30 Aralık 2014 Salı

Bebeklerde Uyku ve Harvey Karp

Geçen hafta Gün Yayıncılık ve Philips Avent'in ortaklığında keyifli bir tanıtıma katıldım. Tanıtılan/ anlatılan kitap olunca bir şekilde yetişmeye, dinlemeye çalışıyorum... Dr. Harvey Karp'ın "Mahallenin En Mutlu Bebeğinin Uyku Kitabı" ve DVD'sinin tanıtım toplantısına iki arada bir derede yetiştim; iyi ki de yetişmişim dedim toplantının sonunda... Toplantı sırasında DVD'den izlediğim pek çok görüntü beni oldukça etkiledi diyebilirim...

23 Aralık 2014 Salı

Lohusa Depresyonu ve "Lohusayım Farkındayım" Semineri

Google'ı açın, "Lohusa" yazın, bakalım devamında vereceği ilk öneriler neler olacak? Ben "Lohusa Depresyonu"nu ilk sıralarda görürdüm diye tahmin ediyordum ancak ilk sıralar "Lohusa Şerbeti", "Lohusa Gecelik", "Lohusa Tacı" ve "Lohusa pijama" tarafından çoktan kapılmış!!! Hamilelikte yapılan aramalar çoğunlukta demek ki diye düşünüyorum ve demek ki hamilelik sonrası yaşanma olasılığı her 5 annede 1 olan "Lohusa Depresyonu" bunlar kadar merak edilmemiş!

Oysaki, geçen haftaki "Lohusa Depresyonu Farkındalık Haftası" kapsamında katıldığım seminerden aklımda kalan en temel öneri "Hamileyken çevrenizi lohusalık döneminize hazırlayın!" oldu...

15 Aralık 2014 Pazartesi

Lohusa Depresyonu Farkındalık Haftası içindeyiz...

Perihan, benim ilk, internet ortamında takip ettiğim bir blogger anne idi, sonra çocuklarımız aracılığı ile tanıştık ve arkadaş olduk... Şimdilerde hem hala takip ettiğim bir blogger hem de ara ara bir araya gelip çocuklarımızı, hayatlarımızı konuştuğumuz, açık sözlülüğünü de ayrıca çok sevdiğim bir arkadaş :)  Kendi blogunu takip ettiğim gibi zaman içinde kurucularından olduğu ve çok değerli paylaşımları olan "Uykusuz Anneler Kulübü"nü de merakla takip ettim. Şimdilerde bu kulüpten ne zaman atılacağımı ve kesintisiz uykularıma ne zaman geri döneceğimi merakla bekliyorum :)

Uykusuz Anneler, uykucubebek.com ile elele vererek Aralık ayının 3. haftasını Lohusa Depresyonu Farkındalık Haftası olarak ilan ediyorlar  ve bu konuda çalışmalar yapıyorlar...



Yarın (16 Aralık Salı)saat 13.00'da Hisar Hastanesi'nde Uzman Psikolog Aysun Bal Ömeroğlu'nun konuşmacı olacağı  "Lohusayım, Farkındayım" semineri gerçekleşecek... Yakınlarda doğum yapacaksanız ya da yeni anneyseniz veya yakınlarda baba olacak ya da olduysanız dinlemekte fayda görebileceğiniz bir seminer.

28 Kasım 2014 Cuma

Babywearing, Bebek Taşıma ve Sling Üzerine...

Dikkat bu yazı bol miktarda fotoğraf içerir! :)

Evet, bol miktarda fotoğraf içeriyor çünkü 16 aylık iki çocuklu yaşamımın "vazgeçilmez eşyalarım listesi" yapsam daimi 1 numarasında olan slingimin en güzel anlatıcısı fotoğraflar... Tabii çoğu selfie şeklinde, çünkü genelde kimse beni o halde çekmeyi akıl etmemiş ya da genelde İpek'le yalnız olduğumuz anlarda benim aklıma bir fotoğraf çekmek gelmiş...
İpek, 5 günlük ve ilk wrap tecrübemiz... biraz korku ile olması gerekenden gevşek bağlamışım! :)

24 Kasım 2014 Pazartesi

Bir "Öğretmenim Canım Benim" Yazısı...


Son günlerde Mert'le okuduğumuz ve içimi çok ısıtan kitaplardan bir tanesi... Kısacık bir hikaye... Sonunda bıraktığı his ise kocaman... Öyle mesaj kaygısı falan taşımıyor, mesajı alıyorsunuz ama bas bas bağıran, altı kırmızı kalemlerle çizili bir mesaj değil bu... Narin, nazik...

21 Kasım 2014 Cuma

Annelik Bir İkilem Yaşama Sanatı (mıdır?)

Bugün okuldan Mert'i almaya giderken geç kalmak üzere olmanın da verdiği bir sıkıntıyla içimde deriiiiin bir özlem hissettim oğluma karşı... Bu ilk değil...

12 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuklarla Yurt Dışı Tatili- Fransa ve İtalya- 2. Bölüm

Çocuklarla Ekim ayında gerçekleştirdiğimiz 5 günlük kısa Fransa turunun Nice ile ilgili ilk bölümünü burada paylaşmıştım. Şimdi Nice dışı olarak anlatacağım ikinci ve son bölümü karşınızdayım :)


yolculuk öncesi çalışma notlarım :)

27 Ekim 2014 Pazartesi

Çocuklarla yurt dışı tatili- Fransa ve İtalya

Biz gezmeyi, yeni yerlerle birlikte yeni insanlar görmeyi seven bir aileyiz... Ben ve Kerem, üniversiteden beri her fırsat bulduğumuzda, elimizde para olduğunda gezmeyi, seyahat etmeyi tercih ettik hep... Çocuklarımız da öyle olsun istiyoruz, öncelikleri satın alacakları bir eşyadan çok gezecekleri bir ülke, şehir, köy olsun istiyoruz... (yani sanırım öyle istiyoruz,bunu hiç konuşmadık ama tercihlerimiz ve davranışlarımız bu yönde :))

Bayram tatili yaklaşırken de elimizde hiçbir program yoktu, sadece Kerem'in bu yıl sonunda zamanı dolacak milleri ve Kasım ayında da benim ve Kerem'in süresi bitecek Schengen'imizden muhabbet açılmışken bir akşam önce mevsim itibariyle nereye gideceğimize karar verdik, uçak biletlerimizi aldı (çok son dakika planı olduğu için bayramın 3. gününe bilet bulabildik gidiş için) ve temiz, ekonomik bir otel buldu Kerem. Ardından 5 günlük Nice (Güney Fransa) merkezli programı doldurma görevi bana düştü.


29 Eylül 2014 Pazartesi

Bisikletçi ve Bisikletli arasındaki fark...

Bisikletçinin ben olmadığım kesinlik kazandı, benden olsa olsa bisikletli olur... Nedeni aşağıda:) 

3-4 gün önce Twitter'da tesadüfen rastladığım bir retweet sonucu dün Bisiklet Gezgini ile tanıştım ve düzenledikleri Kadınca Pedallama turuna katıldım. Kadıköy İDO iskelesi önünde buluşupönce Bostancı'ya kadar bisikletlerimizle sahilden pedalladık, sonra Çiftehavuzlar'daki bence harika dükkanda kahvaltı ettik. Daha önce hiç tanımadığım 7 kadınla şu ara içinde en yoğun olarak bulunduğum çoluk çocuk mevzularından başka yerlere sürüklendim...

28 Eylül 2014 Pazar

Çamur ve çocuk, çamur ve anne :)

Bugün Mert'le birlikte kendimizi çamura attık...

Ocak 2013'te çocukların (ve tabii büyüklerin de) doğada olmasının değerine inanmış anneler tarafından kurulmuş NaturKid'in Atölye Çamur etkinliğine katıldık. Göztepe Mehmet Sait Aydoslu İşitme Engelliler Ortaokulu'nun bahçesinde Pazartesi'den bu yana gerçekleşen ve yarın son bulacak olan etkinlik birçok heykel çıkartmış ortaya...

24 Eylül 2014 Çarşamba

Daktilo...

Eskiden daktilo varmış, kalem ve kağıt varmış... Üzgünüm sevgili bilgisayar ama yazı yazarken senden daha etkiliymiş... Evet, biliyorum yanlış bir şey yazdığımda düzeltmem bir saniyeden bile az, kağıtları harcayıp harcayıp atmıyorum bir kenara, ister yatarken,ister otururken, hatta hatta şimdi telefon vb ile her yerde hızlıca yazmak mümkün...

Mümkün de ben dağılmamak istiyorum.

16 Eylül 2014 Salı

Birinin her istediği kapıyı istediğinde çalmaya hakkı var mıdır?

Gerçekten... Bunu hiçbir ironi içermeden gerçek anlamıyla soruyorum; var mıdır?

Her hafta Salı günü saat 11.30 civarlarında bizim kapı çalıyor, süt ve yumurta satan orta yaşlarda bir bey safiyane güler yüzüyle "yumurta alır mısınız?" diye soruyor!

5 Eylül 2014 Cuma

İyi Dev Biranda :)

Çok uzun zamandır kendisiyle Anne Baaak! için bir röportaj yapmak istiyordum. Ancak bu isteğimi sadece kendim biliyordum, Biranda'nın haberi yoktu. Sanırım ben birebir tanıdığım kişilere bu tip ricalarımı çok daha zor iletiyorum. Sanki, istemezlerse "hayır" deme haklarını tanışıklığımız ve aramızdaki ilişki nedeniyle kullanamazlarmış gibi geliyor... Neyse benim bu düşünceme bir de yaz tatilleri eklenince ara iyice açıldı... Ancak süreci hızlandıran Biranda oldu; kendisine isteğimi iletince Biranda,adına uygun hızda bana "e yarın buluşabiliriz" dedi. 

Veeee böylece bizim için çok ayrı yeri olan "mahallemizin" çocuk kitapçısı İyi Cüceler'in geçtiğimiz 2.5 sene boyunca iki iyi devinden biri olan Biranda ile keyifli birkaç saat geçirdik.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Kardeşlerin aynı odayı paylaşması

Uzun zamandır aklımdaydı...

Hatta kendime zaman da koymuştum...

Tatiller bitsin, yaz sonu, hem İpek de 1 yaşını geçmiş olur, uyku, emme vs nispeten bir düzende olur diyordum...

Mert ile İpek aynı odayı paylaşsa iyi olur gibi geliyordu bana...

Dün de evde olmanın verdiği bir güçle bir anda kendimi İpek'in eşyalarını Mert'in odasına taşırken buldum...

Haaa Mert zaten birkaç aydır "eveeeeet aynı odada olalım" diyordu...

Neler düşündüm(k), neden böyle bir karar aldım(k), neler yaptık, neleri değiştirdik ilk fırsatta yazacağım... Hala düzenlenmesi gereken iki oda beni bekliyor!

Ama merak ediyorum: Çocukları aynı odayı paylaşan/ paylaşmış olan anneler aktarmak isterlerse tecrübelerini, bu işin negatif, pozitif yanlarını paylaşabilirler mi?

Bakalım bizde bu iş nasıl ilerleyecek?

14 Ağustos 2014 Perşembe

Sizinki Hangi Tip Annelik?

Böyle anketler vardır hani, sorulara verdiğin yanıta göre şıklarını sayarsın a şıklarından daha çok yanıtın varsa x tip sevgilisindir/ kadınsındır/ karaktersindir, b'lerden çoğunluktaysa y tipsindir, c'lerden fazla ise z tipsindir gibi!...

Bu anneliğinde tipleri var mı acaba? Bana göre cevap "hayır yok" yani böyle sınıflandırılabilecek kadar belirgin değil... Bence her annenin anneliği, parmak izi gibi kişiye özel hatta çocuğun parmak izi gibi, çocuğa özel... Yani birden fazla çocuğu olunca insanın, çocuklarının aynı yaş dönemlerinde üzerine giydiği annelik kıyafeti değişiklik gösterebiliyor sanki?!...

Kendime bakıyorum da Mert'in ilk 1 yılında ben sürekli okuyan, kitapları hatmedip doğruları bulmaya çalışan, çocuk kitaba uygun yola girmeyince kendi kendini yiyip bitiren bir anneydim. İpek'in ilk 1 yılında ise yine kitap okumaya devam eden, ama kesinlikle daha seçici, ama bundan 3.5-4 sene önceki gibi her yazanı "kesin doğru" kabul etmeyen, hatta çoğu zaman kendi doğrusunu kendi hisleri ile bulmaya çalışan bir anne oldum. Bunun pek çok nedeni var bence: bir kere kitaplar çoğunlukla Batı kültürü baz alınarak yazılmış olduğundan dolayı okurken her şeyi yüzde yüz uygulamaya çalışmak beni bazen gereksiz yordu! Annenin kendi kültürüne, yani hem toplumsal hem de kendi bireysel geçmişini içeren kültürüne adapte edebilmek, yani kitabı süzmek bence anneyi oldukça rahatlatabilecek bir "ilk adım". İkincisi çocuğu tanımak, hatta çocuğun işaretlerini izlemek çok değerli gibi geliyor bana... Ve üçüncüsü annenin iç sesine kulak vermesi...İnsan kitaplardan doğruyu çok kolay öğreniyor, bunun üstüne çocuğunu da tanımaya çalışıyorsa kendi iç sesi hiç ara vermeden çalışmaya/ konuşmaya/ bazen ise fısıldamaya devam ediyor. İşte o ses aslında hem anne olarak benim yapabileceklerimi çok iyi biliyor hem de çocuğumun/ çocuklarımın kabul edebileceklerini...

Örneğin ben Mert'in bebekliğinde tam bir Tracy Hogg fanı idim, yatır kaldır metodunu, E.A.S.Y'i, şşşşhhh-pat'ı o dönemde kelime kelime anlatıyordum çevremdekilere... İpek'te ne oldu? Uyku için bir "eğitim", "disiplin" sürecine sokmadım kendimi de İpek'i de... Kendi düzenimizi zamanla bulduk, kimi zaman kucakta uyuttum, kimi zaman yatağında pışpışlayarak vs... Neye itiyacı olduğunu anlamaya çalıştım (ya da kendimin neye ihtiyacı var, kendimi dinlemeye çalıştım)...

Aynı durum beslenme için de geçerli, aktiviteler için de, tuvalet alışkanlığı (gerçi daha İpek'te bu sürece girmemize çok var) için de...Genel yaklaşımım kitapları, makaleleri okuyayım; farkındalık kazanayım, genel geçer doğruyu öğreneyim ama kendi düzenimizi kendimize göre oluşturayım...

2 gün önce Mert'e incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenden ötürü fazlasıyla çok kızdım! Bağırdım, söylendim!!! Sakinleşmem uzunca bir zamanımı aldı! Normalde çok kolay yönetebileceğim bir huysuzluk anını yönetemedim, yönetmek istemedim! Çünkü bir gece önce neredeyse hiç uyumamış ve sabrımı ilk fırsatta kaybetmeye meyilli bir hale bürünüvermiştim! Doğrunun ne olduğunu bile bile yanlışı yapmak da ayrıca can sıkıcı bir mevzu... Neyse 2 gün önceki günümüz pek hoş geçmedi ama dün Mert'e onunla sakince konuşmak yerine bağırdığım için çok üzgün olduğumu söyledim, o da bana kendisinin mızmızlanmamaya çalışacağını benim de daha sakin olmamı istediğini belirtti. Çok medenice konuştuk yani :)

Tüm bunların üzerine ben bu sabah bu linkteki yazıya denk geldim, aslında yazılalı bayağı zaman olmuş ama daha önce okumamıştım. Okuyunca bana iyi geldi, kendini kitabi anne baba olmaya zorlayan anne babalara (zamanında/ hatta hala zaman zaman benim olduğum gibi) iyi gelebileceğini düşünerek buradan da paylaşmak istedim. Samimi olmak ve kendin gibi olmak annelikte de kilit özelliklerden bence... Tabii ki kendim olacağım derken her şeye esip kükreyen biri isek sürekli bir sinir küpü şeklinde dolaşalım demiyorum bu arada:) Çocuk, insana kendisini tanıması, kendi çocukluğunu anlaması için bir fırsat da sunuyor aslında; bu fırsatı kullanıp kendimize ve çevremize zarar veren yönlerimizi törpüleyebiliyorsak ne de güzel:))

Kısacası sonuç: Bu anneliğin tipleri yok bana göre, her birimizinki kendimize özel... Doğrular da öyle, yaşananlar da, yaşananlara verilen tepkiler de... Kimseyle kendimizi kıyaslamamak, hatta hatta çocuklarımızı kıyas yanılgısına düşmeyip kendimiz olmak bana göre en kolayı...




5 Ağustos 2014 Salı

Yazlıkta Bir Külkedisi Masalı :)

2 yıl önce yine bu zamanlardı... Mert daha 2.5 yaşında bile değildi biz Erikli ile tanıştığımızda... Erikli Saros Körfezi'nde misssss gibi denizi olan yazları kalabalık bir sahil köyü...

Kışın ben işi bıraktıktan sonra Mert ile İstanbul'da pek çok şubesi bulunan oyun gruplarından birine gitmeye başlamıştık. Çevremde hiç hafta içi müsait olan çocuklu anne yoktu ve böyle bir gruba gitmesek sanki Mert hiç sosyalleşemeyecek gibi geliyordu o dönemde... Gittiğimiz oyun grubundan hiç memnun kalmadım, çevremde de pek çok memnuniyetsiz anne vardı. Hatta memnuniyetsizliğimi hem sözlü, hem yazılı olarak iletmeme karşın nezaketen yazılı bir yanıt bile alamadım kendilerinden... Neyse çok alakasız bir girizgah oldu :) Bu oyun grubunun bizim için en güzel kazancı o dönemlerde oraya devam eden 3 çocuk ve anneleriyle tanışmamız oldu ve ardından da 4 çocuklu kendi oyun grubumuzu kurduk kendi evlerimizde... Bizim çocukların tam 2 yaş krizlerini yaşadıkları dönemde biz anneler birbirimizle rehabilite olduk :)

O kışın yazında da grubumuzdan iki anne, yazlıklarının olduğu Erikli'ye giderken bizleri de ısrarla Erikli'ye davet ettiler. Benim için zaten ısrara gerek yok, Temmuz ayı içinde bir gün Mert'i de arabaya atıp Mert'le başbaşa ilk uzun yol tecrübesini yaşadım. 3 günlüğüne gittiğimiz Erikli'den 1 aylık (Mert'in o dönemki söylemi ile) "tatil evi" kiralayarak döndük. Sonrasında eşyalarımızı toparlayıp, Kerem'in geliş gidişlerini ayarlayıp Erikli'de 1 ay geçirmeye gittik yine Mert'le baş başa bir yolculukla... O bir ayı anlatmaya kalksam uzun, hem de upuzuuuun bir yazı çıkar. Kısaca şunu söyleyebilirim: O bir ayda Mert büyüdü! Benim o tatilden sonra "yazlık ev (bunu köy ortamı, orman, yayla, sahil kasabası gibi doğayla içiçe oldukları her yer için söylemek mümkün bence) çocuklar için nimet", "yaz çocukları büyütüyor." gibi cümleler ağzımdan düşmez oldu...

Mert,buradaki 3 resimde henüz 2.5 yaşında :) 

Geçen yaz da malum, hamilelikti, doğumdu derken Erikli'ye gidemedik... Bu yıl ise kıştan itibaren zaman planımızı yaptık Erikli'ye gitme isteğimizi gerçeğe dönüştürdük. Nisan ayı gibi bir ön gezinme için gittik önce, Mert'in "bebeklik" "oyun grubu" arkadaşı ve bizim arkadaşımız olan anne ve babasıyla bir hafta sonu gezintisi yapıverdik Erikli'ye... Öyle rüzgarlı,öyle boş, öyle sakindi ki Nisan ayında ben o halini ayrı bir sevdim...

Neyse sonuçta Haziran sonu bir yer ayarladık, Temmuz ayı başında bavullarımızı topladık koyulduk Erikli yoluna...Erikli, İstanbul'dan TEM'den Kınalı çıkışını kullanarak Çanakkale yolunu takip ederek 3,5 saatte varılan "İstanbul'a en yakın Ege kıyısı".Haa bu arada yola İstanbul'un Avrupa yakasının iyice batı yönünden çıkıyorsanız yolculuk 2.5 saate kadar düşebilir.

3 haftalık Erikli tatilimiz(de)
- evin denize çok yakın olması nedeniyle sürekli deniz kum güneş halinde geçti.
- Mert suyun üzerinde duracak şekilde yüzmeyi öğrendi.
- İpek, kumsaldan denize, denizden kumsala emekleyip durdu. Simidi içinde denize girdiği her an mest oldu.
- Okula ara veren ve sürekli benimle ve İpek'le zaman geçiren Mert'te kardeşine bağlılık arttı (bence:)), İpek'in ise ağabeyine olan hayranlığı arttı.
- Her sabah simitli kahvaltı keyfi yaptık.
- Kerem'in olmadığı günlerde iki çocukla beni en zorlayan kısım, neredeyse güneş batarken denizden çıkıp hepimizin duş almasını sağlamak oldu.
- Çocuklar hariç beni en zorlayan konu ise sezonluk/ aylık / haftalık hatta günlük kiraya verilen evlerin temizliğinin maalesef minimumda bile olmaması oldu. Bu konuda daha önceki seneden hazırlıklı gitmiştim Erikli'ye ama İpek'in emekleme/ sıralama döneminde olması benim biraz daha hassas olmama neden oldu sanırım.
- Denizin güzelliğine methiyelere dizip, insanların çevreye duyarsızlığına ve pisliğe söylenip durdum/k sürekli.
- Ne güzel ki Erikli'de misafirlerimiz oldu, İpek'ciğimizin 1. yaşını kutladık kendi çapımızda kumsalın yanı başında.
- Sonra Kerem'in de doğum gününü kutladık biz bize...
- Benim çocukluğumdaki yazlık hayatını yaşadık sanki... Gündüz kahvaltı, deniz, öğle uykusu, deniz; akşam yemek, yürüyüş, dondurma ve tabii ki Mert'in trambolin sefası...
- Mert, "bir dahaki yaz yine gelelim" dedi tatilin son günlerinde...
- En son gün, Mert, sörf tahtasından denize atlıyordu. Eğlencesine kafayı denize sokup, "daldım ben" diyordu :)
- Mert, bulduğu her tepsi ile sahil esnaflığına soyundu. Kimi zaman simitçi, kimi zaman dondurmacı, kimi zaman ise meyve sebzeci oldu bağıra çağıra... "sıcak simitlerim vaaaaaaaaar,simit ister midinizzzzz?!!!" cümlesi evin demirbaş cümlesiydi mesela...
- Mert, arkadaşlarıyla oynadı, denize girdi, mutlu oldu.
- İpek, hayvanları keşfetti; kedileri, köpekleri gördükçe delirdi.

Kısacası yine bir yazlık hayatı çocukları büyüttü bence... Mutluydular... Ben de koşturmacaları olsa da, bazı günler çok yorulup kendimi külkedisi gibi hissetmiş olsam da huzur buldum... Akşamları ve öğlenleri çocukları uyuttuktan sonra oturduğum balkonda, sabahları erken saatte,akşamları güneş batmadan atladığım soğuk denizde, akşam yürüyüşlerinde ve pek çok anda...


3 Ağustos 2014 Pazar

bu aralar ben...

Bu aralar ben çok şey yapmak istiyorum...

Art arda bir sürü (sırada bekleyen) kitabımı okumak, yazılar yazmak, fotoğraflar çekmek, evi sadeleştirmek, gezmek, bir sürü yeni şey öğrenmek, elimden gelen bir sanat olsun ve bir şeyler üreteyim istiyorum da istiyorum...

Biz çocukken (ve hatta büyüdüğümüzde) annemin kahverengi dolaplı bir dikiş makinesi vardı ve annem orada bayağı bayağı kendi çapında üretim yapardı... Burda dergilerinden modeller çıkarır, keser, biçer, bana, ablama, kendisine kıyafetler dikerdi... Biz büyüdükçe burun kıvırmaya başladık, annem de "giymeyecekseniz emeğime yazık" demeye başladı. Ama o makinede hep bir şeyler üretmeye devam etti.... Hiçbir zaman o makine nasıl kullanılıyor diye merak etmedim, bir gün kullanır mıyım diye aklımın köşesinden bile bir düşünce geçmedi... Kaldı ki kopan düğmeyi dikmek bile benim için sıkıntılı bir mevzu! Ama gel gör ki, yaşla mı bağlantılı, çocukların olmasından mı, iş hayatında olmamamdan mı, Pinterest'te gördüğüm DIY projelerinden mi, hobi edinmeyi sevmekten mi bilmiyorum biraz önce internette dikiş makinesi bakarken buldum kendimi! Geçici bir heves mi, istek mi, keyifli olur mu, sıkılır mıyım bilmiyorum ama sanki şu an evde bir makine olsa deneyeceğim gibi geldi... Farklı desenlerden kumaş parçalarını birleştirip perde yapabilir miyim acaba ya da İpek'e bir elbise ya da salona renk renk yastıklar???

Ama sonra bir kitabı bile bitiremediğim bir dönemdeyken ne çok şey yapmak istiyorum da gerçekçi miyim diye kendimi sorguluyorum! Acaba, İpek'in büyüme atakları, dişleri derken uykuya aç olduğum bu dönemde ayak üstü uyanıkken rüyalarda mı geziniyorum? :)

21 Temmuz 2014 Pazartesi

sut kokulu bebekten sogan kokulu yataga!!!

Geçen yıl bu saatlerde anne karninda 41. Haftasini doldurmus olan Ipek'in dogumunu bekliyorduk hastane odasinda... ben de muhtemelen sabah ya da oglene dogru dogumu baslayacagini umit eden bir gebe olarak biraz guc toplamak icin uyumaya calisiyordum. Ertesi gun Ipek doğdu ogleden sonra, hikayemiz burada mevcut :)) sonrasinda bir sut kokusu sardi etrafimizi, odamizi, yatagimizi; belki gercek belki de psikolojikti...

Simdi tam 1 yil sonra yine uyumaya çalışıyorum;  son 2 gecedir ayyuka cikan Ipek'in "annemin tepesinde uyuyacagim ve butun gece emecegim" istegi ile bas basa!!! 3-4 disi bir arada gelmeye karar veren Ipek, rahatlamayi benim kucagimda buluyor. .. bu uykusuzluga biz de surekli bir cozum bulmaya calisiyoruz; biraz once en aon yatagimizda Ipek'e kuru sogan veriyordum dislerini kasisin diye... sanirim rahatlatti, şu an en azindan dalmış gozukuyor! Ve bana kalan elimde bir sogan kokusu, yatagimda nefes alip verdikçe buram buram sogan kokan bir 1 yas minigi!!!! :)) sanki bir lahmacun salonu edasinda!!


Bu 1 senede kat etigimiz yola bak!! :))

Iyi geceler, tatli ruyalar... simdi oda havalansin diye cami acsam uyanir bu bidik, iyisi mi sogan kokusu esliginde uyumaya calismak! :)

11 Temmuz 2014 Cuma

İki Çocuk ZOR! (mu acaba?)

Sokakta dolaşıyorum bizim evin minikleriyle, gören hemen "zor! değil mi?" diyor...

Marketteyim İpek slingde, Mert market arabasında akrobasi halinde, hemen bir "zor! değil mi?"

Parktayım, İpek'i sallıyorum, Mert tırmanma duvarında!!! Arkadan bir ses "zor! değil mi?"

"Yazın ev tutacağız, hafta içi çocuklarla ben kalacağım, hafta sonları Kerem gelecek" diyorum, arkadaşlarımdan bir ses: "Zor olmayacak mı? Bak çok yorulacaksın!"

Deniz kenarında İpek kovaya kum doldurup boşaltıyor,biz Mert'le inşaat (!) yapıyoruz, bir teyze geliyor: "Zor! Değil mi?" diyor...

Akşam yürüyüşe çıkıyoruz, İpek pusette, Mert Scooterında dondurmacıya gidiyoruz; arkadan bir fısıltı duyuyorum: "Zor ama!"

Dışarıdayız, Mert tırlatmış, krizlerde, bir şeye tutturmuş belli; İpek'in de eşref saatine denk gelmiş, bas bas ağlıyor! Yandan bir ses: "n'oldu, ay neden ağlıyorsun; yavrum üzme anneni!" "Zor tabii ikisiyle uğraşmak!"

ve daha bir sürü aklıma gelmeyen sahne...

İki çocuk zor mu peki? hayatta her şey zor, yani zor olabilir... Bu bize bağlı... "ah çok zor, vah çok zor" diye hayıflanınca hayatın kolaylaştığını görmedim ben. Ama zor değil demek de kolay olduğu anlamına gelmiyor... Zor değil ama normal olabiliyor bazı şeyler.. O kadar her şeyden şikayet etmeye alışığız ki "Normal"i unuttuk sanki!

İkisiyle yalnız, tabii zorlandığım anlar oluyor ama bu hiç vah vahlandığım bir şey olmadı; "normal" diyorum soranlara da ... Zor diyerek haksızlık etmek istemiyorum, ne kendime, ne yaşamıma ne de çocuklarıma... Ama çoooook kolay diyerek saçma bir Polyanna'cılık da yapmıyorum.... Çünkü gerçekten yorulduğum anlar oluyor, ama ne yaparsak yorulacağız öyle değil mi? Çok sevdiğimiz bir sporu yaparken de, işe gittiğimizde de, çok sevdiğimiz bir yere uçakla seyahat ederken de, çok sevdiğimiz bir yemeği pişirirken de, hiçbir şey yapmamıza gerek olmayıp birilerinin yapmasını organize ederken de... Kısacası yorgunluk her işin içinde var, önemli olan biz nasıl bakıyoruz, biz nasıl yaşıyoruz?

"(Çok) zor değil mi?" diye sorana (ki genellikle ayak üstü tanıştığım kişilerle) "yoo bir şekilde halloluyor, normal" deyince fark ediyorum ki sohbet kesiliyor; tam tersi "zor"u kabullenirsem muhabbet bayağı uzuyor da uzuyor ... Acaba şikayetler dışında pek fazla muhabbet konumuz yok mu diye düşünüyorum... İyi şeyleri, hadi en azından normalleri konuşmak pek rating getirmiyor galiba?

Kültürel bir şey mi bu bilmiyorum ama bizim ülkemizde yaşlılarla sohbet edince çoğunluğun sohbetinin hastalıklar yurt dışındakilerin ise gezme tozma olduğunu fark ediyorum... Tabii bu benim küçük dünyamda gözlemlediğim bir örneklem...  Ha bu arada tabii ki ülke koşullarımız, yaşam koşullarımız daha "zor"lu, daha az medeni vs olabilir... Ben bunlardan bağımsız, o an sağlığımız iyiyken, sevdiklerimizle birlikteyken gerçekleştirdiğimiz konuşmalardan bahsediyorum.

Şikayet, ahlanıp vahlanma damarlarımıza işlemiş ve hayattan zevk almamızı engelliyor olabilir aman dikkat diyeyim :) "Çoooook zoooooor!!!! ile Polyanna arasında "normal" diye bir şey olduğunu unutuyor olabilir miyiz acaba?" diyerek de bitireyim...

Sevgilerle :)


9 Temmuz 2014 Çarşamba

yaz tatiline devam: Rodos

Biz bu hafta sonu itibariyle başka bir tatile daha doğrusu yazlık hayatına yelken açmışken Marmaris tatil yazıma Rodos'la devam edeyim... Farkındayım; sürekli bir tatil yazısı yazmak okuyana "amma tatil yaptın kardeşim!" hissi veriyor olabilir ama yine yazayım geçen seneki yazın ortası doğum süreci nedeniyle adam gibi bir tatil yapamadığımızı ve bu sene onun da ivmesiyle iyi bir tarih planı yaptığımızı belirtmeden geçemeyeceğim...

Çocukların ve bizim henüz süreleri dolmamış Schengen vizelerimiz olunca (Schengen vizesi olmayanlar için Yunan adalarına girişte "kapıda  vize " uygulaması bulunuyor. Detaylı bilgi burada mevcut.) Marmaris'e giderken pasaportları da çantama attım, iyi ki de atmışım... Marmaris'in merkezinden 1 saatlik bir deniz otobüsü yolculuğu ile Rodos'a geçtik. Biletlerimizi yolculuktan sadece bir gece önce internetten alabilince boş bir deniz otobüsü ile karşılaşacağımızı düşünmüştüm; yanılmışım! Tamamen doluydu! Marmaris'ten Rodos'a biri sabah biri akşam üstü olmak üzere iki sefer yapılıyor; Rodos'tan Marmaris'e de aynı şekilde... Bu arada Marmaris'te limanın bir otoparkı var, günlük ücret karşılığı arabanızı buraya park edip deniz otobüsüne binebiliyorsunuz. Mutlaka ve mutlaka kalkıştan bir saat önce limanda bulunmakta fayda var, yurt dışı çıkış harcını ödemek ve biniş kartını almak için ve en son olarak da pasaport kontrolünde olmak üzere ayrı ayrı sıralarda uzunca beklemek mümkün. Bir de bunun iniş versiyonu var, inişte bebekli ve çocuklu olmamızdan dolayı bize bayağı bir öncelik verildi; verilmese o sıcakta uzunca bir kuyruk beklememiz gerekebilirdi...

Rodos'a gelip, limandan adaya ayak basınca hemen limanın karşısında lokal araç kiralama büroları bulunuyor. Biz onlardan birinden küçük bir aile aracı kiralamak istedik, sezon artık başladığı için araba kalmamış bir günlük idare etmemiz için bir Fiat Doblo verdiler bize, ertesi gün minik arabamıza geçebildik. Fiat Doblo ile kendimizi kah bir küçük esnaf, kah bagajı açıp mangalı çıkarıverecek bir piknikçi gibi hissettik. En süper tarafı İpek'in pusetini kapatmak zorunda kalmadan bagaja koyabilmekti sanırım :) Araç kiralama bürosunun bize önerisi, bir dahaki sefere gelmeden önce araç rezervasyonumuzu mutlaka yaptırmamız yönünde oldu.

Arabamızı da aldıktan sonra ver elini (yine bir gece önce rezervasyonumuzu yaptırdığımız) Hotel Alga. Son dakikaya kalınca  Rodos'ta istediğimiz lokasyonda, istediğimiz oteli bulmamız mümkün olamadı. Biz aslında plajları çok güzel olan adanın güney kısmında yer alan Lindos'ta konaklamayı istiyorduk. Daha önce Rodos'a gelmiş arkadaşlarımızın önerileri hep Lindos'ta birleşiyordu. Biz Lindos'ta yer bulamayınca şehir merkezine yakın, Yeni Rodos olarak bilinen yerdeki oteli seçtik. Bütün gün plajları gezeceğimiz ve yemeği sürekli dışarıda yiyeceğimizden dolayı bizim için temiz ve rahat bir otel olması yeterliydi. Otele yerleştik, plaj çantamızı aldık ve önce yemek yemek, sonrasında da denize girmek üzere adanın güneyine doğru yola çıktık. Ancak açlık ağır basınca fazla güneye inmeden bize önerilen plajlardan birisi olan Kalitheas'a saptık. Plaja gelmeden bir ormanlık alanda da bizim yol üstü piknik alanlarına, "kendin pişir kendin ye" tarzı yerlere benzeyen bahçeli restoranlardan birine oturduk. Ben bir Greek Salata ve Pirzola siparişi verdim. Pirzola tabağı evde yapsam tüm aileye yetecek kadar dolu geldi. O sırada Mert de uyuyor olduğundan biraz İpek'le paylaştım, geri kalanını da sabah kahvaltı edememiş olan mideme bayram niyetine sundum. (aşağıdaki resimleri de yemek bitmeye yakın fotoğraf çekmek aklıma gelince çektim)




Yemekten sonra plaja gitmek üzere az bir yol daha devam ettik ve Kalitheas Plajı'na geldik. Plaj uzun bir şeride yayılmış ve plajın en sonunda bir  baby beach bulunuyor: kumlu, sığ alanı bol olan yeşilli mavili denize sahip bir plaj burası ve biz burada Rodos'ta ilk deniz deneyimimizi yaşadık. Akşama doğru plajdan ayrılırken ilk dikkatimi çeken plajın tertemiz hali oldu! sanki hiç kimse plajdan denize girmemiş gibi tertemizdi! Akşam ne yesek, nerede yesek derken geç saatte plajdan çıkınca otele varmamız da geç olunca banyo sırasıydı, İpek'i uyutmaktı, Mert'in yorgunluğuydu derken erkenden hepimiz uyuduk.

Rodos'ta 2. günümüzde istikamet adanın güneyindeki Lindos oldu. Lindos yokuşu bol, taşlık bir alan... Minik arabamızla denize en yakın otoparka indik, inerken de bu minicik arabayla acaba dönüşte bu yokuşu çıkar mıyız diye düşündük... Dönüşte araba tık bile demedi o dik yokuşları gayet rahat çıkıverdi. Lindos'un denizi ve tamamen tesadüfen tercih ettiğimiz plajı çocukla ve bebekle çok rahat edilebilecek plajlardan bir tanesi. Tamamen kum... Mert de İpek de denize girdi çıktı, kumlarla bol bol oynadı... Günün arasında plajın hemen arkasındaki restoranda güzel bir yemek yedik... Günün sonunda yine plajı en geç terk edenler bizdik sanırım... Lindos'tan Rodos'a 1 saate yakın bir yol gitmek gerekiyor. Çok şanslıydık ki bu bir saatlik yolun hem gidişinde hem dönüşünde İpek uyudu arabada...



Bir önceki günkü erken uykunun aksine 2. gün kendimizi Yeni Rodos yollarına attık, bol rüzgarlı bir gecede... "Rodos'a gidince mutlaka TAMAM'da yemek yiyin" demişti bir arkadaşımız, otele de yakın olunca biz burayı es geçmek istedik. Hatta pek tarzımız olmamakla birlikte 1 saatten biraz fazlaca bir süre restorana girmek için sıra bekledik! Hatta beklerken İpek, sıra bize gelip de restorana girdiğimizde Mert uyudular... Tamam'daki yemek de iki uyuyan bıdık eşliğinde baş başa bir yemek oldu... "İyi ki gittik" hatta "tekrar Rodos'a gelme nedeni olabilecek kadar güzel" dediğimiz bir yer oldu bizim için TAMAM. Ben öyle uzun uzadıya gurmevari bir yazı yazamam, o incelikleri de bilemem ama yediğim yemeklerin her birinin ayrı ayrı çok leziz olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bir aile işletmesi olan sanırım 15 masası olan TAMAM daha önce Vedat Milor tarafından yazılmış. Ben balık, Kerem de kuzu eti yedi ana yemek olarak; ikisi de ayrı ayrı çok lezzetliydi... Rodos'ta her gün öğle ve akşam yemeklerinde Greek Salata yedik mutlaka ama buradaki bir başka tat bıraktı damağımızda...ve yemeklerin aralarında servis edilen ikramlar... Bütün bu ikramlara ve yediğimiz leziz yemeklere rağmen akşamın sonunda gelen oldukça ekonomik olan hesap çok şaşırtıcı oldu bizim için.. Kısacası biz TAMAM'ı sevdik, TAMAM'daki aile ruhunu ve sohbeti sevdik...

Rodos'taki son günümüzde de yine adanın güneyine doğru gitmek istedik. Lindos kadar aşağıya inmedik ama yine çok tavsiye edilen plajlardan biri olan Anthony Quinn Koyu'na gittik. Anthony Quinn, "The Guns of Navarone in Rhodes" filminin çekildiği Rodos'tan kendne ait, izole bir plaj almak istemiş ve bu koyu satın almış. Denizi süper olan bir koy burası da ancak kayalıklı ve plajı da taş/ kayalık olduğu için bize pek uygun gelmedi ve hemen bu koyun ön yüzünde olan bir diğer plaja gittik. Kumu hafif çakıllı olan denizi soğuk ama gayet güzel olan bu plajı çok çok sevdik ve Rodos'tan döneceğimiz saate kadar burada zaman geçirdik. Ardından Rodos'un merkezinde bir öğlen yemeği ve tabii ki bir dondurma molası ve arabamızı teslim noktasına bırakmamızın ardından deniz otobüsümüze yetişme telaşımızla Rodos maceramız sona erdi.

Rodos ile ilgili şunları hatırlatmakta fayda var:

- Rodos'ta Türkiye'deki gibi her yerde kredi kartı ile ödeme yapabileceğinizi düşünmeyin. Mutlaka yanınızda nakit Euro bulundurun. Gittiğimiz restoranların neredeyse çoğunda kredi kartı geçmiyordu, e plajlarda şezlong ve şemsiye kiralayacaksanız zaten nakit ödemek zorundasınız.

- ATM'lerden para çekerim diyorsanız merkezi yerlerde ATM bulduğunuzda mutlaka ihtiyacınız olan parayı çekin; plajlar çevresinde ATM bulmak pek mümkün olmayabilir.

- Araba kiralayacaksanız yüksek sezonda arabasız kalmamak için önceden internetten rezervasyon yapmakta fayda var.

Rodos'la ilgili kendime notlarım:

- Buraya tekrar gelinebilir. Biz biri bebek biri çocuk iki bıdıkla yolculuk yaptığımız için her saat bir plaj şeklinde dolaş(a)madık. Ya da Rodos'un içindeki eski şehirde uzun bir yürüyüş yapamadık. Yani yapılacak/ gidilecek yerler konusunda normalde azimli olan Zeynep'ten farklı bir kişilik sergiledim. Aile sağlığımız için de çok iyi oldu:) Sakin ve bir yerlere yetişme telaşı olmayan bir Zeynep hepimize iyi geldi sanırım. Hepimiz sevdik Rodos'u, Mert bile dönüşte "Anne, Yunanistan'a tekrar gelelim!" dedi... Tabii bunda yediği kocaman porsiyon dondurmaların da etkisi büyük!

- Bir daha gelirsem yine TAMAM'da bir akşam yemeği yemek sözüm olsun. Çok çok sevdim işte... Bu arada belirteyim rezervasyonla çalışmıyorlar, yani kalabalıksa sıra beklemekten başka yol yok.

Son not:

İki ülke de Ege'ye bakıyor, iklimi benzer, ha oradasın ha burada pek bir fark yok diyorsanız... Belki kısmen haklısınız ama benim için iki ülke arasında çok büyük bir fark var: akşam üstü insanlar çekildikten sonra geri kalan plajlar iki ülkenin, iki kültürün farkını tüm netliği ile ortaya çıkıyor! Temizlik, çevre ve saygı... Maalesef bizim içinde yaşadığımız kültür çevreye, doğaya saygı duymayı bilen bir kültür değil, yiyelim, içelim, atalım, saçalım bizimkisi...Nasıl olsa bizim evimiz değil!!! Rodos'ta (ki bu sadece Rodos'ta değil, daha önce gittiğim başka ülkelerde de) insanlar plajlardan çekildiğinde plajlarda o gün insan var mıydı yok muydu pek anlamak mümkün olmuyor, işte fark burada!

Rodos sonrası gittiğimiz (Gökova Körfezi'ndeki) Akyaka'da da sürekli bunu söyleyip durdum... Muhteşem bir doğa, güzel bir deniz, harika bir iklim ama gün içinde plajda eline gelen, ayağına takılan sigara izmaritleri, pet şişe kapakları, hatta kırık camlar! Günün sonunda ise durum daha da vahim!!!

ve maalesef Akyaka Plajı gün sonu :(

1 Temmuz 2014 Salı

Yaz Tatili ilk durak: Marmaris - Hisarönü

Dikkat! Bu yazı bol miktarda deniz, kum ve güneş içerir! :))

Bloga bir şeyler yazarken tavsiye mahiyetinde yazılar yazmaktan ziyade kendi deneyimlerimi anlatmayı tercih ediyorum. Konu isterse tatil, isterse doktor, isterse okul olsun herkesin beklentisi birbirinden farklı olabiliyor... Bu nedenle öncelikle, yazıda geçecek hiçbir otel, restoran ya da benzeri yeri önermediğimi; bizim ailece yasadigimiz deneyimler, begeniler ya da olumsuzluklari paylastigimi belirtmek isterim...

Haziran'ın tam ortasına denk gelen bir düğünümüz vardı, hem de Marmaris'te ve o hafta Mert'in okulu kapalı olacaktı. Eh biz de içeriğini tamamen doldurmasak da o haftayı ailemizin tatil haftası ilan ettik. Gerçekten de yola çıktığımız güne kadar tatil haftamızın içeriğini doldurmadık; daha da doğrusu zaman bulup dolduramadık! Bizim için öncelikli konu arabayla çıkacağımız yolculuğu minimum ağlama ile sonlandırmaktı; bunun da yolu maksimum uykudan geçiyordu. O da ancak bir gece yolculuğu ile mümkündü; zira ben de Kerem de gece araba kullanmaktan hiç hoşlanmıyorduk. Şöyle bir çözüm bulduk: Cuma akşamı saat 18:30 Yenikapı-Bandırma feribotuna binecektik ve böylece yolun bir kısımını ve de çocukların uyanık olduğu bir kısmını çocuklarla sakince geçirebilecektik. Sonrasında da amacımız gece yarısı İzmir'e varmış olmak ve orada konakladıktan sonra sabah erkenden yola çıkıp Cumartesi öğlen başlayacak olan düğün kutlamasına Marmaris Hisarönü'ne yetişmekti. Tatil ile ilgili yaptığımız tek plan olan ulaşım planı hiçbir sıkıntı yaşamaksızın süper işledi... Ne "sıkıldım, ne zaman geleceğiz" diye mızıldayan bir Mert ne de yorgunluktan ve sıkıntıdan ağlayan/ bağıran bir İpek ile karşılaştık...



Düğünün olacağı ve bizim de konaklayacağımız Golden Key Hisarönü'ne geldiğimizdeki ilk izlenimim de orada geçirdiğim iki günün sonunda ayrılırkenki son izlenimim de aynı oldu: "çocukla çok çok rahat edilen, keyifli tatil geçirilebilecek bir otel"... Öğlen geldiğimizde otelin sahilindeki geniş çimenlik alanda düğün pikniği başlamak üzereydi. Düğüne uygun plaj giysilerimizi giydik ve kendimizi çimlere bıraktık. İpek bütün alanı emekleyerek gezinirken Mert de kah çimlik alanda kah kumsalda, zaman zaman düğün modundan çıkıp tatilci moduna geçerek ve kendini denize atarak gündüzün keyfini sonuna kadar çıkardılar... Arada yorulan İpek Hanım ağaçlar altında serin bir köşede uyuyarak bana ayrı bir huzur da kattı:)) Sonrasında akşam havuz kenarında daha düğün formatına geçerek devam ettik eğlenceye... Kısacası oldukça eğlenceli bir düğün günü ve gecesi geçirdik ailecek:)




Tatilimiz plansız başladı ama plansız devam etmedi; tatilin genelinde bir ya da iki günlük planlar yaparak devam ettik tatil haftamıza... Golden Key Hisarönü'nde düğün nedeniyle bir gecelik olan konaklamamızı da otelden çok keyif alınca günlük planlamamız çerçevesinde otelde yer de olunca bir gece daha uzattık. Otelden neden memnun kaldık? Çünkü biz (yani ben ve Kerem) kocaman tatil köylerinde tatil yapmaktan keyif almıyoruz; otelden havuza yürü, havuzdan denize taşın, denizden yemek saati gelince haydiiiii restorana, "eyvah yemek saati bitiyor; acele edelim" telaşı içerisinde bir bakıyorum ben tatilin sonunda bayağı bir yorulmuşum. Bu nedenle tercihlerimiz daha düz ayak, deniz, kum, yemek yenecek yer ve oda birbirine birkaç adım mesafede olan oteller... Hatta hatta sahilini, plajlarını gezebileceğimiz, gittiğimiz yerde otel yemeği dışında pek çok alternatif bulabileceğimiz yerler... Golden Key Hisarönü de böyle bir tatil sunuyor bence... Marmaris'ten Selimiye, Bozburun tabelası yönüne sapıp 20 dkika kadar gittikten sonra geliyorsunuz Hisarönü'ne... Yandex ile oteli bulmaya çalışıyorsanız dikkat, neden bilmiyorum otelin olduğu yerden 1.5 km ötede gösteriyor oteli... Tesadüfen yoldaki küçük tabelayı görünce döndük biz ve otele ulaştık. Otel ağaçlar arasındaki ikişer katlı minik yazlık formatında evlerden oluşuyor, alt katı ayrı bir oda üst katı ayrı... Yani bizim kaldıklarımız öyleydi, farklı oda formları da var sanırım.  Odaların içi tahta, önü çim ve taşlık... Tüm evlerin ortasında orta büyüklükte bir havuz ve otelin restoranı var. Otelin havuzunda düğün gecesi havuza atlayan bizler dışında kimseyi görmedim diyebilirim. Deniz o kadar güzel ki, havuz olmasa da olurmuş. Zaten benim için havuz her daim gereksiz ayrıntı :)) Plaja inerken geçtiğimiz geniş çim alan bizim için harika bir alandı. Denizden çıkıp güneşin tam tepede olduğu saatlerde çim alana geçip oradaki tenteli şezlonglarda uzandık, Mert etrafta koşuşturup durdu, çocuk parkında oynadı, babasıyla masa tenisi denemeleri yaptı ve koşturduğu her alanı buradan görebildik, üstüne bir de deniz bisikleti turu yapınca buraya bayıldı! İpek de çimlerde bütün bir gün emekleyip durdu, yorulunca da uyudu... :) Otelin restoranında tatil köylerindeki gibi (gereksiz) envai çeşit seçenek yok; az ama öz, yediğim çoğu şey de gayet lezzetliydi...



Benim için yaz tatili deniz, kum, doğa, temiz hava, eh biraz da fırsat bulunca uzanabilmek demekse ben Golden Key Hisarönü'nü çok sevdim. "Burada bütün yaz kalırım, burada insan kitap yazar" falan diyordum ki Kerem hayallerimi "sıkılırsın o kadar uzun süre!" diyerek yıkıverdi...

Cumartesi ve Pazar günlerini Hisarönü'nde geçirdikten sonra plansız tatilimize "yanımıza pasaportları alalım belki Rodos'a geçeriz" diyerek ihtimal verdiğimiz Rodos ile devam etmeye karar verdik. Pazar gecesi Marmaris- Rodos denizotobüsü için biletlerimizi aldık, bavullarımızı toparladık ve Pazartesi sabahı erkenden otelden ayrıldık...




24 Haziran 2014 Salı

Çocukla yaz tatili

Geçen yıl bu zamanları hatırlıyorum da yaz başlamış, İpek'in karnımdaki 37. haftası dolmuş, ellerim ve ayaklarım içine hava basılmış balon şekline girmiş, Mert ise ilk anaokulu denememizin olduğu okulda yaz günlerini yaşıyordu... Benim içimde bir yandan doğuma yaklaşmanın telaşı (ne hikmetse 38. haftada doğum yapacağıma inanıyordum, oysaki İpek kendi rahatını hiç bozmayarak 41. haftayı tamamladıktan sonra geldi!) diğer yandan koskoca yaz mevsimini tatilsiz geçirecek olmanın verdiği garip bir huzursuzluk vuku buluyordu. Kendimin tatil yapamaması dert değildi de Mert'in 3 yaş döneminde deniz, kum ve güneşin tadını tam anlamıyla çıkaramayacak olması beni rahatsız ediyordu. Bu nedenle İpek biraz ele gelir gelmez, ki bunun için 40'ını beklemiş olduk, 2 haftalık bir tatile attık kendimizi Eylül ayında...

Geçen senenin tersine bu yıl (belki de geçen senenin eksiğini kapatmak amacıyla) sezonu erken açtık ailecek. Kerem'in Mayıs sonu Kemer'de olan bir toplantısına biz de eklendik; 4 gün boyunca Kerem toplantılarına katılırken ben iki çocukla daha kaynar noktaya gelmemiş ancak yazın geldiğini çok net belirten Antalya güneşi altında tatil(!) yaptığımı sandım! Mert, bir deniz bir havuz derken çok eğlendi; İpek, denizle yakından tanıştı; bendeniz Zeynep ise zavallı bir Sebastian edasında otelin çeşitli alanları arasında bir tır şoförü gibidolaştı! Tır şoförü diyorum,çünkü plaj çantası, puset, şişme bot, şişme simitler, kolluklar derken yollara sığamayan bir vasıta haline geliverdim!!!

Bol kardeş kıskançlığı, annenin huniyi kafasına taktığı anlar, gözyaşı ve yüksek volümün ağırlık kazandığı tatil görünümlü köleliğin ardından geçen hafta full kadro gerçek bir tatile çıkınca kendimi neredeyse kraliçe gibi hissettim desem pek de yalan olmaz:)

Geçen hafta, Mert'in okulunun bir haftalık tatili ile çok yakın arkadaşımın Marmaris'te gerçekleşecek düğünü aynı zamana denk gelince düğünün devamını bir tatil imkanına çevirdik. İstanbul'dan Marmaris'e araba yolculuğu ile vardık. Önce 2 gün Hisarönü'de, düğünün gerçekleşeceği yerde konakladık. Golden Key Hisarönü Otel çocuklu bir tatil için, benim açımdan mükemmel bir tesis olmasına karşın yeni yerler görmek amacıyla otelden ayrıldık ve önce Rodos'a sonrasında da Marmaris'e 30 km mesafedeki Akyaka'ya gittik. Tatil boyunca bulunduğumuz her yer deniz açısından harika idi...

Çocuklar sürekli deniz, kum ve güneş ile iç içeydiler... İpek'i denizden alamadık, Mert, İstanbul'a dönmek istemedi! Ara ara Kerem'le çocukları paylaştık; ben İpek'i uyuturken Kerem, Mert'e yüzme dersi verdi mesela... Ya da dördümüz birlikte kumlarla oynadık...Hatta kimi zaman Mert ve İpek birlikte kumda oynadılar bile diyebilirim ve biz o sırada şezlonglarımızda oturduk... Kısacası tatil gibi bir tatil yaptık; sonrasında kendim için bir tatile çıkmaya ihtiyaç duymayacak kadar keyifli bir tatildi!Bu sefer bir önceki tatilimsideki gibi kardeş kıskançlıkları da yüksek değildi,tutturma ve istekler de... Sanırım çocuklar için anne babalarının yanında olması ve bir de tabii ki su oyunları yeterli oluyor...

Gezdiğimiz yerleri, kaldığımız otelleri ve tatilimize ait detayları anlatacağım mutlaka, ancak şimdilik bu kadar... Detaylar bir sonraki yazıyaaaaaa...

22 Haziran 2014 Pazar

Fotoğraf çekmek ve çevreyi fark etmek...

Bu aralar yazmak istediğim çok şey var... Konu başlıklarımı liste yapsam yeridir... Araya yaz ve İpek'in ayaklanma çabaları girince, bu büyüme etkilerinin Mert'te yansımaları da görününce yazma koşullarım oldukça kısıtlandı...

Bu koşuşturmalı süreçte kendime hızla geçen zaman içinde etrafımdakileri daha iyi fark etmeme yarayacak bir hobi yaratmaya karar verdim. Daha doğrusu "odaklanmalıyım" (hayat çok hızlı akıyor, bu akışa kendimi kaptırıp etrafımdaki güzel detayları kaçırıyorum galiba) dediğim bir dönemde Latife'nin fotoğrafçılık derslerinin duyurusu karşıma çıkıverdi. Mert'in okulu Küçük Kara Balık'ın, Mert'e kattıkları dışında, bana da güzel katkıları oldu: çok güzel arkadaşlıklar kurduk anne ve babalarla bizim minikler sayesinde... Latife de bu vesile ile tanıdığım "büyük balık"lardan...

Latife'nin dersleri 3 yarım günlük teori ve 2 günlük fotoğraf çekme denemeleri yaptığımız gezilerden meydana geldi. Teorik dersler denilince sıkıcı  teknik bilgilerden oluşan saatler akla gelmesin... Latife'nin keyifli stüdyosunda kendi evimizdeymiş gibi rahat olduğumuz, kahvaltımızı edip çayımızı içtiğimiz, sohbet ettiğimiz bir "ders" ortamında bulduk kendimizi. Geziler ise bir başka alem... İlk gezimiz Kuzguncuk, ikinci gezimiz Karaköy'e oldu. Ben şehir dışında olunca Karaköy gezisine katılamadım ancak bir önceki gezinin güzelliğinden aklım Karaköy'de kaldı açıkçası! Sonrasında gezinin fotoğrafları da beni haklı çıkardı! Birlikte gezmekten ve fotoğraf çekmeye çalışmaktan çok keyif alan eğlenceli bir grup olarak yaz sonrası "photowalk"larımıza devam etme kararı aldık. Umuyorum bu isteğimizi gerçekleştirir ve hem farklı semtleri farklı bakış açıları ile keşfederiz hem de eğlenceli sohbetlerimize kaldığımız yerden
devam edebiliriz... :)


Bundan 10 sene kadar önce üniversitedeyken de fotoğraf çekmeye merak salmış ancak o dönem öğrendiğim teorik bilgiyi uygulama sürecinde ne yaptığımı görmek için filmin tab edilmesini beklemek benim tezcanlılığıma maalesef uygun düşmemişti. Fotoğraf, elime geldiğinde acaba bunda enstantaneyi kaç yapmıştım, diyaframı ne seçmiştim diye düşünürken büyük makineyle fotoğraf çekmekten uzaklaşıvermiştim. Bu olası maymun iştahlılığımdan dolayı bu sefer bir arkadaşımın fotoğraf makinesi ile derslere ve geziye katıldım, kendime de henüz isteğimi kanıtlamadan bir fotoğraf makinesi almayacağıma söz verdim; ancak evin koca kişisi bir gün bana bir fotoğraf makinesi sürprizi ile çıkageldi... O gün bu gün ben her yere makinemi yanımda taşıyorum ve deniyorum... Kendimce güzel fotoğraflar çekmeye çalışırken etrafa bakmaya çalıştığımı, detayları görmeye çalıştığımı fark ediyor ve mutlu oluyorum.


7 Haziran 2014 Cumartesi

Bir Küçük Kara Balık Hikayesi

Bugün yaşadığımız buydu benim için: Bir Küçük Kara Balık Hikayesi... Son bir haftadır yoğun olmak üzere geçtiğimiz 3 hafta Bir Küçük Kara Balık Hikayesi kurgulamışız hep birlikte... Kim miyiz biz? 3-6 yaş grubuna ait 44 çocuklu minik bir okulun velileri... Bir ticari kuruluş olmayan, kar amacı gütmeyen, veli insiyatifi ile ayakta olan bir okul bizimkisi... Okulumuz minik ama amaçlarımız bize hayat boyu öğretilen/ dayatılan standartlardan farklı... Okulumuzun, çocuklarımıza yaklaşımında yaşadığımız ülkenin standartlarından farklı bir yaklaşım var. Ama ben buna girmeyeceğim şimdi, okumak isterseniz buradan buyurun...

Bugün benim için, öncesinde koşturduğum, planladığım, çalıştığım, ürettiğim, paylaştığım (hava koşulları nedeniyle) kaygılandığım; gün içerisinde yine çalıştığım, paylaştığım, gün sonunda ise yorulduğumu anladığım ama çok keyif aldığım bir gün oldu... 1 ay kadar önceydi, bugün Küçük Kara Balık Kermesi'ni yapmaya karar verdik. Eski ilkokul zamanlarımdan kalma bir kavram benim için "kermes"... Eskilerde bir yerlerde anılarımda kermesler var da hiç organizasyonunda bulunmamıştım... Geçtiğimiz bir aylık süre içerisinde bu 44 çocuklu okulun velileri olarak organize olduk, ekiplere ayrıldık, kimimiz mekan sorumlusu olduk, kimimiz satılacak ürünler sorumlusu, kimimiz yiyecek sorumlusu,kimimiz süsleme, kimimiz de çocuklara yapılacak aktivitelerin sorumlusu... Bu 1 ay içerisinde 3 kez akşam saatlerinde çocukları babalaarına ya da annelerine teslim edip toplantı yaptık; mailler, whatsapp grupları derken her kanaldan iletişimimizi sürdürdük... Her birimiz görevimizi gayet ciddiye alarak bir kurumsal şirket düzeninde sorumluluklarımızı yerine getirdik. Son bir haftadır ise kah birimizin evinde kah birimizin iş yerinde bir araya gelip ürünlerimizi meydana çıkarttık, süslerimizi hazırladık, hayatım boyunca keyifle hatırlayacağım sohbetlere imza atarak kaynaştık...

Bugün kermes alanımızda hepimiz var gücümüzle hepimizin elinden çıkan ürünleri sattık, gelen misafirlerimizi ağırladık, çocuklarımızı eğlendirdik; kısacası eve gelip (çocukları da uyuttuktan sonra) ayaklarımı uzatınca fark ettim ki çok yorulmuşum ama çok da keyif almışım...

Yarın sabah Mert'e anlatacak bir Küçük Kara Balık Hikaye'm var benim: paylaşarak çoğalmanın, bir amaç için çalışmanın, kaynaşmanın güzelliğini anlatan, herkesten öğrenilecek bir şeylerin olduğunun altını çizen bir hikaye... Akşam sakinliğinde ayaklarımı uzatıp da bugünü düşününce beni gülümseten bir hikaye...  


29 Mayıs 2014 Perşembe

yazmak ya da yazmamak...hisler ve düşünceler...

Bu ara aklıma bir konu geliyor, "bunu yazmalıyım" diyorum, sonra "şimdi sırası değil!" diyorum... Bir şeye üzülüyorum, "paylaşayım" diyorum, "insanların geri dönülemez acıları varken sen buna mı üzülüyorsun?!" diyorum... Bir şeyi çok beğeniyorum, bir şeye seviniyorum "hadi yazayım!" diyorum "saçmalama insanlar bu kadar gerginken/ üzgünken beğenmeye/sevinmeye hakkımız mı kaldı?!!" diyorum... Arada Instagram'da çocuklarla yaşadıklarımızdan bazı anlar paylaşıyorum, sonra paylaştığımdan rahatsız oluyorum, galiba utanıyorum! Buraya, bu aralar neden yazamadığımı yazarken bile utanıyorum!

İnsanların acılarını, üzüntülerini görüp, duyup, hissedip çok üzülüyor, çoğunlukla öfkeleniyor, belki elimden ne gelir diye sorguluyor, belki elimden geleni hayata geçiriyorum ama sonunda  kendi yaşantıma dönüyorum... ve utanıyorum... Normal, sıradan, öylesine bir hayat yaşamaktan utanabiliyorken; hırsları içinde, kibirleri içinde, dünyaya hükmedebileceklerine olan yüksek inançlarıyla insanların nasıl utanmayı unutabildiklerine de şaşkınlıkla bakıyorum; anlayamıyorum!

Başka bir yazı yazmak için açmıştım bilgisayarı oysakı! Çocuklarla harala gürele yaşadığımız bir anı yazacaktım... Yazmak istemedim; çünkü utandım!!!

11 Mayıs 2014 Pazar

Pozitif Düşünceler'in Oyun Atölyesi

Bu ara yazmak istediklerimle yazmak için bulabildiğim vakit ters orantılı maalesef... Daha fazla gecikmeden geçen Cumartesi günü Mert ile katıldığımız Pozitif Düşünceler'in Oyun Atölyesi'ni yazmak, paylaşmak istiyorum...



Pozitif Düşünceler, kadınlara ve annelere hitap edecek konularda, gelenekselleşmiş yaklaşımların dışına çıkarak, değişik bakış açılarını da kucaklayan, yüksek enerjili ve interaktif eğitim, atölye ve aktiviteler düzenlemek amacıyla kurulan bir kadın+anne girişimi... Güncel, çok tartışılan ya da merak edilen konularda uzmanları, ve pratik deneyimleri olan bireyleri kadın ve anneler ile buluşturuyor.

Pozitif Düşünceler'in ilk etkinliği de 3 Mayıs Cumartesi günü gerçekleşen ve tüm gün biz anneler için farklı panellerle, çocuklar içinse farklı aktivitelerle süren Oyun Atölyesi oldu.



Açılışın ardından biz annelerin ilk durağı Kahkaha Yogası Lideri Aydan Ermiş oldu. Hayatın koşuşturması içinde benim gibi zaman zaman nefesini farkında olmadan tutan birine çok iyi geldi Aydan Hanım'ın anlattıkları... Son zamanlarda sık tekrarladığım bir cümle: "hiçbir şey tesadüf değil, yaşadıklarımızın hepsinin bir nedeni var!" Biliyorum ki bu nefes teknikleri ile sık karşılaşmamın da bir nedeni var: doğru nefes almayı hatırlamam gerekiyor! Hatırlamak diyorum çünkü Aydan Hanım'ın dediğine göre "doğru nefes almak" aslında doğuştan bildiğimiz ancak zamanla unuttuğumuz bir şey! Biz "yetişkinler" çoğunlukla diyafram nefesi yerine göğüs nefesi alıyor(muş)uz. Sürekli göğüs nefesi almak bir çeşit "savaş kaç" komutu imiş beynimiz için ve bu da bizleri çok sinirli, gergin, endişeli yapabiliyormuş. Göğüs nefesi ile diyafram nefesini bir arada kullanmak gerekirmiş. Aydan Hanım'dan kısa kısa bilgileri aldıktan sonra nefes ve kahkaha egzersizleri yaptık ve tabii ki rahatladık:) Biliyor musunuz çocuklar günde 300-400 kahkaha atarlarmış! Günde 1 kahkaha bile atmadığımız günler olduğunu düşünürsek ne kadar kendimizi gerdiğimizi anlamak mümkün!

Ardından Zürafa Anaokulu Kurucusu Esra Akalın ve www.terazilastikcimnastik.com blogunun yazarı Mine Topal "Oyun ve Çocuğa Katkılarını" paylaştılar:

- oyun=öğrenme

- ne işe yarar oyun?
1. fiziksel gelişimi destekler
2. çocuk duygularıyla başedebilmeyi öğrenir
3.sosyal becerilerini geliştirir (paylaşma becerisi, tartışma... gibi)

- Oyunda patron çocuktur

- Oyunun bir hedefi yoktur. Yani çocuk sonunda amacım şu diye başlamaz. süreç odaklıdır.

- Oyun, esnek ve spontandır.

- Oyun, merak uyandırır,sürükleyici ve düşündürücüdür.

- Oyun, gerçeklere uygun olmak zorunda değildir.

- Peki genelde biz ebeveynler ne gibi hatalar yapıyoruz?
  • "Ne oynamak istersin?" yerine "haydi gel (saklambaç) oynayalım!" diyoruz!
  • "Dengeni sağlamak için...." diyeceğimize "dur yapma!" "düşersin!" gibi engelleyici cümleler kurabiliyoruz.
  • Kafasına geçirdiği bir sepet gördüğümüzde "ne akıl etmişsin öyle!" demek yerine "o şapka değil ki!" deyiveriyoruz! 
- çocukların TV izleme süresine araştırmacılar şöyle bir formül önermişler: ÇOCUĞUN YAŞI/10*60. Mert 4 yaşında olduğuna göre maksimum TV izleme süresi bu formüle göre 24 dakika... Günde bir çizgi film izleme hakkı olan Mert'e bu yaklaşıma göre doğru bir sınırlama getirmişiz galiba :)

Bu söyleşiden aklımda en net kalan cümlelerden biri de "Sıkılan çocuk fikir üretir." oldu. Buna benzer cümleleri sıklıkla kullandığım ve şimdiki zamanda çocukların sıkılmalarına izin vermediğimiz için kendimizi sıklıkla eleştirdiğim için bu cümleyi sevgi ile kucakladım! :) Bu cümleden yola çıkarak da "teknolojiden dadı olmaz!" dedi konuşmacılar... Teknolojik oyuncaklar hayatımızın bir gerçeği, eğitici oyunlar seçmek gerek ve en önemlisi de zamanı sınırlamak.

Önerilen keyifli fikirlerden de özellikle "mutluluk defteri"ni yakın bir zamanda hayata geçirmek üzere cebime koydum. Nedir bu mutluluk defteri? Aileye ait bir defter... Ailenin her bireyi o deftere gün içinde yaşadığı mutlulukları yazabiliyor, henüz yazmayı bilmeyen çocuklar ise resimleyebiliyor. Böylece hem güzel bir anı defteri oluyor, hem de mutluluklar hatırlandıkça mutluluklar yeniden yaşanıyor:)

Son olarak "Çocuk, Oyun ve Kitap" üzerine Uzman Pedagog Belgin Temur, Çocuk Kitapları Yazaruı Aytül Akal ve (bizim ailemizin, mahallemizin, cücelerimizin kitapçısı) İyi Cüceler Çocuk Kitabevi'nin İyi Devi Biranda Çoban bizlerle görüşlerini paylaştılar Tülay Sarı'nın moderatörlüğünde...

- Çocuklarımız kitaplarını kendileri seçsin, almadan önce bizler okuyabiliriz ancak kendi istediğimiz kitabı almaya dayatmamamız gerekir.
- Okul öncesi dönemde çocuklarımıza kitap okuyoruz, ancak çocuklarımız okumayı öğrendiklerinde "kendin oku!" diyoruz... Bu zorlama yerine karşılıklı ilişkimize devam etsek keşke..
- Çocuklarda değişmesini istediğimiz bir davranış varsa eczaneden ilaç alır gibi kitapçıdan bir kitap alıp soruna çözüm bulabilir miyiz? Bu soruya verilen yanıtı sanırım uzun uzadıya yazmama gerek yok; aslında her konunun çözümü bizimle çocuğumuz arasındaki ilişkide...
- "Kitap okumak çocukların hayal gücünü geliştirir." demek çocuklara yapılan bir haksızlık! Çocukların hayal gücü zaten geniş!
- Kitapların üzerinde yazan yaş grupları genellikle anlamlı, bu yaş gruplarına bakılarak yaşa göre kitap seçilebilir.
- Kitap bittikten sonra çocuğunuzdan kitapla ilgili aklında kalan en etkileyici şeyi resmetmesini istemek kitabın çocukta nasıl bir iz bıraktığını görmek adına çok iyi bir fikir.
- Okumayı bilen çocuğun okuduğunu anlaması için ne yavaş, ne hızlı ne de orta hızda okuması doğru bir çözüm olur. Okuduğunu anlaması için okumayı noktalama işaretlerine uygun olarak yapması gerekir.






Ben bu keyifli sohbetleri dinlerken Mert de bütün gün çocuklara ayrılan alanda T-shirt boyadı, şarkılar söyleyip dans etti, tahta oyuncaklardan gemiler, kuleler inşa etti, resim çizdi ve pek çok oyuna katıldı... Kısacası keyifli bir gün geçirdi... Keyifli olduğunu bir kendi sözlerinden anlıyorum bir de gün boyu beni hiç yanına çağırmamasından ve/ya yanıma gelmek istememesinden anlıyorum... Bir tarafta anneler için besleyici diğer tarafta çocuklar için de keyifli bir program hazırlanmış olmasından dolayı biz çok memnun olarak ayrıldık Oyun Atölyesi'nden... Hem de elimizde günün sonuna doğruyapılan çekilişte kazandığımız "HADİ HAM YAP" kutusu ile... Çok lezzetli,sağlıklı atıştırmalıklar yedik Hadi Ham Yap sayesinde...

Mert'in okulundaki veli toplantısına yetişmek zorunda olduğum için ne yazık ki günün sonunda İstanbul Drama Sanat Akademisi'nin düzenlediği Yaratıcı Drama çalışmasına katılamadık Mert ile. Eminim o da ayrıca keyifli bir çalışmaydı...

Annelerin bilgilenirken,sosyalleşirken ve eğlenirken çocuklarının keyifli zaman geçirebildiği bu insiyatifi ben çok sevdim. Pozitif Düşünceler ekibinin yollarının hep açık olması dileğiyle... :)

Son bir not, ama ÖNEMLİ bir not:

Pozitif Düşünceler, etkinliklerinin her birinde bir sosyal sorumluluk projesi desteklemekte.

Bu kapsamda, "Oyun Atölyesi"nin tanıtım sürecinden gerçekleştiği tarihe kadar olan sürede Şanlıurfa'ya bağlı Deniz Mezrası'ndaki Deniz İlkokulu'nun Anasınıfı için kitap,oyuncak ve materyal toplandı, detayları okumak isterseniz: http://pozitifdusunceler.com/denizanasinifi/

Pozitif Düşünceler'e ulaşmak için:

http://pozitifdusunceler.com/
https://www.facebook.com/pozitif1dusunce?ref=ts&fref=ts
https://twitter.com/Pozitif1Dusunce

*Çocukların çalışmalarına ait fotoğraflar Pozitif Düşünceler Facebook Sayfası'ndan alınmıştır.

4 Mayıs 2014 Pazar

İki Çocukla Yurtdışı Tatili - Almanya- 3

İki Çocukla Yurtdışı’ için hazırlık süreciydidüğün telaşıydı derken tatilin ikinci bölümü Münih’e varmamız ile başladı.
Karlsruhe sonrası Ulm, Ulm sonrası Münih derken akşam geç saatte vardığımız şehirle ilgili aklımda ilk canlanan sıcacık arabadan inip buz gibi kuru soğuğun yüzümüze çarpması oldu! Araba için Pazar akşamı Münih’in merkezi denilebilecek bir yerde evin hemen önünde park yeri bulmak ve o soğukta bavullarımızı ve uyuyan çocukları eve kolayca taşıyabilmek bizim için gayet mutluluk verici oldu…
Eve taşınırken uyanan Mert, evi keşfetmeye koyuldu… Bizim ailece kalacağımız oda, bebekli arkadaşlarımızın ailece kalacağı oda, mutfak, salon, banyo derken her nokta en ince detayına kadar Mert tarafından incelendi… Biz de kendimizi evde hissetmenin rahatlığı ile çayımızı demleyip kalabalık bir sohbete girdik… Tabii arada bebekler uyandı, emzirildi, tekrar uyutuldu, Mert zorla (!) yatağa sokuldu vs…
İstanbul’da tatil hazırlıkları yapmaya başladığımızdan beri ve yolculuğun bir hafta öncesindeki “haydi planlayalım artık” buluşmamızdan beri tatilin Münih safhasını gün gün planlama isteğindeydik ancak sürekli koşturmacalı halimiz bu planı sürekli ertelememize neden oldu…  Münih’e geldiğimizde kafamızda görmeyi istediğimiz yerler aşağı yukarı netti ama detaylarına hakim değildik. Geçen yıl Aralık ayında bu grubun kadınları olarak “müthiş 3’lü” Münih’te toplanmış ve şehri keşfetme, alışveriş ve yeme&içme odaklı bir ”kızlar buluşması” gerçekleştirmiştik. Bu kez alışveriş odağından uzak şehirde öne çıkan noktaları gezme ve tabii ki yeme & içme odaklı bir 4 gün geçirmek istiyorduk “geniş grup” olarak…
Bu 4 günde nereleri gezdik?
  • Münih, metro & tramvay ağı çok gelişmiş bir şehir olduğundan öncelikle kiraladığımız arabayı geri vererek şehirde sürekli araba parkı ile uğraşmaktan kendimizi kurtardık. Hiçbir gün de arabanın yokluğunu hissetmedik, her yere ulaşımımız çok rahat gerçekleşti. Her yere metroyla gidebilmemiz Mert’in de çok hoşuna gitti. Hatta İstanbul’a döndükten sonra birkaç kez “anne, Almanya’da ne güzel hiç trafik yoktu, değil mi?” cümlesini kendisinden işittim.
  • Münih, Almanya, üretim, fabrika, araba deyince ve arabalara deli gibi ilgi duyan bir oğlum olunca BMW müzesi gezmek istediğimiz yerlerden biri oldu. BMW’nin yönetim binasının hemen yanında bulunan müze Pazartesi günleri kapalı, çok arzu etsek de müzeyi gezemedik ama müze binasının yanında bulunan bir müze edasında kendini gezdirten BMW showroomda oldukça uzun zaman geçirdik. Sadece Mert değil, 30’lu yaşlardaki grubun 3 erkeği de burada bayağı keyifli zaman geçirdi. Showroom içerisinde BMW’nin elektrikli arabasını test etme fırsatımız da oldu…
  • Münih’te olup da Nazi Dönemi Almanya’sına ait kilit bir yer olan Dachau Toplama Kampı’nı görmeden dönmek istemedik. Seneler önce Berlin’de bir toplama kampı gezmiş ve çok çok etkilenmiştimSeneler içinde bu dönem Almanya’sına ait çok kaynak okumuş ve bu döneme ait pek çok film izlemiş olmamdan dolayı bir önceki ziyaretim kadar çok etkilenmedim diye düşünsem de orada yaşananlarla ilgili okuduğum her bir cümle yine beni dağıttı! Ve çok derin düşündürdü… Mert tarafındansa sanırım burası oldukça sıkıcı bir yer olarak algılandı… Çok fazla bir açıklama yapmadık kendisine, insanların çok eskiden yaşadığı ancak artık müze olarak gezilen bir yer olduğunu söyledik sadece… Bizim oldukça soğuk bir havada üzerimizde montlarımız, elimizde eldivenlerimiz, ayağımızda botlarımızla zaman zaman üşüyerek gezdiğimiz alanlarda insanların yarı çıplak çalışmak zorunda bırakıldıklarını düşünmek bile yeterince haksız geldi! Dachau  Toplama Kampı, 1933’te kurulmuş ve diğer tüm kampların kurulmasına model olmuş. Dachau ile ilgili anlatılacak bence çok şey var: çok fazla acı var, haksızlık var, hüzün var! Sadece geçmişe ait dersler değil bugüne ait çıkarımlar yapabilme imkanı da sağlıyor insana… Bol bol düşündürtüyor!  Merak ediyorsanız, yolunuz Münih’e düşerse mutlaka uğramanızı öneririm… Münih’in biraz dışında, tren ve kısa bir otobüs yolculuğu ile ulaşım çok rahat…
  • Münih’te gezintimizin bence çok çok akılda kalan bir diğer mekanı Deutsches Museum/ Alman Müzesi oldu… Burası bizim için “bir daha Münih’e gitme nedenidir”, bunu net olarak söyleyebilirim. Alman Müzesi, insanlığın başlangıcından günümüze kadarki teknolojik/ bilimsel gelişimin adım adım izlenebileceği kocaman bir müze… Sabah ilk açıldığı saatte gidip kapandığı saat olan 17.00’da çıktığında hala gezilecek birçok yerinin kaldığı, insanın damağında müthiş bir tat, bir daha gelme isteği bırakan bir yer…  Çıktığımda şöyle diyordum: “Buraya 14-15 yaşında gelmiş olsaydım kesin fen bilimleri üzerine eğitim almak isterdim.”… Arabaların tarihi gelişiminden uçaklara, matematikten astronomiye, denizcilikten bilgisayarın gelişim sürecine, jeodeziye,  eczacılığa pek çok alana ait bilgiyle donanmak mümkün…  Hani hep söylenir ya bilgisayarlar yıllar önce bir oda büyüklüğündeydi diye… Hah, o oda büyüklüğünde bilgisayarı biz Alman Müzesi’nde gördük işte  Çocuklar için inanılmaz keyifli, merak uyandırıcı bir yer… Mert, hala “tekrar Münih’e gidelim ve Alman Müzesi’ni tamamen gezelim!” diyor.
  • Münih’te çocuklarla bir diğer gezilesi/ dinlenilesi mekan, Englischer Garten (İngiliz Bahçesi)… Münih’in ortasında, içinde bir nehir barındıran devasa bir park… Baharda ya da yazın gelindiğinde çok çok keyifli olduğuna eminim ya da kışın bol karlı bir günde…
  • En son akşam bir Alman restoranında, hem de çocuk oyun alanı olan, mama sandalyeleri bol olan bir restoranda bu sefer 9 büyük, 2 çocuk, 3 bebek bol sesli, hareketli, muhabbetli bir yemek yedik. Uzun yıllardır görmediğimiz lise arkadaşımızla yıllar sonra çocuklu olarak buluştuk, Almanya’da kurduğu yaşamı konuştuk, çocukları, iki dille büyümenin nasıl olduğunu, işte anneler birbirini bulunca neler konuşursa hepsini bol bol konuştuk…
Münih’te gezidğimiz yerler buralar oldu ama buralarla birlikte çok keyifli akşam yemekleri (genelde İtalyan veya Alman restoranlarını tercih ettik), öğle molaları, kahve araları verdik… Kahvaltıları ise çocukların da olmasından dolayı evde geniş geniş yaptık. Evet, sabahın ilk saatlerinde  evden çıkıp gecenin bir yarısı eve gelmedik,  kahvaltı sonrası öğlene doğru ancak hazırlanıp gezilecek yerleri koşturmacalı bir şekilde değil “olduğu kadar” gezdik… Her tarafı bitireceğiz diye “hırs” yapmadık yani..
Her tatil sonrası Kerem’le oynadığımız “bu tatilden ne öğrendik?” oyunumuza, Münih dönüşü uçağımıza giderken Mert’i de ekledik. Neler öğrenmişiz neler…
Ben: Bu tatilden ne öğrendik?
Mert: Ne öğrendik?
Ben:  Aile olarak tatil yapmak yorucu ama çok eğlenceli…
Kerem: Bu tatilden ne öğrendik?
Ben: Ne öğrendik?
Kerem:  Alman Müzesi’ni tamamen gezmek için bir kez daha Münih’e gelmeliyiz.
Mert: Bu tatilden ne öğrendik?
Kerem: Ne öğrendik?
Mert: Almanya’da her yere metro ile gidilebilir.…
Böyle sonsuz bir şekilde neler öğrendiğimizi konuşmak çok çok eğlenceli ve güzel bir kapanış oldu Münih dönüşü…
Peki, ben “iki çocukla yurtdışı” tatilinden ne öğrendim?
Çocuğu bir yerlere giderken yük olarak görmemize gerek yok, onları yaşlarına uygun olarak bu sürece hazırlayınca uyum sağlamaları pek de zor olmuyor. Hele hele gidilen yerler Avrupa şehirleri ise… Avrupa’da çocuklarla bol yürüyüşlü bir gezi emin olunabilir ki, İstanbul’da bir günlük toplu taşımalı gezintiden daha kolay, daha rahat, daha az yorucu olabiliyor… Çocukları bu tatile dahil edince inanılmaz güzel anılarla donanıyor insan… Bizde ayrı anılar mevcut, Mert’te ayrı… Sonrasında bunları konuşmak bile büyük zenginlik… Ha yorulmadık mı? Yorulduğumuz anlar oldu, özellikle de ben evden çıkma süreçlerinde herkesin gün içinde olası ihtiyaçlarını düşünüp sırt çantamızı hazırlarken yoruldum… Mevsimin kış olması da dışarı çıkarken giyin, içeri girince üstündekileri çıkar sürekliliğinden dolayı belki yorucu… Son iki gece İpek’in sürekli benim üstümde uyumak istemesi sebebiyle uykusuz kalmam ve son gün huysuzlanmam da evet zorluk olarak hatırladıklarımdan… Ancak genel toplama baktığımda biz ailecek ve arkadaşlarımızla çok eğlendik, gezdik, yedik, içtik, yeni şeyler öğrendik ve ne güzel ki bunu çoluk çocuk yaptık… En önemlisi de bundan sonraki gezilerimiz için daha da kendimize güvenir olduk.
Herkesin yaklaşımı farklı olabilir pek tabii, ancak biz bu tatilden en çok çocukları ayağımıza dolanan varlıklar olarak görmeyi değil bize ayak uyduran ve bizimle zaman geçirirken çok keyif alan, bizim de keyif aldığımız hayatımızın parçaları olduğunu daha da iyi öğrendik…

İki Çocukla Yurtdışı Tatili - Almanya- 2

En son burada iki çocukla yurtdışı için hazırlıklar tamam demiştik…
Uçak biletimizi alırken Frankfurt’a gün içinde birçok uçuşun olması avantajını da kullanarak günün ortasındaki uçuşla gitmeyi tercih ettik. Sabah erkenden çocukları uyandırmakla ve toparlamakla uğraşmayalım, akşam huysuzluklarına da denk gelmeyelim diyerek öğlen uçuşunu tercih ettik.Çocuklu olmadığımız zamanki Zeynep olsa “neeee öğle uçuşu mu? Bütün günümüz yolda ölecek yani !!” derdi ama iki çocukla benim için öğle saati uçuşu varken diğerleri düşünülmedi bile!!!
Sabah son kontrollerimizi de yaptıktan sonra cümbür cemaat evden iki büyük, bir çocuk, bir bebek, iki bavul, bir sırt çantası, bir “Mert çantası” ve bir puset çıktık… Planımız iki bavullu olmaktı, evet kış seyahati olmasına rağmen bunu başardık ama pusetti, sırt çantasıydı derken yine elimiz kolumuz dolu olarak havaalanına vardık… Mert, kendi bavulu ile seyahat etmek istediği için(!) biz de onun bu arzusunu kırmadık ama bütün seyahat boyunca çekçekli çantasının kendi sorumluluğunda olacağı ve bizim bu çantayı taşımamızın mümkün olmayacağı konusunda karşılıklı anlaştık.
Havaalanında üzerini arama ihtimalleri olacağını, çantasına bakmak isteyebileceklerini ve bizim büyük bavulları uçağın bagajına gitmesi için görevli ağabey ve ablalara vereceğimizi sanırım birkaç kez Mert’e anlattık. Sonuçta üzerinin aranması veya çantasına bakılması onun özel alanına girmek olacağı için arıza çıkarması olasıydı… Bütün bunlar önceden anlatılınca, anlatılanları sırasıyla Mert yaşayınca hiçbir pürüz çıkmadı. Demek ki neymiş, ilk defa yaşanacak bir sürece çocuğu hazırlamak çok çok önemliymiş, en azından bizim çocuğumuz için geçerli. Uygulamış olduğumuz bir numaralı kural bu oldu bu tatilde.
Sonrasında uçakta da belli kurallar olduğunu anlattık Mert’e, en önemli kural ise bağırarak konuşmamak, “çünkü uyuyanlar ve dinlenenler olabilir uçakta” dedik. Bu arada İpek, tüm yolculuk boyunca ya kucağımda ya da slingde olduğu için bir sıkıntımız olmadı. Uçak kalkarken emzirdim ve sonrasında motorun müthiş sesi ile uzun bir uyku çekti İpek, ama inerken emzirmeye fırsat bulamadım…
Uçaktan indik düğün grubunun bir bölümü ile havaalanında buluştuk.  Frankfurt’tan Karlsruhe’ye gitmek için evin baba kişisi, Kerem bu kadar çok ıvır zıvırımızla araba kiralamanın daha uygun olduğunu düşünerek araba kiraladı. Bu arada arabanın kiralanması, içine bir çocuk koltuğu ve bir ana kucağının yerleştirilmesi belli bir zaman alınca evin anne kişisi, ben bir nebze(!) huysuzlanıverdim… (benim huysuzluklarımı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sanırım. Sonuçta İpek’i arada emzirememenin verdiği bir rahatsızlıktı diye tahmin ediyorum.) Frankfurt’tan Karlsruhe’ye yaklaşık 1.5 saatlik, iki çocuğun da -sanırım yol yorgunluğu ya da hava değişikliğinden dolayı- uyuduğu bir yolculuk sonrası ulaştık. Tabii ulaştığımızda artık akşam olmuştu. Hızlıca oteldeki odamıza yerleştik, havanın kuru soğuğunda donmamak için eldiven, bere gibi önemli aksesuarlarımızı aldıktan sonra ver elini akşam yemeği dedik…
Düğün sahibi arkadaşlarımızın otelde bizler için bıraktıkları süper zarif hoşgeldin mektuplarımızın içinde, bu akşam için restoran alternatifleri de vardı. İçlerinden içimize sinen birini aradık yer ayırtmak istedik, ancak o an çok dolu olduklarını söyleyerek biz gidene kadar yer açılabileceğini ve bizi misafir edebileceklerini söylediler… Eveeet hoş geldik Almanya’ya, her şey planlı, programlı yani tam bir liste delisi olan oğlak burcu insanı bana uygun… Yürüme mesafesinde olan restorana iki bebek ve bir çocuk, dört büyük yürürken bir anda bize şirin gelen bir İtalyan restoranında boş bir masa bulunca tercihimizi buradan yana kullandık. Gayet butik bir restoran, inanılmaz kibar bir restoran sahibi, lezzetli bruschettalar ve pizzalar… Restoranın tek dezavantajı bizim için, mama sandalyesinin olmamasıydı! Restorandakiler içinse tek dezavantaj arada mızıldanması çok normal olan iki bebek ve sesli konuşmaya bayılan Mert idi sanırım! Almanlarla Türklerin en büyük farkı ne olabilir diye düşünen varsa hemen söyleyeyim: SES AYARI…
Keyiflı akşam yemeğimiz sonrası otele dönüp çocuklu iki anne olarak ilk hedefimiz emzirme ve uyutma faslını olabildiğince hızlı tamamlamak oldu… Sonra babaları odada çocuklarla bırakıp lisede okul gezisine gelmiş ve gece gizlice bir yerlere kaçacak tipler gibi lobiye indik… Evet evet öyle uzağa falan değil, bir gece kulubu de değil, otelin keyifli oturma alanı olan lobisi bizim veTürkiye’den gelen ve yorgun olan diğer tüm misafirler için harika bir “ bekarlığa veda” alanı oluverdi. Gelinimizin bu sürpriz organizasyondan haberi yoktu tabii ki! Bir pasta, şampanya ve sürpriz hediyelerle ve tabii ki olmazsa olmaz sohbetle çok da keyifli bir bekarlığa veda oldu…
Sabah, tabii ki düğün telaşı ile başladı…  Ama önce kahvaltı… Kerem çocukları kahvaltı için giydirirken ben gelin odasındaki hazırlıkları kaçırmamak ve bu anları fotoğraflamak için gelin odasında yerimi aldım… Gelinimiz kuaföre giderken ben de çocuklar ve Kerem’le buluşup kahvaltıya indim… Mama sandalyesi çokluğu ve bir Avrupa kahvaltısına göre pek çok çeşit ile Karlsruhe Novotel bir anne olarak kalbimi kazandı doğrusu.
Kahvaltıyı takiben hızla hazırlanıp saat 12’deki Belediye nikahına yetişmeye koyulduk. Mert’e papyonu takıldı, İpek’e rugan ayakkabısı giydirildi… Anne giyindi, makyajını yaptı, saçlarını kendi usulünce düzenlemeyi tercih etti, zira kuaföre gitmeye hiç zaman yoktu, baba traşını oldu, takım elbisesini giydi ve süper dörtlü olarak kendimizi arabamıza atıp, nikahın yapılacağı adresi navigasyon cihazına yazıp yola çıktık…
Tabii yolda anne olarak Mert’i uyarmaya devam ettim… (çok mu sıkıcıyım? galiba evet!!!) “Mert, nikah süresi biraz uzun olabilir, birbirimize bir şey söylemek istediğimizde kesinlikle sessiz konuşmamız gerekiyor ” gibi cümleleri Mert birkaç gündür duya duya ezberlemişti…  Nikah sırasında upuzun Almanca konuşmalar ve bürokrasiden Mert sıkıldı ama arada yerinden kalkıp yürümek dışında bir taşkınlığı olmadı oğlumun… Grubumuzun iki bebeği de nikah boyunca bence süper performans gösterdiler…
Nikah sonrası, damadın ailesinin evinde yemek ve kutlama için kalabalık bir grup olarak toplandık. Mert işte orada iplerinden kurtldu cozutmanın keyfine vardı, İpek ise kalabalığın da verdiği rahatlıkla bir kucaktan ötekine dolaşıp durdu… Bütün gün boyunca “aman ne güzel işte iki çocukla hiçbir arıza çıkmadan ve kimseyi rahatsız da etmeden düğün sürecine ayak uydurduk” dedim kendi içimde…
En çok annenin nazarı değermiş ya…  Nikahın ve evdeki kutlamanın ardından akşam otelde bir düğün yemeği olacaktı. Bu yemeğe kadar bir saatlik aramızda kendi otelimize gidip biraz dinlenip, İpek’i rahatça emzireyi düşündüm… Düşündüm de kendimizi bol aksiyonlu bir akşamın göbeğinde buluverdik! Tam yemek için odadan çıkmak üzereyken Mert’in yan odada kalan arkadaşlarımızın kapısını tıklatmak üzere odadan koşarak çıkması ve ayağının takılıp düşmesi sonucu Mert’in ağlamasıyla biz de yan odaya koştuk! Mert’i yerden kaldırdığımızda alnından kan geliyordu… Bizdeki panik bir anda tavan yaptı tabii.. Kerem, “hadi çabuk hastaneye gidelim” derken ben birkaç hafta önce katıldığım ilkyardım eğitiminin etkisiyle midir bilmem “dur bir dakika bakalım ne olduğunu anlamaya çalışalım” falan dedim.  Bir havlu kaptığım gibi Mert’in alnına bastırdım. Bastırınca duran kan, havluyu çekince kanamaya devam ediyordu ama bastırınca kanamanın durması beni biraz olsun rahatlattı. Hızla hastanenin adresini öğrendik, bu arada Mert’i sakinleştirmek pek de kolay olmadı. Elinde, gömleğinde kanı görünce bayağı korktu tabii bizim ‘cengaver’… Neyse ki hastaneye gittiğimizde kanama durmuştu, sıramızı bekledik biraz uzunca bir süre, hattabu sürede Mert bekleme odasındaki oyuncaklarla oynayacak kadar normalleşmişti bile… Sıramız gelince doktor yarığın çok geniş olmadığını söyleyerek dikiş atmak yerine bir çeşit yapıştırıcı ile yapıştırmanın daha iyi bir çözüm olacağını söyledi… Yapıştırma işlemi ne kadar kolay olursa olsun bu Mert için bir olay haline geldi ve o 2-3 dakikalık sürede hastaneyi inletti!
Hastaneden çıktığımızda ben de Kerem de bayağı bir rahatlamıştık, Mert’in ise anlatacak kocaman bir hikayesi ve alnında yunus resimli bir yara bandı olmuştu! İpek ise olanların pek de farkında olmadan gününe devam etmişti… Ve biz tabii ki güne kaldığımız yerden yani biraz geç de olsa düğün yemeğinden devam ettik! Düğün hazırlıklarının başından beri söylediğim şu cümle kulaklarımda yankılandı: “Nikah sırasında sessizlik gerekiyor ya, tam o sırada Mert sesli sesli bir şeyler söyleyecek ,düğünde gelin ve damattan rol çalacağız diye ödüm patlıyor!” Müthiş hastane maceramızla düğün yemeğinde Türk & Alman herkesin ilgi konusu olduk ve evet beklediğim rol çalma nikah sırasında değil ama düğün yemeğinde yaşandı…
Nikah, kutlama ve araya sıkışan hastane maceramız derken bir günde 3 güne yakışan anı toparladık. Ertesi gün biraz dinlenme fırsatını kendimize verip Münih’e doğru yola çıktık. Münih’e giderken Ulm’e de uğrayıp orada Kerem’in liseden yakın bir arkadaşıyla keyifli bir Pazar günü geçirdik… Ve ben,o araba kiralama sırasında mızmızlanan ben, bütün yol boyunca: “iyi ki Frankfurt- Münih arası araba kiraladık” dedim…
İki Çocukla Yurtdışı - 3: Münih’te bir evde iki bebek, bir çocuk maceralarımız & gezdiğimiz ve gördüğümüz yerler...