uğraşmaktan kendimizi kurtardık. Hiçbir gün de arabanın yokluğunu hissetmedik, her yere ulaşımımız çok rahat gerçekleşti. Her yere metroyla gidebilmemiz Mert’in de çok hoşuna gitti. Hatta İstanbul’a döndükten sonra birkaç kez “anne, Almanya’da ne güzel hiç trafik yoktu, değil mi?” cümlesini kendisinden işittim.
  • Münih, Almanya, üretim, fabrika, araba deyince ve arabalara deli gibi ilgi duyan bir oğlum olunca BMW müzesi gezmek istediğimiz yerlerden biri oldu. BMW’nin yönetim binasının hemen yanında bulunan müze Pazartesi günleri kapalı, çok arzu etsek de müzeyi gezemedik ama müze binasının yanında bulunan bir müze edasında kendini gezdirten BMW showroomda oldukça uzun zaman geçirdik. Sadece Mert değil, 30’lu yaşlardaki grubun 3 erkeği de burada bayağı keyifli zaman geçirdi. Showroom içerisinde BMW’nin elektrikli arabasını test etme fırsatımız da oldu…
  • Münih’te olup da Nazi Dönemi Almanya’sına ait kilit bir yer olan Dachau Toplama Kampı’nı görmeden dönmek istemedik. Seneler önce Berlin’de bir toplama kampı gezmiş ve çok çok etkilenmiştimSeneler içinde bu dönem Almanya’sına ait çok kaynak okumuş ve bu döneme ait pek çok film izlemiş olmamdan dolayı bir önceki ziyaretim kadar çok etkilenmedim diye düşünsem de orada yaşananlarla ilgili okuduğum her bir cümle yine beni dağıttı! Ve çok derin düşündürdü… Mert tarafındansa sanırım burası oldukça sıkıcı bir yer olarak algılandı… Çok fazla bir açıklama yapmadık kendisine, insanların çok eskiden yaşadığı ancak artık müze olarak gezilen bir yer olduğunu söyledik sadece… Bizim oldukça soğuk bir havada üzerimizde montlarımız, elimizde eldivenlerimiz, ayağımızda botlarımızla zaman zaman üşüyerek gezdiğimiz alanlarda insanların yarı çıplak çalışmak zorunda bırakıldıklarını düşünmek bile yeterince haksız geldi! Dachau  Toplama Kampı, 1933’te kurulmuş ve diğer tüm kampların kurulmasına model olmuş. Dachau ile ilgili anlatılacak bence çok şey var: çok fazla acı var, haksızlık var, hüzün var! Sadece geçmişe ait dersler değil bugüne ait çıkarımlar yapabilme imkanı da sağlıyor insana… Bol bol düşündürtüyor!  Merak ediyorsanız, yolunuz Münih’e düşerse mutlaka uğramanızı öneririm… Münih’in biraz dışında, tren ve kısa bir otobüs yolculuğu ile ulaşım çok rahat…
  • Münih’te gezintimizin bence çok çok akılda kalan bir diğer mekanı Deutsches Museum/ Alman Müzesi oldu… Burası bizim için “bir daha Münih’e gitme nedenidir”, bunu net olarak söyleyebilirim. Alman Müzesi, insanlığın başlangıcından günümüze kadarki teknolojik/ bilimsel gelişimin adım adım izlenebileceği kocaman bir müze… Sabah ilk açıldığı saatte gidip kapandığı saat olan 17.00’da çıktığında hala gezilecek birçok yerinin kaldığı, insanın damağında müthiş bir tat, bir daha gelme isteği bırakan bir yer…  Çıktığımda şöyle diyordum: “Buraya 14-15 yaşında gelmiş olsaydım kesin fen bilimleri üzerine eğitim almak isterdim.”… Arabaların tarihi gelişiminden uçaklara, matematikten astronomiye, denizcilikten bilgisayarın gelişim sürecine, jeodeziye,  eczacılığa pek çok alana ait bilgiyle donanmak mümkün…  Hani hep söylenir ya bilgisayarlar yıllar önce bir oda büyüklüğündeydi diye… Hah, o oda büyüklüğünde bilgisayarı biz Alman Müzesi’nde gördük işte  Çocuklar için inanılmaz keyifli, merak uyandırıcı bir yer… Mert, hala “tekrar Münih’e gidelim ve Alman Müzesi’ni tamamen gezelim!” diyor.
  • Münih’te çocuklarla bir diğer gezilesi/ dinlenilesi mekan, Englischer Garten (İngiliz Bahçesi)… Münih’in ortasında, içinde bir nehir barındıran devasa bir park… Baharda ya da yazın gelindiğinde çok çok keyifli olduğuna eminim ya da kışın bol karlı bir günde…
  • En son akşam bir Alman restoranında, hem de çocuk oyun alanı olan, mama sandalyeleri bol olan bir restoranda bu sefer 9 büyük, 2 çocuk, 3 bebek bol sesli, hareketli, muhabbetli bir yemek yedik. Uzun yıllardır görmediğimiz lise arkadaşımızla yıllar sonra çocuklu olarak buluştuk, Almanya’da kurduğu yaşamı konuştuk, çocukları, iki dille büyümenin nasıl olduğunu, işte anneler birbirini bulunca neler konuşursa hepsini bol bol konuştuk…
Münih’te gezidğimiz yerler buralar oldu ama buralarla birlikte çok keyifli akşam yemekleri (genelde İtalyan veya Alman restoranlarını tercih ettik), öğle molaları, kahve araları verdik… Kahvaltıları ise çocukların da olmasından dolayı evde geniş geniş yaptık. Evet, sabahın ilk saatlerinde  evden çıkıp gecenin bir yarısı eve gelmedik,  kahvaltı sonrası öğlene doğru ancak hazırlanıp gezilecek yerleri koşturmacalı bir şekilde değil “olduğu kadar” gezdik… Her tarafı bitireceğiz diye “hırs” yapmadık yani..
Her tatil sonrası Kerem’le oynadığımız “bu tatilden ne öğrendik?” oyunumuza, Münih dönüşü uçağımıza giderken Mert’i de ekledik. Neler öğrenmişiz neler…
Ben: Bu tatilden ne öğrendik?
Mert: Ne öğrendik?
Ben:  Aile olarak tatil yapmak yorucu ama çok eğlenceli…
Kerem: Bu tatilden ne öğrendik?
Ben: Ne öğrendik?
Kerem:  Alman Müzesi’ni tamamen gezmek için bir kez daha Münih’e gelmeliyiz.
Mert: Bu tatilden ne öğrendik?
Kerem: Ne öğrendik?
Mert: Almanya’da her yere metro ile gidilebilir.…
Böyle sonsuz bir şekilde neler öğrendiğimizi konuşmak çok çok eğlenceli ve güzel bir kapanış oldu Münih dönüşü…
Peki, ben “iki çocukla yurtdışı” tatilinden ne öğrendim?
Çocuğu bir yerlere giderken yük olarak görmemize gerek yok, onları yaşlarına uygun olarak bu sürece hazırlayınca uyum sağlamaları pek de zor olmuyor. Hele hele gidilen yerler Avrupa şehirleri ise… Avrupa’da çocuklarla bol yürüyüşlü bir gezi emin olunabilir ki, İstanbul’da bir günlük toplu taşımalı gezintiden daha kolay, daha rahat, daha az yorucu olabiliyor… Çocukları bu tatile dahil edince inanılmaz güzel anılarla donanıyor insan… Bizde ayrı anılar mevcut, Mert’te ayrı… Sonrasında bunları konuşmak bile büyük zenginlik… Ha yorulmadık mı? Yorulduğumuz anlar oldu, özellikle de ben evden çıkma süreçlerinde herkesin gün içinde olası ihtiyaçlarını düşünüp sırt çantamızı hazırlarken yoruldum… Mevsimin kış olması da dışarı çıkarken giyin, içeri girince üstündekileri çıkar sürekliliğinden dolayı belki yorucu… Son iki gece İpek’in sürekli benim üstümde uyumak istemesi sebebiyle uykusuz kalmam ve son gün huysuzlanmam da evet zorluk olarak hatırladıklarımdan… Ancak genel toplama baktığımda biz ailecek ve arkadaşlarımızla çok eğlendik, gezdik, yedik, içtik, yeni şeyler öğrendik ve ne güzel ki bunu çoluk çocuk yaptık… En önemlisi de bundan sonraki gezilerimiz için daha da kendimize güvenir olduk.
Herkesin yaklaşımı farklı olabilir pek tabii, ancak biz bu tatilden en çok çocukları ayağımıza dolanan varlıklar olarak görmeyi değil bize ayak uyduran ve bizimle zaman geçirirken çok keyif alan, bizim de keyif aldığımız hayatımızın parçaları olduğunu daha da iyi öğrendik…

İki Çocukla Yurtdışı Tatili - Almanya- 2

En son burada iki çocukla yurtdışı için hazırlıklar tamam demiştik…
Uçak biletimizi alırken Frankfurt’a gün içinde birçok uçuşun olması avantajını da kullanarak günün ortasındaki uçuşla gitmeyi tercih ettik. Sabah erkenden çocukları uyandırmakla ve toparlamakla uğraşmayalım, akşam huysuzluklarına da denk gelmeyelim diyerek öğlen uçuşunu tercih ettik.Çocuklu olmadığımız zamanki Zeynep olsa “neeee öğle uçuşu mu? Bütün günümüz yolda ölecek yani !!” derdi ama iki çocukla benim için öğle saati uçuşu varken diğerleri düşünülmedi bile!!!
Sabah son kontrollerimizi de yaptıktan sonra cümbür cemaat evden iki büyük, bir çocuk, bir bebek, iki bavul, bir sırt çantası, bir “Mert çantası” ve bir puset çıktık… Planımız iki bavullu olmaktı, evet kış seyahati olmasına rağmen bunu başardık ama pusetti, sırt çantasıydı derken yine elimiz kolumuz dolu olarak havaalanına vardık… Mert, kendi bavulu ile seyahat etmek istediği için(!) biz de onun bu arzusunu kırmadık ama bütün seyahat boyunca çekçekli çantasının kendi sorumluluğunda olacağı ve bizim bu çantayı taşımamızın mümkün olmayacağı konusunda karşılıklı anlaştık.
Havaalanında üzerini arama ihtimalleri olacağını, çantasına bakmak isteyebileceklerini ve bizim büyük bavulları uçağın bagajına gitmesi için görevli ağabey ve ablalara vereceğimizi sanırım birkaç kez Mert’e anlattık. Sonuçta üzerinin aranması veya çantasına bakılması onun özel alanına girmek olacağı için arıza çıkarması olasıydı… Bütün bunlar önceden anlatılınca, anlatılanları sırasıyla Mert yaşayınca hiçbir pürüz çıkmadı. Demek ki neymiş, ilk defa yaşanacak bir sürece çocuğu hazırlamak çok çok önemliymiş, en azından bizim çocuğumuz için geçerli. Uygulamış olduğumuz bir numaralı kural bu oldu bu tatilde.
Sonrasında uçakta da belli kurallar olduğunu anlattık Mert’e, en önemli kural ise bağırarak konuşmamak, “çünkü uyuyanlar ve dinlenenler olabilir uçakta” dedik. Bu arada İpek, tüm yolculuk boyunca ya kucağımda ya da slingde olduğu için bir sıkıntımız olmadı. Uçak kalkarken emzirdim ve sonrasında motorun müthiş sesi ile uzun bir uyku çekti İpek, ama inerken emzirmeye fırsat bulamadım…
Uçaktan indik düğün grubunun bir bölümü ile havaalanında buluştuk.  Frankfurt’tan Karlsruhe’ye gitmek için evin baba kişisi, Kerem bu kadar çok ıvır zıvırımızla araba kiralamanın daha uygun olduğunu düşünerek araba kiraladı. Bu arada arabanın kiralanması, içine bir çocuk koltuğu ve bir ana kucağının yerleştirilmesi belli bir zaman alınca evin anne kişisi, ben bir nebze(!) huysuzlanıverdim… (benim huysuzluklarımı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sanırım. Sonuçta İpek’i arada emzirememenin verdiği bir rahatsızlıktı diye tahmin ediyorum.) Frankfurt’tan Karlsruhe’ye yaklaşık 1.5 saatlik, iki çocuğun da -sanırım yol yorgunluğu ya da hava değişikliğinden dolayı- uyuduğu bir yolculuk sonrası ulaştık. Tabii ulaştığımızda artık akşam olmuştu. Hızlıca oteldeki odamıza yerleştik, havanın kuru soğuğunda donmamak için eldiven, bere gibi önemli aksesuarlarımızı aldıktan sonra ver elini akşam yemeği dedik…
Düğün sahibi arkadaşlarımızın otelde bizler için bıraktıkları süper zarif hoşgeldin mektuplarımızın içinde, bu akşam için restoran alternatifleri de vardı. İçlerinden içimize sinen birini aradık yer ayırtmak istedik, ancak o an çok dolu olduklarını söyleyerek biz gidene kadar yer açılabileceğini ve bizi misafir edebileceklerini söylediler… Eveeet hoş geldik Almanya’ya, her şey planlı, programlı yani tam bir liste delisi olan oğlak burcu insanı bana uygun… Yürüme mesafesinde olan restorana iki bebek ve bir çocuk, dört büyük yürürken bir anda bize şirin gelen bir İtalyan restoranında boş bir masa bulunca tercihimizi buradan yana kullandık. Gayet butik bir restoran, inanılmaz kibar bir restoran sahibi, lezzetli bruschettalar ve pizzalar… Restoranın tek dezavantajı bizim için, mama sandalyesinin olmamasıydı! Restorandakiler içinse tek dezavantaj arada mızıldanması çok normal olan iki bebek ve sesli konuşmaya bayılan Mert idi sanırım! Almanlarla Türklerin en büyük farkı ne olabilir diye düşünen varsa hemen söyleyeyim: SES AYARI…
Keyiflı akşam yemeğimiz sonrası otele dönüp çocuklu iki anne olarak ilk hedefimiz emzirme ve uyutma faslını olabildiğince hızlı tamamlamak oldu… Sonra babaları odada çocuklarla bırakıp lisede okul gezisine gelmiş ve gece gizlice bir yerlere kaçacak tipler gibi lobiye indik… Evet evet öyle uzağa falan değil, bir gece kulubu de değil, otelin keyifli oturma alanı olan lobisi bizim veTürkiye’den gelen ve yorgun olan diğer tüm misafirler için harika bir “ bekarlığa veda” alanı oluverdi. Gelinimizin bu sürpriz organizasyondan haberi yoktu tabii ki! Bir pasta, şampanya ve sürpriz hediyelerle ve tabii ki olmazsa olmaz sohbetle çok da keyifli bir bekarlığa veda oldu…
Sabah, tabii ki düğün telaşı ile başladı…  Ama önce kahvaltı… Kerem çocukları kahvaltı için giydirirken ben gelin odasındaki hazırlıkları kaçırmamak ve bu anları fotoğraflamak için gelin odasında yerimi aldım… Gelinimiz kuaföre giderken ben de çocuklar ve Kerem’le buluşup kahvaltıya indim… Mama sandalyesi çokluğu ve bir Avrupa kahvaltısına göre pek çok çeşit ile Karlsruhe Novotel bir anne olarak kalbimi kazandı doğrusu.
Kahvaltıyı takiben hızla hazırlanıp saat 12’deki Belediye nikahına yetişmeye koyulduk. Mert’e papyonu takıldı, İpek’e rugan ayakkabısı giydirildi… Anne giyindi, makyajını yaptı, saçlarını kendi usulünce düzenlemeyi tercih etti, zira kuaföre gitmeye hiç zaman yoktu, baba traşını oldu, takım elbisesini giydi ve süper dörtlü olarak kendimizi arabamıza atıp, nikahın yapılacağı adresi navigasyon cihazına yazıp yola çıktık…
Tabii yolda anne olarak Mert’i uyarmaya devam ettim… (çok mu sıkıcıyım? galiba evet!!!) “Mert, nikah süresi biraz uzun olabilir, birbirimize bir şey söylemek istediğimizde kesinlikle sessiz konuşmamız gerekiyor ” gibi cümleleri Mert birkaç gündür duya duya ezberlemişti…  Nikah sırasında upuzun Almanca konuşmalar ve bürokrasiden Mert sıkıldı ama arada yerinden kalkıp yürümek dışında bir taşkınlığı olmadı oğlumun… Grubumuzun iki bebeği de nikah boyunca bence süper performans gösterdiler…
Nikah sonrası, damadın ailesinin evinde yemek ve kutlama için kalabalık bir grup olarak toplandık. Mert işte orada iplerinden kurtldu cozutmanın keyfine vardı, İpek ise kalabalığın da verdiği rahatlıkla bir kucaktan ötekine dolaşıp durdu… Bütün gün boyunca “aman ne güzel işte iki çocukla hiçbir arıza çıkmadan ve kimseyi rahatsız da etmeden düğün sürecine ayak uydurduk” dedim kendi içimde…
En çok annenin nazarı değermiş ya…  Nikahın ve evdeki kutlamanın ardından akşam otelde bir düğün yemeği olacaktı. Bu yemeğe kadar bir saatlik aramızda kendi otelimize gidip biraz dinlenip, İpek’i rahatça emzireyi düşündüm… Düşündüm de kendimizi bol aksiyonlu bir akşamın göbeğinde buluverdik! Tam yemek için odadan çıkmak üzereyken Mert’in yan odada kalan arkadaşlarımızın kapısını tıklatmak üzere odadan koşarak çıkması ve ayağının takılıp düşmesi sonucu Mert’in ağlamasıyla biz de yan odaya koştuk! Mert’i yerden kaldırdığımızda alnından kan geliyordu… Bizdeki panik bir anda tavan yaptı tabii.. Kerem, “hadi çabuk hastaneye gidelim” derken ben birkaç hafta önce katıldığım ilkyardım eğitiminin etkisiyle midir bilmem “dur bir dakika bakalım ne olduğunu anlamaya çalışalım” falan dedim.  Bir havlu kaptığım gibi Mert’in alnına bastırdım. Bastırınca duran kan, havluyu çekince kanamaya devam ediyordu ama bastırınca kanamanın durması beni biraz olsun rahatlattı. Hızla hastanenin adresini öğrendik, bu arada Mert’i sakinleştirmek pek de kolay olmadı. Elinde, gömleğinde kanı görünce bayağı korktu tabii bizim ‘cengaver’… Neyse ki hastaneye gittiğimizde kanama durmuştu, sıramızı bekledik biraz uzunca bir süre, hattabu sürede Mert bekleme odasındaki oyuncaklarla oynayacak kadar normalleşmişti bile… Sıramız gelince doktor yarığın çok geniş olmadığını söyleyerek dikiş atmak yerine bir çeşit yapıştırıcı ile yapıştırmanın daha iyi bir çözüm olacağını söyledi… Yapıştırma işlemi ne kadar kolay olursa olsun bu Mert için bir olay haline geldi ve o 2-3 dakikalık sürede hastaneyi inletti!
Hastaneden çıktığımızda ben de Kerem de bayağı bir rahatlamıştık, Mert’in ise anlatacak kocaman bir hikayesi ve alnında yunus resimli bir yara bandı olmuştu! İpek ise olanların pek de farkında olmadan gününe devam etmişti… Ve biz tabii ki güne kaldığımız yerden yani biraz geç de olsa düğün yemeğinden devam ettik! Düğün hazırlıklarının başından beri söylediğim şu cümle kulaklarımda yankılandı: “Nikah sırasında sessizlik gerekiyor ya, tam o sırada Mert sesli sesli bir şeyler söyleyecek ,düğünde gelin ve damattan rol çalacağız diye ödüm patlıyor!” Müthiş hastane maceramızla düğün yemeğinde Türk & Alman herkesin ilgi konusu olduk ve evet beklediğim rol çalma nikah sırasında değil ama düğün yemeğinde yaşandı…
Nikah, kutlama ve araya sıkışan hastane maceramız derken bir günde 3 güne yakışan anı toparladık. Ertesi gün biraz dinlenme fırsatını kendimize verip Münih’e doğru yola çıktık. Münih’e giderken Ulm’e de uğrayıp orada Kerem’in liseden yakın bir arkadaşıyla keyifli bir Pazar günü geçirdik… Ve ben,o araba kiralama sırasında mızmızlanan ben, bütün yol boyunca: “iyi ki Frankfurt- Münih arası araba kiraladık” dedim…
İki Çocukla Yurtdışı - 3: Münih’te bir evde iki bebek, bir çocuk maceralarımız & gezdiğimiz ve gördüğümüz yerler...

İki Çocukla Yurtdışı Tatili - Almanya- 1

Yaz yaklaşırken, tatil planları yapıldı yapılacak derken çocukla tatil, çocukla seyahat çok konuşulan konular arasına girmeye başladı. Nereye gitsek, çocukla nerede tatil rahat olur, çocuk dostu oteller vs vs.. Tabii ki eş ile baş başa tatilin yeri ayrı ama ben çocukla her yere gidilebileceğini savunanlardanım; tabii ön koşulları hazırladıktan, iyi plan yaptıktan sonra... En azından bizim için...

Biz de şu aralar planlarımızı yapmaya çalışıp daha netleştirememişken bizim 2 çocukla birlikte yurtdışı kış tatilimizle ilgili Internet Anneleri 'nde yazdığım yazıyı okudum, gülümsedim...

2 Çocukla yurtdışı deneyimimizi buraya da aktarmak istedim, buyrun:

Eylül 2013…
En yakın arkadaşlarımdan birisi evlenme kararı aldı…  Nikah, kutlama Almanya’da olacak… Çoluk çocuk onun yanında olmak istiyoruz… Hazırlıklar başlasın…
Ekim 2013…
Benim ve Kerem’in pasaportu hazır, vizemiz de var… Mert’in pasaportunun süresi dolmuş, e İpek’e de çıkartmak lazım… Emniyet Müdürlüğü’nden randevu alınır, anne baba randevu günü randevu saatinde gerekli belgelerle Emniyet Müdürlüğü’nde hazır ve nazır bulunurlar… Bu süreçten aklımda en çok kalan o sırada 2- 2.5 aylık olan İpek’in biyometrik fotoğrafının çekilmesinin 2-3 saniye sürmesi, 3.5 yaşındaki Mert’in fotoğrafının çekilmesindeki büyük zorluk! Pasaportlar başvurunun yapıldığı hafta içinde eve teslim… Anne kişisinin pasaportları eline alınca garip bir şekilde, çocukları sanki üniversiteden mezun olmuş da elinde diplomaları varmış gibi  gözlerinin dolması…
Kasım 2013…
Mert’in okulunun 1 haftalık sömestr tatili de düğünün olacağı hafta sonunun devamında…  Hazır giderken biz bu haftayı Almanya’da bir tatil olarak değerlendirelim… Hava soğuk olur ama çocukları ona göre giydiririz… İki çocukla yurtdışı zor olmaz mı diyenlere kulağımı tıkamayarak cevap bile verebiliyorum: “ İstanbul’un keşmekeşinde yaşadıktan sonra Avrupa’da iki çocukla gezmek zor olmasa gerek!”  Hadi bakalım ukalalığım umarım bana pahalıya patlamaz!
Uçak biletlerimizi alalım… Düğün Karlsruhe’de olacak, İstanbul’dan Frankfurt’a uçalım, oradan araba kiralarız ya da trenle geçeriz Karlsruhe’ye. 2 gün Karlsruhe’de kalır, sonra  Münih’e geçer birkaç gün de Münih’te gezeriz. Öncelikle, düğün nedeniyle Karlsruhe’de kalacağımız oteli ayarlamak lazım… Uçak biletlerini de şimdiden alalım da uygun fiyata getirelim. İstanbul- Frankfurt; Münih- İstanbul…
Aralık 2013…
Çocukların pasaportu hazır ama vize evraklarını toplamaya üşeniyorum.. Aralık’ta Noel öncesi vize ofisleri de yoğundur, ben en iyisi bu başvuru sürecini yılbaşı ertesine erteleyeyim! Münih’te kalacağımız oteli de Ocak’ta ayarlasak olur herhalde…
Aralık ayının ikinci yarısı bizim eve grip virüsü girdi evdeki herkesi kırdı geçirdi, bir de İpek hastalanıp bir hafta hastanede kalınca Ocak ayı sonundaki tatili resmen unuttuk! Hazırlıklar son dakikaya kalacak gibi!
Ocak 2014…
Yılın ilk haftası hastalıkları atlatmakla geçti… Hastalıklar biter bitmez en hızlısından harekete geçtim… Evraklar hazır, Mert ve İpek’in vize başvurusu için randevu da aldım, neyse ki sadece ebeveynlerden birinin başvuruda olması yeterliymiş-bunun için hep birlikte çıkış yapacağımıza dair uçak biletimizi ve otel rezervasyonlarımızı istiyor vize ofisi… Bir öğle vakti İpek’le birlikte gittik, başvurumuzu yaptık, Noel yoğunluğundan kaçtık sömestr yoğunluğuna takıldık, o ayrı… 3 gün sonra evin iki bıdığının Vizeli pasaportları elimizde…
Tatile iki hafta var, biz hala Münih’te kalacağımız yeri ayarlamadık… Hem biz yalnız da değiliz,  iki çocuklu, bir de bir çocuklu arkadaşlarımız daha var… O hafta da Münih’te oteller bayağı dolu, otel fiyatları bir anda uçmuş… Ev kiralamak, evlenecek arkadaşımızın aklına geliyor ve başlıyoruz araştırmaya… Şansımıza arkadaşımızın evinin bir sokak ötesinde, şehir merkezinde, tertemiz, güzel de döşenmiş bir ev buluyoruz, hem de otelden daha uygun fiyata… E çocuklu aileye bundan güzel seçenek mi olur…
Pasaport tamam, vize tamam, uçak bileti, otel, ev hepsi  tamam. Mert de tamam,3 aydır bu tatile hazırlanıyor…
Sıra geldi bavullar hazırlansın.  Zeynep iki bavula; 2 büyük, 1 küçük, 1 bebek için kış mevsiminde  1 haftalık eşyaları haydi sığdırsın… Ama son hafta artık çok planlıyım , o kadar ki oğlak burcu listeleri tavan yapıyor, her şeyin listesi hazır, ben iş yapıp tik atmakla meşgulüm… Hastalıklar ve hazırlıklar neticesinde kendini unutmuş bir anneye / kadına dönen ben maniküre öyle hasret kalmışım ki! planımda, Çarşamba bavulların toplanması, Perşembe manikür var… O manikür bozulmayacak diye bavulu hep son güne bırakan ben hayatımda ilk kez yolculuktan iki gün önce bavulun genelini hazırladım, Perşembe günü yapılan manikürüm neredeyse tatil sonuna kadar dayandı… Ne manikür motivasyonuymuş arkadaş!
devamı için: İki Çocukla Yurtdışı - 2

24 Mart 2014 Pazartesi

Goztepe Ozgurluk Parki icinde bir Cocuk Kutuphanesi...

Türkiye’nin ilk İnteraktif Çocuk Kütüphanesi açıldı…
Sanırım geçtiğimiz yılın son aylarıydı, takip ettiğim anne gruplarından birinde Kadıköy ilçesi içerisinde bir çocuk kütüphanesi açabilmek için bir annenin  –Esra Akçay Duff-  insiyatifi ile başlatılan bir imza kampanyasından haberdar oldum… Konu kitap olunca, kitlesi de çocuk olunca… Benim için bir araya gelmesi en keyifli ikililerden… Önce imzamı attım internet üzerinden, sonra da imzalamaları için konuyu arkadaşlarımla paylaştım… Konu sadece beni heyecanlandırmamış ne güzel ki; 10.000’i aşkın kişi Kadıköy’de interaktif bir çocuk kütüphanesi açılması için imza atmış… Birkaç gün önce, kütüphanenin bugün (19Mart) açılacağı duyurusunu görünce hem heyecanlandım hem de mutlu oldum: “Demek ki verdiğimiz imzalar dikkate alınabiliyormuş”  dedim kendi kendime… “Demek bu ülkede kitapla ve çocukla ilgili güzel şeyler de olabiliyormuş” diye geçirdim içimden… ve tabii ki bu insiyatifi başlatan anneye gıpta ettim: “ne güzel bir şeydir çocuklarına ‘ben sizler ve sizin gibi pek çok çocuk için iyi bir şeyler yapmaya çalıştım ve yaptım’ diyebilmek” diye düşündüm…
Bugün de kütüphanenin açılışına gittim, hem nasıl bir yer olduğunu merak ettiğim için hem de “o” anne ile tanışmak istediğim için…
Sıcacık, güzel bir bahar havası… Özellikle hafta içi en sevdiğim parkların başında gelen Özgürlük Parkı… Bisikletler, scooterlar, kumda, salıncakta, kaydırakta çocuklar, banklarda insanlar, anneanne, babaanne, dedelerin torun keyfi vs derken kalabalığa ulaştım. Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nın kuzey yönü girişinden girince hemen sağda… Ya da kumlu park alanının hemen yanında…  Tek katlı, aydınlık, şirin bir bina… İçinde kitaplar var, öyle kıyıda köşede kalmış, sadece kitap olsun diye konulmuş kitaplar değil… Çoğu Mert’le bizim çok büyük keyifle okuduğumuz kitaplardan… Arada ebeveyn kitapları da var dikkatimi çeken, Montessori kitabı algıda seçicilikle ilk gözüme gözüken belki de…  Tahta oyunlar, oyuncaklar var raflarda ve aktivite masalarında… Kısacası Mert’i gözümün önüne getirdiğimde keyifle zaman geçirebileceği bir yer…
Geçtiğimiz aylarda gittiğimiz Almanya tatilinde orada yaşayan arkadaşımızın evinin hemen karşısındaki çocuk kütüphanesini çok beğenmiştik… Orada şu yorumu yapmıştım: “ne yazık ki bizler Türkiye’de, kendimiz ya da çocuklarımızın bir aktiviteye katılması için para ödemeye alıştık!” Halka açık, hele hele çocuklar için bu şekilde var edilen alanların çok çok çok değerli olduğuna inanıyorum bundan dolayı…  
Biz ortamın keşfini İpek’le yaptık bugün, sonra da Mert’i okuldan alıp tekrar parka uğradık. Saat 5’te kapanacak olan kütüphaneye giremedik ancak Mert’e nasıl bir yer olduğunu anlattım, ilk fırsatta Mert’le gelmeyi arzu ediyorum. Evet ben park, bahçe,kum, sahil, deniz, Açıkhava seven bir anne olarak parkın ortasında kitap okuma, aktivitelere katılma fikri beni çok mutlu ediyor… Belki bir umut diyorum,  ne kadar çok çocuk alışveriş merkezleri dışında da hayat olduğunu bilirse büyüdüklerinde daha da çok sahip çıkarlar toprağa, ağaca, doğaya…
 Peki nedir  bu “Türkiye’nin ilk interaktif çocuk kütüphanesi” ?
Amacı nedir?
-          Özellikle 0-6 yaş arası okul öncesi çocukların sosyalleşerek, deneyerek, gözlemleyerek, hissederek ve keşfederek öğrenmeleri, küçük yaşta kitap okuma kültürü kazanmalarını amaçlıyor.
-          Ailelerin çocuklarıyla kütüphaneye gelip okumalar yapıp aktif okuma kültürünü oluşturmalarını sağlamak.
-          Ailelere çocuklarıyla nasıl kaliteli vakit geçirebileceklerini ve çocuklarına pedagojik açıdan nasıl davranmaları gerektiği konusunda yol göstermek.
-          Aileleri; aile içi şiddet, çocuk hakları, çocuk bakımı gibi konularda belediyenin pedagogu ve uzmanlar liderliğinde eğitim seminerleri düzenleyerek bilgilendirmek.
-          Çocukların sosyalleşerek, deneyerek, gözlemleyerek, hissederek, keşfederek öğrenmelerini sağlamak.
-          Özellikle büyükşehirlerde yaşayan ailelerin bir araya gelerek çocuk yetiştirmenin yüklerini paylaşarak bu yükün azalmasına yardımcı olmak.
-           
Neler yapılacak burada?
-          Çocuklara yönelik gönüllü veliler tarafından düzenli kitap okuma saatleri düzenlenecek
-          Deneyler yapılacak
-          Hayaller kurulacak
-          Un ve su gibi yenilebilir malzemelerden oyun hamuru, parmak boyası yapılacak
-          Ahşap bloklarla oyunlar oynanacak
-          Çocuk eğitimi, çocuk gelişimi, çocuk-aile ilişkisi gibi konularda eğitimler, seminerler düzenlenecek
Çocuklarımızın İnteraktif Kütüphanesi nasıl işleyecek?
-          Kış aylarında 10.00- 17.00, yaz aylarında ise 09.00- 18.00 saatleri arası kütüphane açık olacak.
-          Pazartesi günleri dışında her gün açık olacak.
-          Her gün saat 11.00 ve 15.30’da okuma saati düzenlenecek.
-          Okuma saatleri haricinde, aileler diledikleri kadar kütüphanede kalıp, kitapları okuyup çocuklarıyla vakit geçirebilecekler.
-          İlk dönemlerde kitap ödünç verme sistemi bulunmayacak.
-          Kitapların sayısını arttırmak yapacağımız kitap bağışları ile bizlerin elinde
Bakın başka neler düşünülmüş?
-          Bebekli anneler için emzirme koltuğu
-          Çocuk tuvaleti
-          Alt açma ünitesi
Kütüphane içerisinde mevcut.

Daha detaylı bilgi istersek:



Bugün açılışı yapılan küçük bir kütüphane bana umut verdi, çocuklar, kitaplar, oyunlar ve hayal gücü… Ne güzel ki bunları çıkarsız olarak düşünen insanlar hala var; sadece düşünmekle kalmayıp aksiyona geçmeleri, bizlerden imza desteği, yerel yönetimlerden de yönetim desteği bulmaları “galiba hala ümit var!” dedirtti bana bugün…

* Bu yazı 24 Mart 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde de yayınlanmıştır.

9 Şubat 2014 Pazar

"Domestik Anne" modu...

Geçen gün domestik yanım bayağı beslendi sanırım… Hem gerçek anlamda hem de ruhen… Lesaffre- Yuva Maya’nın davetlisi olarak Genel Müdürlük binalarında yer alan araştırma geliştirme bölümünde, yani işin mutfağında poğaça, ekmek ve simit yaptık…  Hamura elimin değmesi benim için ayağımın toprağa değmesi etkisi yaratıyor; rahatlıyorum, sinirlendiğim zaman kendimi mutfağa atıp bir şeyler yapmak çocukluğumdan beri hep iyi gelmiştir bana… Ama tabii hiçbir zaman son iki senedir içinde bulunduğum “evde olma” dönemi kadar domestik yapım ortaya çıkmamıştı. Hatta bugün firma yetkilileri ile sohbet ederken ve benim evde yaptığım kolay ekmek tarifinden bahsederken “annenizden öyle görmüşsünüzdür herhalde” denildiğinde düşündüm annemin evde ekmek yaptığını hiç hatırlamıyorum ki! Yoğurt mayaladığını da… Hatırladığım kadarıyla evde peynir de yapmaya kalkışmadı! Ki kendisi hep aşçılığı ile hatırlanan bir anne oldu benim arkadaş çevremde…
Peki bana ne oldu da kendimi kurumsal hayat sonrası zaman zaman annemden bile daha domestik bir yapıda bulabildim? Bugün bir yandan hamurla uğraşırken, işin ustalarından ipuçları öğrenirken bunu düşündüm… Sonunda bir yargıya vardım gerçi ama ne kadar geçerlidir, doğrudur bilemiyorum…  İş hayatı içinde çoğu zaman geç saatlere kadar çalışınca eve geldiğimizde bende yemek yapmaya pek hal kalmamış oluyordu. Sürekli dışarıdan yemek söylediğimiz fazlasıyla “sağlıksız” bir dönemimiz var bizim… Sonra iş yaşamından çekilince o dönemde Mert’in de beslenmesine biraz daha dikkatle eğilince, okuyunca ve denemeler yapınca aslında “zor” diye tasvir ettiğim pek çok şeyin ne kadar kolay olduğunu öğrenme fırsatı yakaladım. Sütten yoğurt, yoğurttan da lor peyniri pek kolay yapılabiliyormuş mesela… Ya da ekmek yapmak öyle zor, handikaplı bir iş değilmiş… Ya da şimdi 10 dakikada hazırladığım ve gayet sağlıklı olan yemekler… Yani bu domestiklik biraz da kendi kendime “sen de yapabilirsin!” “niye denemeyesin” dediğim bir sürecin eseri…
Neyse… Bugün de bundan 2 sene öncesine kadar yakınından bile geçmediğim mayalama konusunda bayağı bilgi edindiğim bir gün oldu… Mesela yaş maya hala “aman ben yaşatamam onları” diyerek pek yanaşmadığım bir konu bugün kendi kendime “bak bu da tahmin ettiğin kadar zor bir şey olmayabilir” diye düşünürken yakaladım kendimi!
Neler attım bilgi dağarcığıma kendimce?
·         Hamur işlerinde yaş maya da kuru/instant maya da kullanıyor olabiliriz. Dikkat etmemiz gereken konu ölçüsü: 1 birim kuru maya kullanılan bir tarifte yaş maya 3 birim olmalı.
·         Ne hamuru olursa olsun tarifteki sıvıları hep birlikte koymamak gerekiyor. Hamurun kıvamına bakarak sıvılar eklenmeli. Örneğin 1 adet yumurta konulacaksa 40 gramlık yumurta da var 70 gramlık yumurta da var. İkisi de 1 adet ama hamurun kıvamını değiştirir.
·         Unun cinsine, markasına, kalitesine göre farklı miktarda sıvıyı kaldırabilir.
·         Glutensiz un kullanılacaksa, normal un ile verilen tarife göre neredeyse 2 kat sıvı kullanılması gerekebilir.
·         Bizim mutfaklarımızdaki fırınlar buharlı fırın değil. Ekmek yaptığımızda fırına bir kapta su koymak ya da ekmeğe su pışpışlamak yararlı olacaktır.
·         Yaş maya kullanıyorsak hamurun sıcaklığı 23 derece, instant maya kullanıyorsak ise 27 derece iyi bir sonuç elde ettirir.
·         Instant mayayı suyla çözdürmeye gerek yok, direkt unun içine katılabilir.
·         Misafir geliyor 5 dakikaya bir şey hazırlayayım diyorsan mayalı bir tarif o anki çözümün olamaz.
·         Maya, bebek gibidir; ilgi ister, bakım ister…
·         Ekmek yapacaksak fırını 200-220 derecede ısıtmak gerekir, poğaça için 170-180 derece yeterlidir.
Ben ürünlerden en çok simit karışımı ile ilgilendim ve sokak simidine ulaşmak için iki ipucu öğrendim:
·         Kutudaki tarifte yazandan daha az su kullanırsak simit pastane simidinden çok sokak simidine benzermiş.
·         Simide esas lezzet katan şey mahlepmiş.
Evet ben Yuva Maya yetkililerinden bunları öğrendim ve not ettim. Ha tabii hamur yuvarlamanın inceliklerini, baget ekmek hamurunun nasıl elde şekillendirildiğini, pastane poğaçasına nasıl şekil verildiğini, ekmek üstüne nasıl çizik atıldığını da Erol Usta’nın sabırla birkaç kez göstermesi sonucu öğrendik.

Öğrenmenin sonu yok, öğrenilecek konu yelpazesi bu kadar genişken insanın içinde bulunduğu döneme göre öğrendiği konular başlık değiştiriyor belki ama insanın öğrenme algısı açıksa ve istek varsa öğrenemeyeceği şey yok, kesin bilgi… Bugün çok çok uzak olduğum bir konu belki gelecekte çok ilgimi çeken, öğrenip hayatımın eksenini değiştirecek bir güce sahip olabilir… Bir hamur bana bunları düşündürttü işte!

*Bu yazı 6 Şubat 2014 tarihinde www.internetanneleri.com'da da yayınlanmıştır.

2 Şubat 2014 Pazar

Baby Led Weaning... Bebeklerin kendi kendine yemesi...

Bizim anneannelerimiz, babaannelerimiz çamaşırları ellerinde yıkarmış, evde pişirilen yemekler yine evde hazırlanan malzemelerden yapılan yemekler olurmuş, bulaşık makinesi, mutfak robotları nerdeeee, bebeklerin bezleri kaynatılırmış… Sonra annelerimize sıra gelmiş, “modernleşen” yaşamla, endüstrinin gelişmesiyle annelerimiz pek çok rahatlıkla tanışıp kendi annelerinin yaşamlarından daha pratik çözümlerin hayatlarına girdiği bir dönem başlamış… Çamaşırlar elde değil de önce merdaneli sonra otomatik çamaşır makinesinde yıkanmaya başlamış, pahalı da olsa bir çözüm olarak kullan at bebek bezleri ortaya çıkmış, her evde yavaş yavaş bulaşık makinesi yerini bulmaya başlamış… derken derken benim “bulyon pratikliği” diye tanımladığım döneme girilmiş. Pilav mı yapıyorsun hoop at bi’hazır bulyon sanki et suyuna yapmışsın gibi…  Köfte mi yapacaksın, soğandı, ekmekti, maydanozdu boş ver uğraşma hoop aç bi’paket köfte harcı… Çocuklara tatlı bir şey mi hazırlayacaksın hooop aç bir hazır puding karıştır sütle oh mis…   Ben bu süreci eskiye isyan diye düşünüyorum, o kadar çok ev işi var ki kadının üzerinde pratik bir şey çıkmışsa sanki sorgulanmadan hemen hayatın içine angaje edilmiş son sürat…  Şimdi içinde bulunduğumuz bizim dönemi de annelerimiz döneminde başlayan ve sonrasında hızla devam eden “bulyon pratikliği” dönemine isyan gibi algılıyorum… Bir doğallık arayışı, sağlıktan kopmama isteği, sorgulama, kabul etmeme… Aslında bakıyoruz da hayat pratikleşeceğim derken daha komplikeleşmeye başlamış, biz de mümkün olduğunca hayatlarımızı basitleştirmeye çalışıyoruz sanki… Çocuklarımız da buna tanık olsunlar istiyoruz…
Bu “baby led weaning”  yani “bebeğin kendi kendine beslenmesi” felsefesi de bana bu basit düşünmenin bir parçasıymış gibi geliyor. Bir yerlere yetişme telaşımız, “hadi hadi”lerimiz elimizde kaşık çocuk peşinde koşturtuyor kimi zaman bizi, sonra da yemek yemeyi güç savaşı haline sokmuş olma ihtimali yüksek çocuklar çıkıyor karşımıza! Oysaki bebeklikten itibaren yiyecekleri konusunda bebeğe seçim hakkı tanısak, keşfetme şansı versek?  İşte “O Tabak Bitecek! mi?” tam da bunu anlatıyor.
İpek’te ek gıdaya geçmeye yaklaştığımız şu günlerde bu kitabı okumak istediğimi belirtmiştim. Kitaba göre bebeklerin yemek yemeye başlaması yürümeye başlamayı öğrenmek gibidir; kendileri düşe kalka, deneye yanıla yürümeyi öğrendikleri gibi yemek yemeyi de öğrenebilirler…3 yaşına kadar anne babası tarafından yemek yedirilen bir çocuk bize garip gelmeyebiliyor peki 3 yaşına kadar bir çocuğu “dur sen düşersin” diyerek yürütmesek garip olurdu değil mi?!
Peki süreç nasıl başlayacak? Yani biz İpek’in kendi kendine keşfetmesi için doğru zamanın ne zaman olduğunu nasıl anlayacağız? Benim planım şöyle: İpek, son 2 haftadır yemek saatlerinde mama sandalyesinde bizimle oturuyor, bizi izliyor, oyuncaklarını dişliyor, sesler çıkarıyor… Önümüzdeki hafta 6 ay kontrolünde doktorumuz yavaş yavaş ek gıdaya geçebilirsiniz derse ben de İpek’in önüne patates, havuç vs ezmelerini değil eliyle tutabileceği büyüklükte parçalarını koyacağım. Benim bu yöntem aklıma neden yattı, kısaca kitaptan alıntılarla anlatayım:
·         Kendi kendine yemek yiyen bebekler yemeği dört gözle bekler- miş. Bebekler için eğlenceli-ymiş.
·         Yemek yemek doğal bir süreçtir.
·         Kendi kendine yemesine izin verilen bebekler yiyeceklerin tadını, görüntüsünü, kokusunu vs öğrenirler.
·         Güvenli bir şekilde yemeyi öğrenirler, çünkü kontrol kendilerindedir.- bebeğe birisi yedirip içirdiğinde ve yatar pozisyonda boğaza kaçma ihtimali daha yüksektir.
·         Tüm duyularını kullandıkları için yumuşak, sert, kaygan, az, çok, büyük,küçük vs gibi kavramları öğrenirler.
·         El-göz koordinasyonlarını geliştirirler.
·         Kendilerine güven duymaya başlarlar.
·         Aileyle birlikte yemek yerler.
·         Hayat boyu iştahlarını kontrol edebilen bireyler olurlar.
·         Oyunlara, kandırmalara gerek yoktur.
·         Yemek seçme ihtimali daha düşüktür
Unutulmaması gerekenler:
·         1 yaşının altındaki çocuklarda temel besin hala anne sütüdür.
·         6-9 ay arası katı gıdaya alışma dönemidir. Katı gıda yavaş yavaş arttırılırken süt miktarı  hemen hemen aynı seviyede kalır.
·         Zamanında doğmuş bebekler için uygun bir yöntemdir.
·         Mutlaka bebek dik oturuyor olmalıdır.
·         Yemekleri keşfetsin diye oturttuğumuz bebek aç olmamalı-ymış. Çünkü Katı gıdaya geçişteki ilk haftalar doymak için değil, oynamak, paylaşmak ve diğerlerini taklit etmek için-miş.
·         Bebeğin yemek yediği / denediği sırada mutlaka yanında bir yetişkin bulunalıdır.
·         Bebeğin çok fazla işine karışmaya, ona yardım etmeye gerek yoktur. Yemeği sunup izlemeye geçmemiz gerekir.
·         Bu yaklaşımı kabul ediyorsak biraz dağınıklığı ve pisliği de kabul etmemiz gerektiğini hatırlamalıyız.
·         Bu yaklaşıma başlamak için hiçbir zaman geç değildir.



Neler verebiliriz?
·         Çubuk şeklinde 5 cm uzunluğunda yiyecekler verilebilir.
·         Doğal, taze, tuz ya da şeker eklenmemiş yiyecekler
·         Bebeklerin eline verilebilecek yiyeceklerin yanı sıra bu yiyecekleri batıracakları lezzetli batırmalıklar da hazırlanabilir. Örneğin fırınlanmış bir patates dilimini yoğurda bandırarak yiyen bir bebek görüntüsünü hayalimde canlandırmak bile gülümsememe yetiyor bir de gerçekleştiğini düşünün…
Kitapta bebeklerin eline verilebilecek, banmak için kullanılabilecek, batırmalık olabilecek, kahvaltı için hazırlanabilecek, atıştırmalık ve tatlı olarak pek çok öneri bulunuyor. Aklımda bu önerileri bir liste yapıp buzdolabının üzerine asmak var… Böylece kendimi sürekli patates, havuç, kabak sarmalına sokmamış olurum diye ümit ediyorum…
Bebeğinizin kendi kendine yemeye alışmasını istiyor ve elinde bir kaşık püre ile “hadi aç ağzını” diyen bir anne olmak istemiyorum diyorsanız mutlaka kitabı alıp okumanızı öneririm. Katı gıdaya geçişteki ilk günler, düzene girdikten sonrası, kendi kendine yiyen bir bebekten kendi kendine yiyen bir çocuğa geçiş süreci, sağlıklı beslenme gibi aklımızda olabilecek pek çok soruya yanıt bulmak mümkün… Kitabın sonlarına doğru ise bir liste var: hangi yiyeceğin hangi grupta olduğuna ve hangi vitaminleri içerdiğine dair… Benim gibi beslenme konusuna bebeğiniz olduktan hatta katı gıdaya geçtikten sonra merak salmış, öncesinde bu konuda hiçbir merakı ve bilgisi olmayan birisiyseniz bu liste oldukça yararlı.
Yakın bir zamanda katı gıdaya geçiş süreci başlayacak bir bebeğin annesi olarak bu kitap ve yemek yemesi konusunda bebeğe saygı duyma fikri beni çok heyecanlandırdı…  Mert’te yaşadığımız klasik katı gıdaya geçiş sürecimizden sonra daha farklı olacağını düşündüğüm İpek’le kendi kendine yeme sürecimizi dönem dönem paylaşmaya çalışacağım.


* Bu yazı 23 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde de yayınlanmıştır.



16 Ocak 2014 Perşembe

Iki Cocuklu Annenin Bir Cumartesi Gecesi 'Çılgınlığı' *

Geçen Cumartesi günü nasıl oldu, bir anda şartlar nasıl denk geldi bilmiyorum, önceden plan yapmadan, bir sürü şeyi organize etmeye gerek kalmadan çocukları evde babaanne ve hala ile bırakıp kendimizi sinema salonunda patlamış mısır paketimiz elimizde koltuklara oturmuş buluverdik…
Evde neredeyse 1 ayı bulan hastalık döngüsünden, sürekli birini iyileştir ötekisi hasta olsun sarmalından, en sona doğru bir de ben de hastalanıp yatarak dinlenemeyince psikolojik olarak iyice yorgundum ki Kerem Cumartesi günü annesi ve ablasının bizi ziyaretini fırsat bilip onlara “yemekten sonra bir işiniz yoksa kalır mısınız biz Zeynep’le sinemaya gidelim” deyiverdi…  Sonrasında ben hızla İpek’i uyuttum, Mert’e uykusu gelirse halasının ona kitap okuyabileceğini, uykusu gelmezse bütün akşam oyun oynayabileceğini söyleyip ışık hızıyla evden çıktık!! JMert, zaten uyku saatini 1 saat geçince kesin uyumak isteyecekti, e İpek de zaten uyuyordu…
Evden çıkmadan ne sinema saatlerini ne de bilet durumunu kontrol ettik, sadece direkt sinemaya gittik. Aklımızdaki filme bilet kalmadığını görünce de saati uyan ve bileti olan “Senin Hikayen”e giriverdik. “Senin Hikayen”le ilgili yorumlar okumuş, keyifli bir “bebek sahibi olma” “bebekli bir aile olduktan sonra” temasını işleyen bir film olduğunu biliyordum…
Gerçekten sonuna kadar keyifle izledim, uzun zamandan beri ilk defa uyumadan bitirebildiğim bir film oldu… Evde ne zaman bir dvd koysak sonunu ben getirememiş olduğumdan dolayı dvd izleme motivasyonumda ciddi bir düşüş olmuştu; demek ki sinemaya gelmek gerekiyormuş…
Başrollerinde Selma Ergeç, Timuçin Esen ve Nevra Serezli oynuyor. Tabii ki bir sinema eleştirmeni olmadığımdan filmi teknik, sanatsal vs yönlerinden yorumlamayacağım. Sadece bende bıraktığı hissiyatı paylaşmak amacım… Kurumsal hayatta çalışan genç, başarılı bir kadın; kendi işini yapan, işleri çalkantılı giden bir erkek, birbirlerini seven, hayatlarından memnun bir çift ve huysuz ihtiyarlığı keyifle birleştiren (erkeğin) anne babası…  İzlerken insanın sürekli “aaaa biz de”, “aaa ben de” dediği bir film… Çocuk isteyip istemediğine karar verme süreci, hamilelik haberini kocayla sonra aile ile paylaşma,  bebek alışverişi, Sebastian’a dönen koca kişisi, bebek alışverişi, “normal mi doğuracaksın sezaryen mi?” muhabbeti, “isim buldunuz mu?” sorunsalı, doğum sırasında “yok ben bunu çıkartamayacağım” hissiyatı, bebekle birlikte değişen hayat, uykusuz geceler, her bebeği sorana telefonundaki galeriyi gezdirmek(!), bebeği babaya bırakıp kızlarla dışarı çıkma heyecanı gibi gibi gibi bizim evden, sizin evden, hepimizin hikayelerinden çok benzer sahnelerle dolu bir filmdi… İzlerken ben çok keyif aldım, ve evet itiraf ediyorum kadının adama hamilelik haberini verdiği sahnede ultrason görselini gösterince adamın “ne o ur mu tümör mü kanser misin?” dediği anda sinema salonunda kahkaha atan bendim!!
Evet, film hamilelik, bebek, çocukla ilgili hepimizin evindeki hikayeleri anlatıyor ama bence en çok da hayatı anlatıyor… Bir yandan doğuyoruz, doğuruyoruz; diğer yandan ölüyoruz…  Doğumla ölüm arasında elimizde kalan ise keyifle yaşadığımız anlar, birbirimize olan sevgimiz, bıraktığımız anılar…

Keyifli, sonunda biraz da gözyaşı barındıran filmden çıktık, arabaya doğru caddede soğuk havada yürümek bile güzel geldi…”Bakalım Mert uyumuş mu bizi beklerken?” diye sorarken eve bir girdik ki Mert üzerine minik battaniyesini almış salonda uzanmış ama uyumaya sonuna kadar direniyor, diğer tarafta İpek biraz önce öksürerek uyanmış babaannesi onu ana kucağına oturtmuş etrafı izliyor… Gecenin 12’sinde eve girip bizim evin bıdıklarını bizi beklerken bulunca içimi müthiş bir mutluluk duygusu sardı… Kısacası bir cumartesi gecesi “çılgınlığı” bana çok iyi geldi…

* Bu yazı 16 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com 'da yayınlanmıştır.

4 Ocak 2014 Cumartesi

Alternatif Egitim uzerine Finlandiya örneği... *

2 hafta önce Cumartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde bir seminere katıldım, konusu: “Açık Alanda Eğitim ve Orman Anaokulları”. Finlandiya’da yaşayan çevre eğitmeni ve okul öncesi uzmanı Gaye Amus bize açık alanda/ doğada eğitimin yararlarını anlattı ve orman anaokulları ile ilgili Finlandiya’daki deneyimini paylaştı.

Ben böyle bir seminere neden gittim? Nedeninden önce şunu söyleyeyim, genelde dinleyici kitle anaokulu öğretmenleri, yöneticileri ve benzeri eğitmenlerden oluşuyordu, sadece “anne” kimliği ile katılan başka bir katılımcı var mıydı bilmiyorum. Bu seminere gitmek istedim çünkü içinde bulunduğumuz eğitim sisteminden ben öğrenciyken de memnun değildim, kaldı ki arada geçen 20 civarı senede eğitim sisteminin / sürecinin ve eğitime bakış açısının ne yazık ki geriye gittiğine inanıyorum. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusu olur, bir gün onu da yazarım belki… ) Bu nedenle çevremde duyduğum alternatif eğitim şekillerini, süreçlerini, sistemlerini merakla takip ediyorum, dinlemeye/ okumaya çalışıyorum.
“Orman okulları” diye bir kavramdan ilk olarak yaklaşık 2-3  ay önce Mert’in yeni okuluna oryantasyon süreci devam ederken bir arkadaşımla beraber bir kitapçıda rastladığımız Mikado Çocuk’tan çıkmış olan “Benim Anaokulum” adlı kitap sayesinde haberdar olmuştum. Kitabı alma nedenim içinde anlatılan bir günün Mertlerin bir gününe benzemesiydi, böylece oryantasyon sürecinde işime yarayabileceğini düşündüğüm bu kitabı aldım. İçindeki bir sayfada da çocukların arada sırada ormanda yer alan doğa okuluna gittikleri yazıyordu. Okurken ilginç gelmişti böyle bir yaklaşım.

Neler dinledik Gaye Hanım’dan kısaca özetlemeye çalışayım:
Gaye Hanım, sunumuna başlarken dinleyicilere çocukları ayda bir ormana, ayda bir parka, 2 haftada bir ormana, 2 haftada bir parka, her hafta ormana, her hafta parka, her gün ormana ve her gün parka götüren kaç kişinin olduğunu sordu. Sorularda aydan güne geldikçe kalkan el sayısı azalırken ormana gitmekle ilgili sorularda parka göre kesin ve net bir şekilde daha az el kalktı. “e İstanbul işte” gibi bazı mırıldanmalar duyuldu arada…

Sonra açık havada eğitim ve orman anaokullarını 4 ana başlık altında anlattı ve bunların önemli olduğunu belirtti:
1.       Çevre
·         Eğitimin çoğu dışarıda gerçekleşiyor. (Zeynep’in notu: örneklenen anaokulu Helsinki’de Üniversite bölgesinde bir okul, alışık olduğumuz şekilde bir okul binası var, ancak alışık olmadığımız tarafı bahçesinin sadeliği ve haftanın 4 günü sabah buluşmasını okul binasında yaptıktan sonra yaklaşık yarım saatlik yürüme mesafesinde gittikleri ve günün büyük kısmını geçirdikleri orman)
·         Hava koşulları hangi şartlarda olursa olsun dışarıdalar.(Zeynep’in notu: örnek verilen ülke Finlandiya, dikkat çekmek isterim) -15 derece resmi rakam, yani -15 dereceye kadar dışarı çıkıyorlar. Yoğun bir fırtına olduğunda güvenlik önlemler alınarak dışarı çıkıyorlar yahut durum değerlendirmesi  yapılarak karar veriliyor ormana gidip gidilmeyeceği. Yağmur yağarken de ormana gidiliyor.
·         Geziler de yapılır bu okulda, öncelikli olarak da doğa gezileri
·         Orman ve bahçe ön planda
·         Doğa anaokullarında okulun bahçesi küçük ve sade (Zeynep’in notu: Bizim genelde alıştığımız sonradan yapma bahçeler, bahçesinde bir sürü plastik oyuncak vs yok; kumluk ve ağaçlık bir alan resimlerden gördüğümüz)
·         Ana yaklaşım şu: “okulun içinde yapılan her şey dışarıda da yapılabilir.”
·         Serbest oyun zamanları var, hatta çocuklar zamanlarının çoğunu serbest oyun şeklinde geçiriyor.  Bu oyun zamanlarında doğada buldukları malzemelerle oyun kuruyorlar. “Açık alanda olmak yaratıcılığı körükler” diyorlar.
·         Finlandiya’da  7 yaşına kadar okumayı öğrenme zorunluluğu yok, önemli olan oyuna odaklanmak. (Zeynep’in notu: ancak çevrelerinde herkesi bir şey okurken gördüklerinden dolayı okumaya ilgileri yüksek)
·         Okulun en küçüğü 2 yaşında ve 2 km yürümüşlüğü var J
·         Her zaman bir şey yapmak zorunda değiller, bir ağaç kovuğuna oturabilir ve diğer çocukları izleyebilirler ya da sadece dinlenebilirler.
2.       Esnek Parçalar (looseparts) :
·         Mimar Simon Nicholson’un geliştirdiği bir teoridir, esnek veya “dağınık” parçalar. Richard Louv da bunu “Doğadaki son çocuk” kitabında ele almıştır.
·         Çocuklar tek başına hiçbir şey ifade etmeyecek parçaları bir araya getirip oyun kuruyorlar.
·         Bahçede 3 hafta boyunca parça parça devam eden bir evcilik oyunu oynamışlar örneğin. Her gün oyuna yeni bir malzeme eklenmiş.
3.       Dayanıklılık (Resilience) :
·         Çocuklar birçok zorluk karşısında güç toplayıp yoluna devam edebilmeyi öğreniyor.
·         Risk alabilmeyi öğreniyor.
·         Fin kültüründe 3 yaş itibariyle çocuklara bıçak kullandırtıyorlar. Bizdeki “dur kesersin, dur düşersin” yaklaşımından farklı tabiiJ(Zeynep’in notu: biz de Mert’e keskin olmayan yemek bıçaklarını kullanabileceğini ancak dikkat etmesi gerektiğini söyleyerek başlamıştık sanırım 2.5 yaşındaydı o zamanlar; hatta aynı dönem babası ile birlikte tamir yaparlarken tornavida kullanmaya da minik minik başlamıştı. Burada bizim en temel kuralımız “elinde sivri, kesici bir şey varsa koşma” tabii bu yaklaşımımıza çevremizde irili ufaklı tepkiler olmadı değil!!)
4.       İşbirliği (collaboration):
·         Okulun yaklaşımında işbirliği, rehberli etkinlikler ve geleneksel oyunlar ön planda. (Zeynep’in notu: sunum sırasında izlediğimiz kısa bir videoda çocuklar kertenkelenin kuyruğu diye bir oyun oynuyorlardı. Arka arkaya dizilmiş bir grup bir çocuğun nünde duruyor, gruptakilerin hepsi bacaklarını A harfi gibi açıyor, çocuk da yerde kertenkele gibi sürünerek) sıranın en sonundaki çocuğun bacaklarının arasından geçtikten sonra ayağa kalkıyor ve sıranın en sonundaki çocuğun arkasına takılıyor, Böylece sıra uzadıkça uzuyor, kıkırdamalar, gülüşmeler arttıkça artıyorJ)
·         Veli katılımı çok önemli. Anaokuluna kayıt sırasında veliler hangi konuda okula destek verebileceklerini beyan ediyorlar. Veliler için gruplar var, böylelikle örneğin bahçeyle ilgilenen velinin bahçe işlerinde gönüllü olması veya gitar çalmayı bilen velinin bu yeteneğini etkinliklerde paylaşması sağlanıyor.

Diğer öne çıkan noktalar

Gaye Amus’un çalıştığı doğa anaokulunda
·         Çocuklar haftanın 4 günü dışarıdalar, 1 günü okul içindeler. Her gün bahçeye çıkarlar.
·         Yemeklerin hepsi organik.
·         Sanat etkinliklerini hem içeride hem de dışarıda yapıyorlar.
·         Çocuklara sıklıkla keşif fırsatları sunuluyor. Örneğin akşamdan bir buz kalıbına su dolduruyorlar ve bahçede bırakıyorlar. Sabah geldiklerinde kalıptaki suların donduğunu görüyorlar.
·         Okul haftanın 5 günü açık ve sabah 7’de girişler başlıyor, herkes geldikten sonra 8’de bahçeye çıkılıyor, akşam üstü 5 çıkış saati.
·         “Doğada evde olmak” prensipleriyle çalışan bir anaokulu.
·         2&3, 4&5, 6&7 yaşlar ayrı gruplardalar ama haftanın bir günü ormana gitmeyip  okulda kaldıklarında hep birlikte bahçedelerdir.
·         Bu okullardan Finlandiya’da 10 kadar varmış. Almanya’da 450 kadar, İsveç’te 190 kadar…
·         Bizim dinlediğimiz bu okul bir devlet okulu değil, özel okul. Ancak artık devlet de bu yaklaşımı desteklemeye başlamış. Devlet okullarındaki öğretmenlerin eğitilmesi için özel kurslar sağlanılıyor, pek çok devlet okulunda öğretmenler haftada bir ormana gidiyorlar.
·         Fotoğraf makinesi, kamera ve öğretmenlerin not defterlerine aldıkları notlar ile çocukların gelişimleri paylaşılıyor.
·         Müfredat- diğer anaokullarında nihayetinde ulaşılması beklenen,çocuğun gelişimini takip etmeyi sağlayan hedefler neyse bu okullarda da aynı sadece yöntem farklı.
·         Gidilen orman mutlaka önceden öğretmenlerce kontrol edilerek belirlenmiş bir alanı kapsıyor, orman anaokulunun kuruluş aşamasında da mekanın güvenli olup olmadığı önceden test ediliyor.
·         Ormanda hep aynı bölgeyi kullanıyorlar, hep aynı yeri kullanmak hem güvenlik açısından daha uygun hem de aynı yere gitmek çocuğa güvende duygusu veriyor.
·         Finlandiya’da 3 yaş üstü her 7 çocuğa 1 öğretmen, 3 yaş altı her 4 çocuğa 1 öğretmen düşüyor.
Benim bu seminerden aldığım notlar bunlarla sınırlı ama yaşananların, çocukların deneyimlerinin sonsuz olduğu muhakkak.  Bu şekilde okullar yurt dışında var bizde neden olmasın diyorum, yapmak istenirse yapılabileceğine inanıyorum. Mutlak bu okullardan yapılmalı, bizde de olmalı gibi bir yargım yok; ha tabii olsa, çoğalsa ne de güzel olur. Ama söylemek istediğim şu:
Bu okullar yurt dışında genelde büyük şehirlerde çocukların doğayla yeteri kadar iç içe büyümemeleri sonucu kurulmuş okullar olabiliyormuş. İstanbul’un da doğa, çevre anlamında durumu hepimizce malum… Belki eğitim yaklaşımlarımızın okullar bünyesinde değişmesi, çeşitlenmesi zaman alacaktır ama bizler bireysel olarak çocuklarımızı daha çok doğa ile bir araya getirebiliriz. Hala İstanbul’da ormanlar var, hala parklar var, deniz kenarı mevcut… Yazın yazlıklarda olan çocuklar hep yaz sonu bana büyümüş olarak gözükür. Neden? Doğayla, denizle, ağaçla, doğal malzemelerle, kumla, toprakla, suyla iç içe oldukları için…
Son olarak da kış aylarında olduğumuz ve neredeyse her çocuklu evde hastalığın kol gezindiği bu günlerde ben dışarılarda olmanın, temiz havanın, doğanın hastalıkları kışkışlayıcı tarafı olduğuna inanıyorum ve hemen sloganımı atıyorum: “kötü hava yoktur, kötü giyinmek vardır!” J Unutmayın, yukarıda bahsettiğim örnek Finlandiya’dan J


Kısa bir not: Seminerin sonunda Gaye Hanım, doğada eğitim ve orman anaokulları ile ilgili seminerler ve atölye çalışmalarının ileriki tarihlerde olabileceğini belirtti. İlgilenenler http://www.dogadaogreniyorum.org/ adresini takip edebilirler.

* Bu yazı, 2 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde yayınlanmıştır.