Bu sabah saat 7 buçuk civarı Mert uyanınca hiç mırın kırın etmeden ben de kalktım ve hiç oyalanmadan yapılan sabah kahvaltısı ve toparlanma sonrası saat 10'da okulda olmak üzere evden çıkıverdik. Mert evden çıkarken bir de sürekli şarkı söyleyen oyuncak köpeği mavi kulağı yanına aldı, bilmiyorum bunun kendini daha rahat hissetmek istemesi ile bir bağlantısı var mıdır?
Yarım gün olarak başlayacağımız okul hayatının ilk gününün maksimum 2 saat kadar olacağını kafamda planlayarak okula girdik. Tam kapıdan içeri giriyorduk ki Mert'in yaş grubunun o sırada bahçeye çıktığını gördük ve okuldaki ilk günümüzün ilk saati havanın da güzel olmasıyla bahçede nisbeten kolay bir başlangıçla geçti. Mert ilk olarak bahçedeki oyuncak arabalarla oynadı, arada kendini futbol kalesinin arkasında bir yere sokuşturup etrafı izlemeyi tercih etti. Öğretmenler onun dikkatini farklı şeylerle çekmeye çalışsalar da o ara ara bana seslenip "anne sen de gel" vs dedi, ben de ona "ben çitlerin dışından seni izliyorum anneler çitlerin içine girmiyorlar" vs dedim. sonra bir ara ikna oldu bahçenin arkasındaki kaydıraklara gitti, bir ara dans ediyordu, sonra diğerçocuklarla birlikte oyun evine girdi. Aman iyi gidiyor galiba derken bindiği oyuncak arabayı bir başka arkadaşına kaptırdı ve orada kıyamet koptu. Araba paylaşılamayınca Mert başladı "bu araba benimdi" diye ağlamaya... Neyseki o sırada bahçe saati bitti, Mert'in tuvaleti geldi ve içeri girdik. Ben de bu arada Mert'e "bak annecim buradaki oyuncakların hiçbiri hiçbir çocuğun eğil, bunların hepsi okulun ve sizler de birbirinizle paylaşarak bunlarla oynayabilirsiniz." dedim. Mert'in yanıtı kısa ve net oldu "hayır onlar benim!!"
Neyse içeri girip tuvalet işini de halledince bahçedeki sorun unutuldu, Mert oyun hamurları ile oynamak üzere sınıfa girdi ben de sınıfın kapısında onu izlemeye koyuldum. Bu arada sınıf kapısı derken bildiğimiz sınıf formatı değil. Bir binanın bir katı onların sınıfı aslında ve merdivenlere tek başlarına gitmelerini engellemek üzere yapılmış minik bir çit var. Ben o çitin dışında onu izledim, Mert de içinde oyun oynadı. Ara ara benim yanıma geldi, yanımda durup diğer çocukları izledi, sonra ilgisini çeken bir şey oldukça içeri girdi. Örneğin İngilizce şarkıların söylendiği bölümde gitti geldi, ama dans dersi(ders demek komik geliyor çünkü bu da bizim anlayacağımız şekilde bir dersten çok daha basit ve formatsızdı çocukları sıkmamak için) sırasında tamamen benim yanımda kaldı.
Yemek saati geldiğinde ben 2 saatlik zamanı kazasız belasız atlatmış olmanın verdiği huzurla "hadi anneciğim biz de eve gidip yemeğimizi yiyelim" dedim. Önce "tamam" diyen Mert Bey sonra diğer çocuklar gibi aşağı inmek ve yemeklere bakmak istedi, sonra da yemeği orada yemek istediğini söyledi. Tabii benim için şamda kayısı :)) yemek sonrası da kendini yine oyuna kaptırdı. Hatta bir ara fırsattan istifade denemek istedim ve Mert'i oyunla başbaşa bırakıp kayıt evrakları için üst kata çıktım,yaklaşık 20 dakika ortalıkta yoktum. Döndüğümde gayet güzel oynamaya devam ediyordu, tabii bu benim için nasıl bir mutluluk anlatamam:))) İlk günden çok uzun süre kalmayalım derken 3 saati geçkin bir süre biz okulda kaldık sonra da Mert el sallayarak okuldan ayrıldı...
Bugünü beklediğimden çok daha yumuşak ve keyifli atlattık, darısı diğer günlerin başına:)) Ama bugünden çıkardığım ders şu: okula gelirken kendi kendime "Mert ne derse olumlu yanıt vereceğim ve hiçbir şeye onu zorlamayacağım." dedim ve bunu uyguladım, ilk yarım saatte "eve gidelim" dese de "tamam" diyecektim, o kafada gelince her şey sanırım daha rahat oldu. Tabii bunda bir gün önce Kerem'le yaptığımız konuşmanın da etkisi büyük: "ilk gün zorlarsan ikinci gün evden çıkaramazsın, üçüncü gün pijamasını çıkartamazsın!!" sözü bütün gün aklıma kazınmış şekilde benliğini korudu:))
Tabii bu başlangıç evresinin ardından esas ayrılma evresinde neler yaşayacağız onu merakla bekliyorum!!
4 Mart 2013 Pazartesi
3 Mart 2013 Pazar
Anaokulu süreci öncesindeki anneden notlar...
Daha önce de yazdığım gibi anaokulu arayışı sürecimizin sonunda Kerem'le benim içimize sindiğini düşündüğümüz bir yer bulmamızla birlikte yarın Mert'le anaokulu sürecimiz başlıyor... Kafamda nasıl bir gün olacağını resmetmeye çalışıyorum, bazen ediyorum, bazen edemiyorum... Biraz önceki gibi Kerem'in koçluk yaptığı anlar kendimi daha iyi hissetmeme neden oluyor. "Bak sonuçta biz onun anne babasıyız ve onu en iyi biz tanıyoruz","hiçbir şey için zorlama, yarın zorlarsan öbür gün evden çıkaramazsın...","Bırak kendisi seçsin, bırak oradaki ortamı izlesin, kendisi oyuna katılmak istesin..."
Bunları aklımda tutup yarın sabah evden çıkmayı planlıyorum Mert'le birlikte... Sadece yarın değil tüm alışma sürecimizde bakalım neler yaşayacağız, hissedeceğiz? Bunları yarın ve sonrasında paylaşırım artık.
Gelelim bizim araştırma sürecmize... Nereden başladık,nelerle karşılaştık, araştırma öncesinde çok belirgin bir "önceliklerimiz" listemiz yokken gezdikçe önceliklerimiz ortaya çıktı, belirginleşti. Şimdi düşünüyorum ki anaokulu sürecini yaşamaya başlamamızla belki hiç aklımızda olmayan başka öncelikler listeye girecek, çok önemli dediklerimiz önemini biraz ya da çok kaybedecek.
Ben geçen yıl işi bırakıp Mert'le birlikte kalmaya karar verdiğimde ve birlikte olduğumuz dönemde annesiz bir oyun grubundaki 2 haftalık denememizin olumsuz sonuçlanmasının ardından Kerem'le Mert'i 3 yaşına kadar evde benimle tutmaya ve okul meselesini kapatmaya karar vermiştik. Hamilelik ve Mert'in 3 yaşının yaklaşması ile okul konusu bundan 2 ay kadar önce tekrar açıldı. Bizim kafamızda nisbeten net bir karar vardı, hemen arka sokağımızdaki anaokulundan hem memnun olduğunu duyduğumuz kişiler vardı hem de evin balkonundan görünecek kadar çok yakındı... Biz de bu okuldan yana seçimimizi kullanacaktık. Taaaa ki bir akşam Kerem'in "ya burası iyi midir kötü müdür diye bir yorum yapamayız çünkü diğer yerlerle kıyas yapacak, hatta neyle kıyaslanabilir konusunda en ufak bir bilgiye sahip değiliz." cümlesine kadar... Kendimize küçük çaplı bir liste yaptık,ilk listemiz evin yakınındaki birkaç anaokulu idi.Bunları gezelim, ne aradığımızı / ne istediğimizi bulalım dedik. Ve ben başladım gezmeye...Gezdikçe ne istediğimiz / istemediğimiz daha da netleşti gözümüzde, bu sefer de istediklerimizin olabileceği yerler nereler olabilir diyerek başladık yeni bir arama/taramaya...
Sonuçta önceliklerimiz şöyle ortaya çıktı:
* Biz Mert'i oyun oynaması için anaokuluna göndermek istiyoruz. Amacımız öğrensin, eğitilsin vs vs değil... Zaten bunun için upuzun bir eğitim & öğretim yılları silsilesi var çocuklar için. Kısacası, amacımız dil öğrensin, matematik profesörü (!) olsun değil; oyun oynasın, keyif alsın...
* (Tabii ki) sevecen bir öğretmeni olsun. (bunu yaşadıkça göreceğiz tabii)
* Eve yakın olsun (mümkünse yürüme mesafesi)
* Temiz olsun ama gösterişe prim vermesin
* Yemekleri okulda yapılsın ve mümkünse menüsünde hiçbir faydası olmayan (hatta çocuklar için zararlı) saçmasapan yiyecekler olmasın.
* Televizyon olmasın.
* Çocukları daha 3 yaşında standardize etmeye başlayacağı sinyalleri vermesn (örneğin bir örnek forma giydirmek gibi)
* Bir de yaklaşık 10-15 yerle görüşünce farkettim ki bazı okulların yöneticileri/ pedagogları/ kurucuları karşılarındaki velinin neye önem verdiğini anlamaya çalışıp velinin duymak isteyeceği cümleleri sıralamaya başlıyor ki bu süreçte sanırım benim için en itici olan okullar bu tip konuşmaları hissettiğim yerler oldu.
(Bu arada görüştüğüm okullardan birinin kurucusu beni görüşme sonrasında kararımız sormak için aradı ve ben o okulla devam etmeyeceğimizi farklı bir seçim yaptığımızı söyledim. Temel nedenimin de okulda tv izlenmesi olduğunu ilettim. Okulda tv'nin 17:30'dan sonra annelerini bekleyen çocuklar için açıldığını onun dışında da öğrenme sürecinde görsel destek sağlamak için tv'yi kullandıklarını söyleyerek tüm anaokullarında tv olmasının zorunlu olduğunu iletti. Bu konunun uzmanı değilim zorunluluk kısmını da hiç bilmiyorum ama benim tercih sürecimde olumsuz bir madde bu. Başka aileler için durum tamamen farklı olabilir. Ancak bu yeri seçmememizin doğru olduğunu telefonda karşımdaki hanımefendinin "hangi okula göndereceksiniz peki?!!!" sorusunu duyunca bir kez daha anladım. Böylece listeye kendimce bir madde daha ekledim: anaokulu sürecini bütünüyle direktiflere bağlı görmeyen bir yer olsun)
Bu öncelikler doğrultusunda bir karar verdik bakalım yaşayıp göreceğiz listemize neler eklenecek neler çıkacak bu listeden:)
İnsan ömrü boyuna pek çok seçim yapıyor, kararlar veriyor. Bu da onlardan biri; ne çok önemsizce öylesine bir seçim yapmak ne de hayatımızın en önemli kararını veriyormuşuz modunda olmamak lazım diye düşünüyorum...
Bunları aklımda tutup yarın sabah evden çıkmayı planlıyorum Mert'le birlikte... Sadece yarın değil tüm alışma sürecimizde bakalım neler yaşayacağız, hissedeceğiz? Bunları yarın ve sonrasında paylaşırım artık.
Gelelim bizim araştırma sürecmize... Nereden başladık,nelerle karşılaştık, araştırma öncesinde çok belirgin bir "önceliklerimiz" listemiz yokken gezdikçe önceliklerimiz ortaya çıktı, belirginleşti. Şimdi düşünüyorum ki anaokulu sürecini yaşamaya başlamamızla belki hiç aklımızda olmayan başka öncelikler listeye girecek, çok önemli dediklerimiz önemini biraz ya da çok kaybedecek.
Ben geçen yıl işi bırakıp Mert'le birlikte kalmaya karar verdiğimde ve birlikte olduğumuz dönemde annesiz bir oyun grubundaki 2 haftalık denememizin olumsuz sonuçlanmasının ardından Kerem'le Mert'i 3 yaşına kadar evde benimle tutmaya ve okul meselesini kapatmaya karar vermiştik. Hamilelik ve Mert'in 3 yaşının yaklaşması ile okul konusu bundan 2 ay kadar önce tekrar açıldı. Bizim kafamızda nisbeten net bir karar vardı, hemen arka sokağımızdaki anaokulundan hem memnun olduğunu duyduğumuz kişiler vardı hem de evin balkonundan görünecek kadar çok yakındı... Biz de bu okuldan yana seçimimizi kullanacaktık. Taaaa ki bir akşam Kerem'in "ya burası iyi midir kötü müdür diye bir yorum yapamayız çünkü diğer yerlerle kıyas yapacak, hatta neyle kıyaslanabilir konusunda en ufak bir bilgiye sahip değiliz." cümlesine kadar... Kendimize küçük çaplı bir liste yaptık,ilk listemiz evin yakınındaki birkaç anaokulu idi.Bunları gezelim, ne aradığımızı / ne istediğimizi bulalım dedik. Ve ben başladım gezmeye...Gezdikçe ne istediğimiz / istemediğimiz daha da netleşti gözümüzde, bu sefer de istediklerimizin olabileceği yerler nereler olabilir diyerek başladık yeni bir arama/taramaya...
Sonuçta önceliklerimiz şöyle ortaya çıktı:
* Biz Mert'i oyun oynaması için anaokuluna göndermek istiyoruz. Amacımız öğrensin, eğitilsin vs vs değil... Zaten bunun için upuzun bir eğitim & öğretim yılları silsilesi var çocuklar için. Kısacası, amacımız dil öğrensin, matematik profesörü (!) olsun değil; oyun oynasın, keyif alsın...
* (Tabii ki) sevecen bir öğretmeni olsun. (bunu yaşadıkça göreceğiz tabii)
* Eve yakın olsun (mümkünse yürüme mesafesi)
* Temiz olsun ama gösterişe prim vermesin
* Yemekleri okulda yapılsın ve mümkünse menüsünde hiçbir faydası olmayan (hatta çocuklar için zararlı) saçmasapan yiyecekler olmasın.
* Televizyon olmasın.
* Çocukları daha 3 yaşında standardize etmeye başlayacağı sinyalleri vermesn (örneğin bir örnek forma giydirmek gibi)
* Bir de yaklaşık 10-15 yerle görüşünce farkettim ki bazı okulların yöneticileri/ pedagogları/ kurucuları karşılarındaki velinin neye önem verdiğini anlamaya çalışıp velinin duymak isteyeceği cümleleri sıralamaya başlıyor ki bu süreçte sanırım benim için en itici olan okullar bu tip konuşmaları hissettiğim yerler oldu.
(Bu arada görüştüğüm okullardan birinin kurucusu beni görüşme sonrasında kararımız sormak için aradı ve ben o okulla devam etmeyeceğimizi farklı bir seçim yaptığımızı söyledim. Temel nedenimin de okulda tv izlenmesi olduğunu ilettim. Okulda tv'nin 17:30'dan sonra annelerini bekleyen çocuklar için açıldığını onun dışında da öğrenme sürecinde görsel destek sağlamak için tv'yi kullandıklarını söyleyerek tüm anaokullarında tv olmasının zorunlu olduğunu iletti. Bu konunun uzmanı değilim zorunluluk kısmını da hiç bilmiyorum ama benim tercih sürecimde olumsuz bir madde bu. Başka aileler için durum tamamen farklı olabilir. Ancak bu yeri seçmememizin doğru olduğunu telefonda karşımdaki hanımefendinin "hangi okula göndereceksiniz peki?!!!" sorusunu duyunca bir kez daha anladım. Böylece listeye kendimce bir madde daha ekledim: anaokulu sürecini bütünüyle direktiflere bağlı görmeyen bir yer olsun)
Bu öncelikler doğrultusunda bir karar verdik bakalım yaşayıp göreceğiz listemize neler eklenecek neler çıkacak bu listeden:)
İnsan ömrü boyuna pek çok seçim yapıyor, kararlar veriyor. Bu da onlardan biri; ne çok önemsizce öylesine bir seçim yapmak ne de hayatımızın en önemli kararını veriyormuşuz modunda olmamak lazım diye düşünüyorum...
2 Mart 2013 Cumartesi
gündem bu ara yoğun
Neler mi var?
* Geçen 2 hafta boyunca Mert için sanırım 10-12 civarı anaokulu (Mert için daha kabul edilir olması için oyun okulu demeyi tercih ediyoruz) gezdik. Önümüzdeki Pazartesi başlamak üzere içimize en çok sineninde karar kıldık. (bu konu bence apayrı bir yazı konusu zaten)
* Geçen hafta 20. hafta kontrolümüz ve detaylı ultrasonumuz vardı. Her şey şimdilik yolunda gözüküyor:)) Cinsiyet bir önceki muayenemizdeki gibi kız ve halen isim arayışımız devam ediyor:))
* Okul süreci başlayacak diye bir süre benim uğrayamayacağım pek çok yere uğradık/ yapamayacağım pek çok ziyareti bu hafta yaptık.
* Mert'le haftada bir katıldığımız "Almanca" oyun grubumuz da tüm keyfi ve eğlencesi ile devam ediyor...
* Mert'in 3 yaş doktor kontrolü bugün bir araya sıkışıverdi. Hem anaokulu gezilerimizden hem de bugünkü doktor muayenesi öncesi/sonrası bekleme odasında farkettiğim kadarıyla salgın hastalık konusu hala gündemde sıcak sıcak duruyor!!!
* Haftaya Mert'in doğum günü, organizasyonel pek çok detay beni bekler.
Kısacası 2 haftadır hiçbir şey yazmadım ama bu hiçbir şey yapmamaktan değil; yerimde pek de oturamamaktan kaynaklanıyor. Evi ve evde yayılmayı özledim desem yalan olmayacak:)) Sanırım Mert de özlemiş ki bugün akşam üstü eve girdiğimizde oyuncaklarının bazılarıyla ilk defa oynuyormuş gibi oynadı:))
* Geçen 2 hafta boyunca Mert için sanırım 10-12 civarı anaokulu (Mert için daha kabul edilir olması için oyun okulu demeyi tercih ediyoruz) gezdik. Önümüzdeki Pazartesi başlamak üzere içimize en çok sineninde karar kıldık. (bu konu bence apayrı bir yazı konusu zaten)
* Geçen hafta 20. hafta kontrolümüz ve detaylı ultrasonumuz vardı. Her şey şimdilik yolunda gözüküyor:)) Cinsiyet bir önceki muayenemizdeki gibi kız ve halen isim arayışımız devam ediyor:))
* Okul süreci başlayacak diye bir süre benim uğrayamayacağım pek çok yere uğradık/ yapamayacağım pek çok ziyareti bu hafta yaptık.
* Mert'le haftada bir katıldığımız "Almanca" oyun grubumuz da tüm keyfi ve eğlencesi ile devam ediyor...
* Mert'in 3 yaş doktor kontrolü bugün bir araya sıkışıverdi. Hem anaokulu gezilerimizden hem de bugünkü doktor muayenesi öncesi/sonrası bekleme odasında farkettiğim kadarıyla salgın hastalık konusu hala gündemde sıcak sıcak duruyor!!!
* Haftaya Mert'in doğum günü, organizasyonel pek çok detay beni bekler.
Kısacası 2 haftadır hiçbir şey yazmadım ama bu hiçbir şey yapmamaktan değil; yerimde pek de oturamamaktan kaynaklanıyor. Evi ve evde yayılmayı özledim desem yalan olmayacak:)) Sanırım Mert de özlemiş ki bugün akşam üstü eve girdiğimizde oyuncaklarının bazılarıyla ilk defa oynuyormuş gibi oynadı:))
20 Şubat 2013 Çarşamba
"çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın hiçbir koşula bağlamadan alın" ve " 'hayır'lar 'evet'e dönerse tutarsız ebeveyn olmazsınız"
Cumartesi günü keyifli bir eğitim /sohbete katıldım. www.anneysen.com 'un düzenlediği ve "Daha mutlu ebeveyn çocuk ilişkisi için sınır koyma/ kuralları belirleme" başlıklı etkinliğin ilk konuşmacısı Psikoloji İstanbul'dan Psikolog Tolga Erdoğan'dı. Tolga Bey biz annelerle(ve sanırım birkaç baba da vardı) her şeye sınır koyan ebeveynlik ile hiç kural koymayan ebeveynlik davranışları ve çocuklardaki yansımalarını paylaştıktan sonra özellikle benim için çok ilgi çekici olan "ödül/ceza" başlığına geçti. Tolga Erdoğan'dan sonra Blogcu Anne Elif Doğan'ın kendi evinden tecrübelerini paylaştığı bölümü dinledik.
Her iki bölüm de benim için yer yer düşündürücü, yer yer eğitici, yer yer de eğlenceliydi...
Neler aklımda kaldı peki bu söyleşilerden:
Tolga Erdoğan'a göre bugünkü ebeveynlerin işini zorlaştıran temel konu şu: biz çocukken bizlerin sokaklarda harcadığı enerjiyi bizim çocuklarımız şimdilerde evde/ okulda yetişkin kontrolünde boşaltmak zorundalar. Bu da bizim sınırları daha çok arttırmamıza neden oluyor. Ayrıca hayatımız neredeyse 3. sayfa haberleri duymakla/ okumakla geçiyor. Bu da elimizde olmadan kaygı düzeyimizi arttırıyor ve sonucunda da (belki) gereğinden fazla kurallar koymaya başlıyoruz. Bu girişin ardından Tolga Erdoğan benim aklımdaki ilk soru ışığını yaktı: "Bu kuralların ne kadarı gerçekten gerekli? Kaygılarımızı azaltmak için mi bu kuralları koyuyoruz?"
Hiç kural konulmayan/ sınırların belli olmadığı bir evde öncelikle anne/babanın kendi hayatları yok oluyor. Çocuğa yatırım çok yüksek boyutta olduğu için beklenti yükseliyor, beklentiye karşılık alınamadığında anne/babanın hayal kırıklığı ve öfkesi artıyor ve ardından da tükenmişlik geliyor. MUŞ!! Ardından çocukta ise kendi sınırlarını çizememe sorunu ve hatta yetişkin olduğu dönemde "hayır" diyememe sorunu başlıyor. MUŞ...
Tam tersi durumda, yani gereğinden çok kuralları olan evde ebeveynin çocuğa verdiği otomatik mesaj ise: "sen kendi hayatını kontrol edemezsin; senin için en iyiyi BEN/BİZ bilirim/z." Örneğin 8 aylık bebek topunu koltuğun altına kaçırdı, ve topu almak istedi, anne "hayır" dedi ve topu alıp bebeğe verdi. Çocuğun ağır, uzak, yüksek vs gibi ilk matematiksel kavramları öğrendiği bu dönemde deneyimleyemediği için ilk matematik dersi boşa geçmiş oluyor.
Mert doğduğundan beri belki de Kerem'le en çok konuştuğumuz konulardan biridir bu: "Hayır"ları ekonomik kullanalım, gerçekten gereken hayati konular dışında "hayır" demeyelim." Bunu Kerem'in çok iyi uyguladığını, benimse evin daha kötü polisi rolünü üzerimde taşıdığımı kabul ederek Tolga Erdoğan'ı dinlemeye devam ettim. Hatta dayanamadım Tolga Bey'e de sorumu sordum: "Bizim ev hayatımızda hayati "hayır"larla ilgili şimdiye kadar bir sorunumuz olmadı. Mert'e gerekçesi ile elektrik prizine dokunmasının, kabloları ellememesinin vs neden hayır olduğumuzu anlattığımızda gizli saklı onları kurcalarken bulmadık kendisini. Ancak ben bir kitap alacağız diye girdiğimiz kitapçıda Mert'i 2-3 kitap alacağım diye tuttururken bulabiliyorum. Buradaki ve benzeri "hayır" meselesini nasıl değerlendireceğiz?" diye sordum Tolga Erdoğan da benim için hayati değeri olan bir yanıt verdi: "BAZEN HAYIRLAR EVETE DÖNEBİLİR" nasıl yani dedim kendimce... Sonuçta biz "Hayır diyorsam hayırdır" diyerek büyümüş bir nesiliz. Biz zannediyoruz ki bir kere "Hayır" dediğimizde sonra bunu "Evet"e dönüştürürsek tutarsız anne baba olabiliriz. Meğerse olmazmışız:)
Son dönemde benim de çok yararını gördüğüm bir konunun daha altını çizdi Tolga Bey. Ağladığı zaman çocuğun ağlamasına izin ver ve onunla göz temasını kesme, öfkeli değilsen ve duruma ayak uydurabileceksen o ağlarken yanında kalarak ona eşlik et ama ayak uyduramayacak durumdaysan (ben bunu acelen varsa, o sırada anne olarak psikolojin ağlamasını kaldıramayacaksa vs) dikkatini dağıtarak çocuğun dikkatini başka yere çek. Ancak ağlamasına izin verip, hayalkırıklığı/ üzüntüsü ile yüzleşmesini sağlayıp konyu orada sonuçlanırmak en iyisi... Bizde dikkat dağıtma işi kesinlikle işe yaramadığı, Mert'in ağlama anında dikkatini dağıtsak ve konuyu değiştirsek bile konunun dönüp dolaşıp o çözülmemiş konuya gelip yeniden ağlamaya bağlandığını bildiğimizden biz artık dağıtmayı pek kullanmaz olduk bizim evde... Ama tabii her çocuğun mizacı farklı...
Erken ergenlik denilen 2 yaş krizi ile ilgili de konuşurken bazen sorun çözülemeycek gibi olur, o zaman anne/baba olarak sorunu çözmeye uğraşmak yerine "bırak dağınık kalsın" düşüncesiyle yaklaşmak bazen hayatımızı kolaylaştırabilirmiş. Bunu da beynime yazdım illa her konu sorun olduğunda çözülmeli diyen bir anne olarak!!
Ödül/ceza başlığında ise beni derinden yakalayan cümlesi şu oldu Tolga Erdoğan'ın: "çocuk yetiştirirken özül kullanıyorum, ceza kullanmıyorum diye bir şey yoktur. Ödül ve ceza bir bütünün iki parçasıdır. Ödül veren ama ceza vermediğini düşünen bir ebeveyn aslında ödüle alıştırdığı çocuğuna ödül vermediğinde ceza vermiş olur."dedi ve ben yine deriiiiin düşüncelere daldım... Bu başlıkta aldığım notları kısaca şöyle paylaşmak isterim:
* ödül ve ceza ile "iyi şeyler yaparsan iyi, kötü şeyler yaparsan kötü şeyler hakedersin" diyoruz ve bu hikayede iyi ile kötünün tanımı anne ya da bize olarak bana ait.
* insan ceza aldığı zaman bedelini ödemiş olduğu için vicdani sorumluluk taşımamaya başlar.
* anne/ baba olarak "benim onayladığımın dışına çıkarsan seni reddedebilirim" mesajı taşıma riskin var.
* sürekli ödül ve ceza ile büyüyen kişinin kendisini kendi olarak değil de karşısındaki kim ise onun istediği şekilde ifade etmesi mümkün olabilir.
* ödül ve ceza ile aslında kişinin iç motivasyonu yok oluyor/ azalıyor ve dış motivasyon ile bir şeyleri yapmaya başlıyor. Örneğin öğrenmek (iç motivasyon) için ders çalışmıyorum, sene sonunda ailemin bana alacağı bisiklet (dış motivasyon) için çalışıyorum.
Tolga Erdoğan burada şu cümleyi kurdu ve aklıma kazındı: "çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın, almak istediğiniz için alın; bir sebep aramayın,8 kırığı da gelse alın. Sınıfını geç bisiklet alacağım dediğinizde çocuk bu sene bisiklet için çalışacak seneye tablet için, peki öbür sene??"
Ben bu ödül/ ceza konusunun bana bu şekilde anlatılmasını çok sevdim, çok da mantıklı geldi burada anlatılan her bir söz. Gel gör ki ödül ve ceza dna'mıza işlemiş bir nesil olarak bunu tamamen bir kenara atmak gerçek hayatımızda nasıl mümkün olabilir ben onu düşünüyorum Cumartesi'den beri... Şu anda bu bilincin varlığı ve farkındalığın oluşmasının bile bir artı olduğunu düşünen içimdeki polyanna bu konuda ilerleme gösterebileceğime dair bir umut barındırıyor kendisinde; umarım becerebilirim:)) Cumartesi günü bu etkinliğe giderken burnu tıkalı olan ve burnuna tuzlu su damlattırmamak için benimle savaşan oğluma "sen ilacı damlattırmadın ben de seninle konuşmuyorum." diyen (kara vicdanlı) anne olarak, Tolga Bey'in sözleri ile vicdan azabım tavan yaptı tavan... O andan itibaren "Al sana ceza Zeynep" diyorum...
Şunu da yazmadan geçmeyeyim: çocuklara bağırmak, bir şeyi yüksek sesle söylemek kontrolümüzü kaybetmek üzere olduğumuz mesajını veriyor çocuğumuza ve ciddiye alınmamamıza neden oluyor. MUŞ!!...
Tolga Erdoğan'ın konuşmasının ardından Blogcu Anne Eilf Doğan'ın sohbetiyle de pek çok kez gülümsedim, pek çok kez evlerde yaşanan durumlar,çocuklarla ilişkiler, eşler arası diyaloglar, iyi polis- kötü polis olmalar birbirine ne kadar benziyor düye düşündüm. Kısacası en başta da belirttiğim gibi keyifli, çoğunlukla düşündürücü ve öğretici birkaç saat geçirdim ben kendi adıma.
Her iki bölüm de benim için yer yer düşündürücü, yer yer eğitici, yer yer de eğlenceliydi...
Neler aklımda kaldı peki bu söyleşilerden:
Tolga Erdoğan'a göre bugünkü ebeveynlerin işini zorlaştıran temel konu şu: biz çocukken bizlerin sokaklarda harcadığı enerjiyi bizim çocuklarımız şimdilerde evde/ okulda yetişkin kontrolünde boşaltmak zorundalar. Bu da bizim sınırları daha çok arttırmamıza neden oluyor. Ayrıca hayatımız neredeyse 3. sayfa haberleri duymakla/ okumakla geçiyor. Bu da elimizde olmadan kaygı düzeyimizi arttırıyor ve sonucunda da (belki) gereğinden fazla kurallar koymaya başlıyoruz. Bu girişin ardından Tolga Erdoğan benim aklımdaki ilk soru ışığını yaktı: "Bu kuralların ne kadarı gerçekten gerekli? Kaygılarımızı azaltmak için mi bu kuralları koyuyoruz?"
Hiç kural konulmayan/ sınırların belli olmadığı bir evde öncelikle anne/babanın kendi hayatları yok oluyor. Çocuğa yatırım çok yüksek boyutta olduğu için beklenti yükseliyor, beklentiye karşılık alınamadığında anne/babanın hayal kırıklığı ve öfkesi artıyor ve ardından da tükenmişlik geliyor. MUŞ!! Ardından çocukta ise kendi sınırlarını çizememe sorunu ve hatta yetişkin olduğu dönemde "hayır" diyememe sorunu başlıyor. MUŞ...
Tam tersi durumda, yani gereğinden çok kuralları olan evde ebeveynin çocuğa verdiği otomatik mesaj ise: "sen kendi hayatını kontrol edemezsin; senin için en iyiyi BEN/BİZ bilirim/z." Örneğin 8 aylık bebek topunu koltuğun altına kaçırdı, ve topu almak istedi, anne "hayır" dedi ve topu alıp bebeğe verdi. Çocuğun ağır, uzak, yüksek vs gibi ilk matematiksel kavramları öğrendiği bu dönemde deneyimleyemediği için ilk matematik dersi boşa geçmiş oluyor.
Mert doğduğundan beri belki de Kerem'le en çok konuştuğumuz konulardan biridir bu: "Hayır"ları ekonomik kullanalım, gerçekten gereken hayati konular dışında "hayır" demeyelim." Bunu Kerem'in çok iyi uyguladığını, benimse evin daha kötü polisi rolünü üzerimde taşıdığımı kabul ederek Tolga Erdoğan'ı dinlemeye devam ettim. Hatta dayanamadım Tolga Bey'e de sorumu sordum: "Bizim ev hayatımızda hayati "hayır"larla ilgili şimdiye kadar bir sorunumuz olmadı. Mert'e gerekçesi ile elektrik prizine dokunmasının, kabloları ellememesinin vs neden hayır olduğumuzu anlattığımızda gizli saklı onları kurcalarken bulmadık kendisini. Ancak ben bir kitap alacağız diye girdiğimiz kitapçıda Mert'i 2-3 kitap alacağım diye tuttururken bulabiliyorum. Buradaki ve benzeri "hayır" meselesini nasıl değerlendireceğiz?" diye sordum Tolga Erdoğan da benim için hayati değeri olan bir yanıt verdi: "BAZEN HAYIRLAR EVETE DÖNEBİLİR" nasıl yani dedim kendimce... Sonuçta biz "Hayır diyorsam hayırdır" diyerek büyümüş bir nesiliz. Biz zannediyoruz ki bir kere "Hayır" dediğimizde sonra bunu "Evet"e dönüştürürsek tutarsız anne baba olabiliriz. Meğerse olmazmışız:)
Son dönemde benim de çok yararını gördüğüm bir konunun daha altını çizdi Tolga Bey. Ağladığı zaman çocuğun ağlamasına izin ver ve onunla göz temasını kesme, öfkeli değilsen ve duruma ayak uydurabileceksen o ağlarken yanında kalarak ona eşlik et ama ayak uyduramayacak durumdaysan (ben bunu acelen varsa, o sırada anne olarak psikolojin ağlamasını kaldıramayacaksa vs) dikkatini dağıtarak çocuğun dikkatini başka yere çek. Ancak ağlamasına izin verip, hayalkırıklığı/ üzüntüsü ile yüzleşmesini sağlayıp konyu orada sonuçlanırmak en iyisi... Bizde dikkat dağıtma işi kesinlikle işe yaramadığı, Mert'in ağlama anında dikkatini dağıtsak ve konuyu değiştirsek bile konunun dönüp dolaşıp o çözülmemiş konuya gelip yeniden ağlamaya bağlandığını bildiğimizden biz artık dağıtmayı pek kullanmaz olduk bizim evde... Ama tabii her çocuğun mizacı farklı...
Erken ergenlik denilen 2 yaş krizi ile ilgili de konuşurken bazen sorun çözülemeycek gibi olur, o zaman anne/baba olarak sorunu çözmeye uğraşmak yerine "bırak dağınık kalsın" düşüncesiyle yaklaşmak bazen hayatımızı kolaylaştırabilirmiş. Bunu da beynime yazdım illa her konu sorun olduğunda çözülmeli diyen bir anne olarak!!
Ödül/ceza başlığında ise beni derinden yakalayan cümlesi şu oldu Tolga Erdoğan'ın: "çocuk yetiştirirken özül kullanıyorum, ceza kullanmıyorum diye bir şey yoktur. Ödül ve ceza bir bütünün iki parçasıdır. Ödül veren ama ceza vermediğini düşünen bir ebeveyn aslında ödüle alıştırdığı çocuğuna ödül vermediğinde ceza vermiş olur."dedi ve ben yine deriiiiin düşüncelere daldım... Bu başlıkta aldığım notları kısaca şöyle paylaşmak isterim:
* ödül ve ceza ile "iyi şeyler yaparsan iyi, kötü şeyler yaparsan kötü şeyler hakedersin" diyoruz ve bu hikayede iyi ile kötünün tanımı anne ya da bize olarak bana ait.
* insan ceza aldığı zaman bedelini ödemiş olduğu için vicdani sorumluluk taşımamaya başlar.
* anne/ baba olarak "benim onayladığımın dışına çıkarsan seni reddedebilirim" mesajı taşıma riskin var.
* sürekli ödül ve ceza ile büyüyen kişinin kendisini kendi olarak değil de karşısındaki kim ise onun istediği şekilde ifade etmesi mümkün olabilir.
* ödül ve ceza ile aslında kişinin iç motivasyonu yok oluyor/ azalıyor ve dış motivasyon ile bir şeyleri yapmaya başlıyor. Örneğin öğrenmek (iç motivasyon) için ders çalışmıyorum, sene sonunda ailemin bana alacağı bisiklet (dış motivasyon) için çalışıyorum.
Tolga Erdoğan burada şu cümleyi kurdu ve aklıma kazındı: "çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın, almak istediğiniz için alın; bir sebep aramayın,8 kırığı da gelse alın. Sınıfını geç bisiklet alacağım dediğinizde çocuk bu sene bisiklet için çalışacak seneye tablet için, peki öbür sene??"
Ben bu ödül/ ceza konusunun bana bu şekilde anlatılmasını çok sevdim, çok da mantıklı geldi burada anlatılan her bir söz. Gel gör ki ödül ve ceza dna'mıza işlemiş bir nesil olarak bunu tamamen bir kenara atmak gerçek hayatımızda nasıl mümkün olabilir ben onu düşünüyorum Cumartesi'den beri... Şu anda bu bilincin varlığı ve farkındalığın oluşmasının bile bir artı olduğunu düşünen içimdeki polyanna bu konuda ilerleme gösterebileceğime dair bir umut barındırıyor kendisinde; umarım becerebilirim:)) Cumartesi günü bu etkinliğe giderken burnu tıkalı olan ve burnuna tuzlu su damlattırmamak için benimle savaşan oğluma "sen ilacı damlattırmadın ben de seninle konuşmuyorum." diyen (kara vicdanlı) anne olarak, Tolga Bey'in sözleri ile vicdan azabım tavan yaptı tavan... O andan itibaren "Al sana ceza Zeynep" diyorum...
Şunu da yazmadan geçmeyeyim: çocuklara bağırmak, bir şeyi yüksek sesle söylemek kontrolümüzü kaybetmek üzere olduğumuz mesajını veriyor çocuğumuza ve ciddiye alınmamamıza neden oluyor. MUŞ!!...
Tolga Erdoğan'ın konuşmasının ardından Blogcu Anne Eilf Doğan'ın sohbetiyle de pek çok kez gülümsedim, pek çok kez evlerde yaşanan durumlar,çocuklarla ilişkiler, eşler arası diyaloglar, iyi polis- kötü polis olmalar birbirine ne kadar benziyor düye düşündüm. Kısacası en başta da belirttiğim gibi keyifli, çoğunlukla düşündürücü ve öğretici birkaç saat geçirdim ben kendi adıma.
Etiketler:
anne eğitimde,
ceza,
kural koyma,
ödül,
sınırlar
19 Şubat 2013 Salı
dünyanın en sıkı ağlarından biri annelerin arasındaki bağlantı
Bu ağı ilk farkettiğimde Mert'e hamileydim ve birbirini hiç tanımayan ve sadece ortak noktası çocuk/ bebek/ hamilelik olan iki kadının biraraya geldiklerinde ne kadar derin konulara girip samimileşebileceklerini farkettim. O dönemde çalışıyorken kadınlar tuvaletinde, çay sırasında beklerken, koridorda yürürken artık belirginleşen karnımla dolaştığım her an herkes ile muhtemel bir sohbetin ortasında olabiliyordum.
Mert doğdu, bebekle dışarıda gezerken, parkta onunla oynarken ya da çocukları olan arkadaşlarımla biraraya geldiğimde de durum hiç değişmedi aksine daha da çoğaldı. Bu durumdan hiçbir zaman şikayet etmediğim gibi hep de çok sevdim, çünkü her bir sohbet yeni bir şey öğrenmeme fırsat yarattı. Anne bloglarının çoğalması, forumlarda annelerin annelik, çocuklar, kadın mevzuları üzerine her şeyi tartışması, konuşması da ayrıca pek çok annenin pek çok konuda farkındalıklarının artmasına neden oluyor.
Bu ara bizim anaokulu arayışımızda da anneler arası bu bağlantının ne kadar güçlü ve yararlı olduğunu farkettim. Internet anneleri mail grubu üzerinden annelerden aldığım yorumlar, Nurturia'da bir annenin bizim de ilgilendiğimiz bir anaokulu ile yazdığı yorumlar üzerine kendisiyle bireysel iletişime geçmem ve bir blogda okuduğum yazı üzerine blogger anne ile yazışmamız... Düşündüm de aslında çocuk meselesi olunca çevremiz ne kadar da kalabalıklaşıyor ve herkes paylaşıma ne kadar da açık... Bu paylaşımı seviyorum:))
Mert doğdu, bebekle dışarıda gezerken, parkta onunla oynarken ya da çocukları olan arkadaşlarımla biraraya geldiğimde de durum hiç değişmedi aksine daha da çoğaldı. Bu durumdan hiçbir zaman şikayet etmediğim gibi hep de çok sevdim, çünkü her bir sohbet yeni bir şey öğrenmeme fırsat yarattı. Anne bloglarının çoğalması, forumlarda annelerin annelik, çocuklar, kadın mevzuları üzerine her şeyi tartışması, konuşması da ayrıca pek çok annenin pek çok konuda farkındalıklarının artmasına neden oluyor.
Bu ara bizim anaokulu arayışımızda da anneler arası bu bağlantının ne kadar güçlü ve yararlı olduğunu farkettim. Internet anneleri mail grubu üzerinden annelerden aldığım yorumlar, Nurturia'da bir annenin bizim de ilgilendiğimiz bir anaokulu ile yazdığı yorumlar üzerine kendisiyle bireysel iletişime geçmem ve bir blogda okuduğum yazı üzerine blogger anne ile yazışmamız... Düşündüm de aslında çocuk meselesi olunca çevremiz ne kadar da kalabalıklaşıyor ve herkes paylaşıma ne kadar da açık... Bu paylaşımı seviyorum:))
12 Şubat 2013 Salı
2-3 yaş aralığında bıraktığımız alışkanlıklar...
Mert ile birlikte yaşadığımız şu 3 yılı düşününce sanki 2 ile 3 yaş arasındaki değişim/ gelişim dönemini "bırakmalar/ vazgeçmeler dönemi" diye adlandırabilirim gibi geldi... Şöyle ki son bir yıl içinde doğduğundan beri önemli parçası olan o kadar çok şeyi bırakmış ya da bırakmak zorunda kalmış ki! İlk aklıma gelenler: bebek bezi, emzik, bebek yatağı, (şimdilerde) öğle uykusu... Eminim zorlasam bu listeye ekleyecek üç beş madde daha bulabilirim.
Bugün, biz nasıl bu bezi bıraktık diye düşünürken bu "bırakma" mevzusu oluşuverdi kafamda. Bazılarını bir anda bıraktık bazılarını kademeli... Mesela emzik bir günde bıraktığımız bir nesne oluverdi. Eylül'de 2.5 yaş doktor kontrolüne gittiğimizde doktorumuz dişlerde hafif bir bozulma eğilimi görünce emziği hemen bırakın dedi. Tabii ben o panikle sanki bir gün daha emzik takarsa dişleri yamulacakmış hissiyatıyla Mert'e emziğin dişlerine zarar verdiğini ve artık kullanmamamız gerektiğini anlattım ve tüm emzikleri yok ettim. Mert de bunu kabul etti (göründü) ancak birkaç gün her uykudan uyandığında emziği için ağladı, ben tüm sakinliğimle ona emziğin neden zarar vermeye başladığını en baştan bir kez daha anlattım. Taaa ki bir öğlen uykusundan uyanıp emziği olmasa bir daha uyuyamayacakmış gibi hissettiğim güne kadar: "al emziğini veriyorum bir daha da kullanma demeyeceğim. İstediğin kadar kullan"dedim bütün çaresizliğimle... Sanırım bazı çocuklar (ya da hepsi) kararları kendilerinin aldığını bilmek, kendilerine dikte ettirilmediğine inanmak istiyorlar. Benim bu geri adım atan (ve aslında Mert'in pek alışık olmadığı) tepkim sonrasında Mert emziği bir kez ağzına aldı ve geri çıkardı: "Artık emziği istemiyorum." dedi ve bir daha da emzik konusu açılmadı. Bu durum bana ders oldu mu; hem de nasıl:))
Bez ise tamamen kademeli bir süreçti tüm ev halkı için:) Yazın Mert'in tuvalet alışkanlığı kazanıp kazanmayacağını gözlemlerken Mert'in bu değişime aslında hazır olduğunu farkettim. Ama ben hazır mıydım onu bilemiyordum. Sonuçta bezi bırakmak çocuk için büyük bir değişiklik olduğu kadar ebeveynler için de oldukça büyük bir değişiklik. Ağustos ayının tamamını Mert'le Erikli'de yazlıkçı modunda geçirince bu süreç kendiliğinden başladı. Zaten günün çoğu mayoylaydı, yani altı bağlı değildi. Bu da sürekli tuvalete taşınmamızı kolaylaştırıyordu ve Mert kısa bir zaman içinde (arada tabii ki kazalar olarak) bezi bıraktı. Bez olduğunda sıcak havada popsunun çok kaşınabileceğini, eğer külot giyerse poposunun hava alıp kızarmayacağını ve kaşınmayacağını söylememizin de etkisi vardır diye tahmin ediyorum. Neyse biz Eylül başı İstanbul'a döndüğümüzde Mert hemen hemen bu tuvalet mevzusunu oturtmuştu kafasında; ama sadece gündüzleri...
Diyorum ya anne babanın da tuvalet alışkanlığı sürecine hazır olması gerekiyor. Ben gece kısmına daha hazır olmadığımı düşündüğüm için her ne kadar kitaplar bezi bırakırken geceli gündüzlü tamamen bırakın dese de ben buna cesaret edemedim ya da kendime güvenemedim. Bir iki ay akşam bezli, gündüz bezsiz hayatımıza devam ettik. Ettik ama ben bir yerden sonra rahatsızlanmaya başladım. Gündüz tuvaletini tutan çocuk zamanla gece de tutmayı öğrenir ve sabahları yavaş yavaş daha kuru kalkmaya başlar tezi bizim evde çöktü. Mert, hiçbir sabah kuru kalkmadı. Ve bu tezin bizde çökmesi ile birlikte son paket bezimizin bittiği Kasım ayı gibi ben Mert'e yeni paket almayacağımızı ve (ne işe yaradığını anlattıktan sonra) alıştırma külotlarını kullanacağımızı anlattım.1 aya yakın alıştırma külodu denememizin ardından bazı sabahlar kuru kalkmaya başladı. Böylece alıştırma külotlarına da "hoşçakal" dedik. Bu arada her gece ben yatarken Mert'i de tuvalete kaldırmaya başladım. Böylelikle (tabii ki arada kazalar olmakla birlikte) tuvalet alışkanlığı kazanma sürecimiz de daha rayına oturmuş oldu. Yani umarım:)) Her bırakılan alışkanlığın geri dönüşü olabileceğini aklın bir köşesinde tutmak lazım sanırım...
Şimdi düşünüyorum da bu değişimler hemen bir çırpıda gerçekleşsin istiyoruz da aslında 2-3 yaş aralığında bir çocuk için ne kadar da büyük... Her çocuğun karakteri, düzeni farklı; her aile de kendi doğrusunu bulmaya,uygulamaya çalışıyor... Kimi zaman kitaplar, yazılanlar, önerilerle; kimi zaman da belki sadece iç sesini dinleyerek...
Bugün, biz nasıl bu bezi bıraktık diye düşünürken bu "bırakma" mevzusu oluşuverdi kafamda. Bazılarını bir anda bıraktık bazılarını kademeli... Mesela emzik bir günde bıraktığımız bir nesne oluverdi. Eylül'de 2.5 yaş doktor kontrolüne gittiğimizde doktorumuz dişlerde hafif bir bozulma eğilimi görünce emziği hemen bırakın dedi. Tabii ben o panikle sanki bir gün daha emzik takarsa dişleri yamulacakmış hissiyatıyla Mert'e emziğin dişlerine zarar verdiğini ve artık kullanmamamız gerektiğini anlattım ve tüm emzikleri yok ettim. Mert de bunu kabul etti (göründü) ancak birkaç gün her uykudan uyandığında emziği için ağladı, ben tüm sakinliğimle ona emziğin neden zarar vermeye başladığını en baştan bir kez daha anlattım. Taaa ki bir öğlen uykusundan uyanıp emziği olmasa bir daha uyuyamayacakmış gibi hissettiğim güne kadar: "al emziğini veriyorum bir daha da kullanma demeyeceğim. İstediğin kadar kullan"dedim bütün çaresizliğimle... Sanırım bazı çocuklar (ya da hepsi) kararları kendilerinin aldığını bilmek, kendilerine dikte ettirilmediğine inanmak istiyorlar. Benim bu geri adım atan (ve aslında Mert'in pek alışık olmadığı) tepkim sonrasında Mert emziği bir kez ağzına aldı ve geri çıkardı: "Artık emziği istemiyorum." dedi ve bir daha da emzik konusu açılmadı. Bu durum bana ders oldu mu; hem de nasıl:))
Bez ise tamamen kademeli bir süreçti tüm ev halkı için:) Yazın Mert'in tuvalet alışkanlığı kazanıp kazanmayacağını gözlemlerken Mert'in bu değişime aslında hazır olduğunu farkettim. Ama ben hazır mıydım onu bilemiyordum. Sonuçta bezi bırakmak çocuk için büyük bir değişiklik olduğu kadar ebeveynler için de oldukça büyük bir değişiklik. Ağustos ayının tamamını Mert'le Erikli'de yazlıkçı modunda geçirince bu süreç kendiliğinden başladı. Zaten günün çoğu mayoylaydı, yani altı bağlı değildi. Bu da sürekli tuvalete taşınmamızı kolaylaştırıyordu ve Mert kısa bir zaman içinde (arada tabii ki kazalar olarak) bezi bıraktı. Bez olduğunda sıcak havada popsunun çok kaşınabileceğini, eğer külot giyerse poposunun hava alıp kızarmayacağını ve kaşınmayacağını söylememizin de etkisi vardır diye tahmin ediyorum. Neyse biz Eylül başı İstanbul'a döndüğümüzde Mert hemen hemen bu tuvalet mevzusunu oturtmuştu kafasında; ama sadece gündüzleri...
Diyorum ya anne babanın da tuvalet alışkanlığı sürecine hazır olması gerekiyor. Ben gece kısmına daha hazır olmadığımı düşündüğüm için her ne kadar kitaplar bezi bırakırken geceli gündüzlü tamamen bırakın dese de ben buna cesaret edemedim ya da kendime güvenemedim. Bir iki ay akşam bezli, gündüz bezsiz hayatımıza devam ettik. Ettik ama ben bir yerden sonra rahatsızlanmaya başladım. Gündüz tuvaletini tutan çocuk zamanla gece de tutmayı öğrenir ve sabahları yavaş yavaş daha kuru kalkmaya başlar tezi bizim evde çöktü. Mert, hiçbir sabah kuru kalkmadı. Ve bu tezin bizde çökmesi ile birlikte son paket bezimizin bittiği Kasım ayı gibi ben Mert'e yeni paket almayacağımızı ve (ne işe yaradığını anlattıktan sonra) alıştırma külotlarını kullanacağımızı anlattım.1 aya yakın alıştırma külodu denememizin ardından bazı sabahlar kuru kalkmaya başladı. Böylece alıştırma külotlarına da "hoşçakal" dedik. Bu arada her gece ben yatarken Mert'i de tuvalete kaldırmaya başladım. Böylelikle (tabii ki arada kazalar olmakla birlikte) tuvalet alışkanlığı kazanma sürecimiz de daha rayına oturmuş oldu. Yani umarım:)) Her bırakılan alışkanlığın geri dönüşü olabileceğini aklın bir köşesinde tutmak lazım sanırım...
Şimdi düşünüyorum da bu değişimler hemen bir çırpıda gerçekleşsin istiyoruz da aslında 2-3 yaş aralığında bir çocuk için ne kadar da büyük... Her çocuğun karakteri, düzeni farklı; her aile de kendi doğrusunu bulmaya,uygulamaya çalışıyor... Kimi zaman kitaplar, yazılanlar, önerilerle; kimi zaman da belki sadece iç sesini dinleyerek...
1 Şubat 2013 Cuma
Birinciyi İkinciye Hazırlamak
Bu ara en çok düşündüğümüz konuların başında Mert'e kardeşi olacağını nasıl söyleyeceğimiz geliyor. Ben yine açtım kitapları, interneti okuyup duruyorum. İnternetten konuyla ilgili bir şeyler ararken Google'a yazmaya başladım "how to tell your child..." diye... Cümlenin devamını "...about a new baby" yazmadan çıkan o kadar çeşitli dramatik konu başlığı belirdi ki benim aradığım konunun aslında ne kadar basit, ne kadar olağan olduğunu düşünüp rahatladım:)
Kerem'le ortak kararımız Mert'e hamileliğimi çok başlardan söylememek üzerine kurulu, sonuçta henüz 3 yaşında olmayan bir çocuğun beklentisinin, hayallerinin ne olabileceğini kestirmek güç. Ayrıca hamileliğin başındaki 3 aylık süreçte de hamileliğin nasıl devam edeceğini kestirmek güç. Son olarak da şöyle bir karar verdik karnım iyice belirginleşeceği ve detaylı ultrasonda pek çok şeyi öğrenme fırsatımız da olacağı için 20. hafta kontrolünden sonra Mert'le durumu paylaşacağız.Tabii bu arada bir ortama girdiğimizde hemen Mert'in henüz haberinin olmadığını söylüyoruz ki "Mert kardeş geliyormuş sana" türevinden konuşmalara maruz kalmayalım:)
Bu arada okuduğum yerlerden iki tanesindeki- ki genelde hemen hemen her yerde benzer şeyler yazıyor- notları da burada paylaşmak isterim.Notlar sadece bana kalmasın.
İlk kaynağım Mert'e de hamileyken ve bebekliğinden itibaren çok sık kullandığım www.babycenter.com internet sitesi. Burada da şimdi ikinci hamileliğimin takibini meyve / sebze bazında yapmaya devam ediyorum. Örneğin şu an kendileri karnımda bir turp büyüklüğünde:) Neyse gelelim babycenter'da ikincinin geleceğini birinciye nasıl ve ne zaman söylemeli başlığında okuduklarıma:
Biz bu sürecin iletişimi öncesi biraz da çevresel etkenler gereği pek çok bebek ziyareti yapmak , hatta yeni doğmuş bebeklerle oldukça zaman geçirmiş bulunmaktayız ve bu durum devam edecek gibi gözüküyor. Yazdan bu yana yaptığımız bebek ziyaretleri oldukça yoğundu Mert'le birlikte:) 2.5 ay kadar önce de ailecek görüştüğümüz ve Mert'ten biraz büyük çocukları olan arkadaşlarımızın ikinci bebekleri oldu. Bu süreçte Mert bir anne ve babanın birden fazla çocuğun anne ve babası olabileceğini biraz kafası karışarak da olsa anladı:) Ayrıca sadece bu hafta biri 20 günlük biri 1.5 aylık bebekleri ziyaret etmeye evlerine gittik... Tabii bir de lise arkadaşım Tuba'nın Nisan sonu Mayıs başı gibi gelmesini beklediğimiz bebeği var... Mert onun da anne karnındaki sürecini yakından takip ediyor. Geçen gün arabada Tuba ile çok hoş bir sohbetleri vardı. Ben Mert'e Tuba'nın karnındaki bebeğin hareket ettiğini ve benim bunu farkettiğimi söyleyince o da klasik "neden?" sorusu ile başladı. Biz de "acıkmış olabilir" dedik.
Mert: o nasıl yemek yiyor?
Tuba: Ben ne yersem onu yiyor Mert'cim.
Mert: Nasıl yani? mesela sen makarna yersen o da makarna mı yiyor?
Tuba: Evet Mert'cim.
Mert: köfte yersen?
Tuba: O da köfte yiyor
.... Mert bir milyon tane yemek saydıktan ve Tuba'dan onay aldıktan sonra bana dönüp "anne biz başka ne yiyoruz?" diye sordu. Bu konu bayağı kafasında yer etmiş ki akşam da babasına anlatıyordu :))
Umarım tüm süreç yukarıdaki gibi eğlenceli hikayelerle devam eder. Tabii şunu da çok iyi biliyoruz ki hamilelik sürecinde ne konuşursak konuşalım gerçek, doğumdan sonra yaşanacak:))
Kerem'le ortak kararımız Mert'e hamileliğimi çok başlardan söylememek üzerine kurulu, sonuçta henüz 3 yaşında olmayan bir çocuğun beklentisinin, hayallerinin ne olabileceğini kestirmek güç. Ayrıca hamileliğin başındaki 3 aylık süreçte de hamileliğin nasıl devam edeceğini kestirmek güç. Son olarak da şöyle bir karar verdik karnım iyice belirginleşeceği ve detaylı ultrasonda pek çok şeyi öğrenme fırsatımız da olacağı için 20. hafta kontrolünden sonra Mert'le durumu paylaşacağız.Tabii bu arada bir ortama girdiğimizde hemen Mert'in henüz haberinin olmadığını söylüyoruz ki "Mert kardeş geliyormuş sana" türevinden konuşmalara maruz kalmayalım:)
Bu arada okuduğum yerlerden iki tanesindeki- ki genelde hemen hemen her yerde benzer şeyler yazıyor- notları da burada paylaşmak isterim.Notlar sadece bana kalmasın.
İlk kaynağım Mert'e de hamileyken ve bebekliğinden itibaren çok sık kullandığım www.babycenter.com internet sitesi. Burada da şimdi ikinci hamileliğimin takibini meyve / sebze bazında yapmaya devam ediyorum. Örneğin şu an kendileri karnımda bir turp büyüklüğünde:) Neyse gelelim babycenter'da ikincinin geleceğini birinciye nasıl ve ne zaman söylemeli başlığında okuduklarıma:
- Çocuğunuzun yaşına ve mizacına göre söyleyeceğiniz zamanlamayı seçebilirsiniz.
- Babycenter 1,2,3-4 ve 5-8 arası yaşlar için ayrı ayrı önerilerde bulunmuş
- 3 yaş önerilerine baktığımda
o İlk trimesterin bitimi/ yapılacak tüm testlerin sonlanmasını beklemek iyi bir tercih olabilir deniliyor
o Yavaş yavaş karın büyümeye başladığında söylenmesi de diğer iyi bir alternatif. Zira bu yaştaki çocuklar annede henüz hiçbir fiziksel değişiklik yokken bebeğin içerde nasıl varolduğunu anlamakta zorluk çekebiliyor
o Aile ve çevreye söyledikten sonra çocuktan bu durumu gizlemek zorlaşabileceği için etrafa söyledikten hemen sonra da bir tercih olabilir
o Çocuğa annenin hamilelik semptomlarından bahsetmek çocuğun bebeği suçlamasına neden olabileceği için bunlardan bahsetmemek en doğrusu
o Söylemek için sakin olduğu, yeni bir değişiklik (okula başlamak gibi) yaşamadığı, sorularını sorabilecek kadar geniş bir zamanıseçmek sağlıklı olabilir. Mümkünse ebeveynlerin ikisinin de yanında olması.
o Eğer bu konuşmadan sonra bir düşük yaşanırsa ne demek gerekir? – bebeğin doğacak kadar büyüyemediğini daha sonra belki yine karında bir bebek büyütmeyi deneyebileceğinizden bahsedebilirsiniz
o DURUMU ANLATMAYA BAŞLAMADAN birkaç hafta ÖNCE ortamı hazırlamaya başlayabilirsiniz. Kardeşler hakkında hikaye kitapları okunabilir, arkadaşlarınızın çocukları ya da çocuğunuzun arkadaşları ile biraya gelip “senin de bir gün kardeşin olabilir” diyebilirsiniz.
o Çocuklar ebeveynlerinin çocukluklarını dinlemeyi severler. Çocukken kardeşlerinizle olan hikayelerinizi anlatabilir, hissiyatınızı paylaşabilirsiniz.
o Çocuğunuzla hamileliğinizi paylaşmaya karar verdiğinizde pozitif bir tonda ve kısa-net bir konuşma ile bu durumu paylaşın:“şu anda karnımda bir bebek büyüyor ve gelecek yaz bir kız/erkek kardeşin olacak” gibi…
o Sonrasında merak ettiklerini sorması için zaman tanıyın, gereksiz bilgi ve detay ile kafasını karıştırmayın
İkinci kaynağım ise pekçok konuda başucu kitabım olan Tracy Hogg serisinden:
“ Çocukluğa Geçiş
Sorunlarına Mucize Çözümler” kitabından aldığım bazı notlar (325- 329 arası sayfalardan alıntılanmıştır)
-
Çok erken söylemeyin
o
Küçük çocuğun yaşamında 9 ay sonsuzluk gibidir.
o
Basit olarak söylenmeli ve çocuğun sorularını
sormasına izin verilmeli. “Sana oyun arkadaşı geliyor” türünden bir açıklama
yapmayın
-
Bebek doğmadan 6 ay kadar önce onu bir oyun
grubuna sokun.
o
Paylaşma ve işbirliği en iyi arkadaşlardan
öğrenilir
-
Diğer çocuklara da sevgi gösterin
o
Çocuğunuz diğer çocuklarla da ilgilendiğinizi
görsün
o
Babaya da sevginizi sürekli gösterin ki çocuk
kendisinden başka kimseler sevilse de kendisine olan sevginin azalmayacağını
bilsin.
-
Çocuğunuza bebekler gösterin
o
Ona bebek kardeşler ile ilgili hikayeler okuyun
o
Kendi bebeklik fotoğraflarını gösterin
o
Bebeklerin ne kadar hassas oldukları
anlatılabilir: “şu yeni doğmuş bebeğe bak. Parmakları ne kadar küçük. Çok
dikkatli olmalıyız ki kırılmasınlar.”
o
Ona ait olan şeyler için şu ifadeleri
kullanmayın: “bu senindi ama artık bebek giyecek” Yeni doğan bebek giysileri
satan dükkana çocuğunuzla birlikte gidip birlikte seçim yapın ama giysilerin
güzelliğini fazla abartmayın. Bir bebek oyuncağına dokunmak/oynamak isterse
izin verin ama “bu bebek için sen artık büyüdün” demeyin.
-
Geceyi çocuk yanınızda olmadan dışarıda
geçirmeyi planlayın. Doğuma gittiğinizde yanında olmadığınızda bu süreyi daha
kolay geçirebilir.
-
Sağduyunuza ve içgüdünüze güvenin
o
Çocuğunuzun bebeğe hazırlanması konusunda birçok
tavsiye alacaksınız ama duyduğunuz her şey kural değildir.
o
Ör: hazırlık sınıflarından birinde büyük çocuğa
aşırı hoşgörülü davranılması öneriliyordu. Maya şöyle dedi: “Yeni çocuk,
yaşamımızı zenginleştirmek için geliyor- yalnız kalsın ve büyük çocuk aileyi
yönetsin diye değil. Bu böyle olursa sorun çıkar.”
Aslında en başta belirttiğim gibi hemen hemen her yerde benzer şeyler okudum ve en çok da sağduyu ve içgüdünüze güvenin başlığını kendimce benimsedim. Çünkü ne olursa olsun her ailenin ve her çocuğun düzeni, beklentisi, iletişimi birbirinden farklı olabilir ve en iyi nasıl/ ne zaman söylerim konusunu yine belirleyen ailelerin kendisi olacaktır.Biz bu sürecin iletişimi öncesi biraz da çevresel etkenler gereği pek çok bebek ziyareti yapmak , hatta yeni doğmuş bebeklerle oldukça zaman geçirmiş bulunmaktayız ve bu durum devam edecek gibi gözüküyor. Yazdan bu yana yaptığımız bebek ziyaretleri oldukça yoğundu Mert'le birlikte:) 2.5 ay kadar önce de ailecek görüştüğümüz ve Mert'ten biraz büyük çocukları olan arkadaşlarımızın ikinci bebekleri oldu. Bu süreçte Mert bir anne ve babanın birden fazla çocuğun anne ve babası olabileceğini biraz kafası karışarak da olsa anladı:) Ayrıca sadece bu hafta biri 20 günlük biri 1.5 aylık bebekleri ziyaret etmeye evlerine gittik... Tabii bir de lise arkadaşım Tuba'nın Nisan sonu Mayıs başı gibi gelmesini beklediğimiz bebeği var... Mert onun da anne karnındaki sürecini yakından takip ediyor. Geçen gün arabada Tuba ile çok hoş bir sohbetleri vardı. Ben Mert'e Tuba'nın karnındaki bebeğin hareket ettiğini ve benim bunu farkettiğimi söyleyince o da klasik "neden?" sorusu ile başladı. Biz de "acıkmış olabilir" dedik.
Mert: o nasıl yemek yiyor?
Tuba: Ben ne yersem onu yiyor Mert'cim.
Mert: Nasıl yani? mesela sen makarna yersen o da makarna mı yiyor?
Tuba: Evet Mert'cim.
Mert: köfte yersen?
Tuba: O da köfte yiyor
.... Mert bir milyon tane yemek saydıktan ve Tuba'dan onay aldıktan sonra bana dönüp "anne biz başka ne yiyoruz?" diye sordu. Bu konu bayağı kafasında yer etmiş ki akşam da babasına anlatıyordu :))
Umarım tüm süreç yukarıdaki gibi eğlenceli hikayelerle devam eder. Tabii şunu da çok iyi biliyoruz ki hamilelik sürecinde ne konuşursak konuşalım gerçek, doğumdan sonra yaşanacak:))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)