28 Nisan 2013 Pazar

Evli evine köylü köyüne; her şey yerli yerine...

Oyun yaratma konusunda bizim evin en yaratıcı kişisi olmadığım kesin son 3 yıllık çocuklu hayatımıza bakınca... Bizim evde Kerem varken oyun yaratmaya kendimi zorunlu da hissetmiyorum açıkçası :))) Ben daha çok "hadi kitap okuyalım, puzzle yapalım, mutfakta yemek/kek yapalım, hadi sokaklarda gezelim" tip anneyim... Gittiğim bütün eğitimlerde, okuduğum bütün kitaplarda çocukla oynanan oyunun önemine vurgu yapıldıkça da vicdanımda bir sızı hissediyor muyum?- eh, bazen, yer yer diyelim... En son gittiğim bir seminerde "kitap okumak, puzzle yapmak, mutfakta bir şeyler üretmek de çocukla oyundan sayılır. Di mi?" sorusunu cılız bir sesle soran anne bendim işte; kendini bilmek de önemli; değil mi:))

Neyse oyun konusunda bu kadar yaratıcılıktan uzak olan ben birkaç hafta önce patenti tamamen bana ait bir oyun yarattım(!) :))) Oyunu yarattığım gibi adını da koydum, şarkısını da yazdım:  Evli evine, köylü köyüne; her şey yerli yerine... Evet fırsatçı / yararcı bir anne gibi gözükebilirim ama vallahi de billahi de Mert bu oyunu tuttu; hatta geçen gün "anne evli evine oynayalım mı?" diye sorunca evet kabul ediyorum yüzümde sinsi bir gülümseme bile belirdi!! 

Oyun (!) çok basit aslında, ihtiyaç duyulan malzemeler: dağılmış bir ev (ya da bir oda) ve evin her yanından duyulabilecek, dans ettirecek kadar hareketli bir müzik ya da playlist... Müziğin sesini sonuna kadar açıp çocuğunuzla birlikte dans etmeye/ koşmaya/ zıplamaya (ya da içinizden ne geliyorsa onu yapmaya) başlıyorsunuz ve dans ederek yerinde olmayan tüm eşyaları yerine götürmeye başlıyorsunuz. Eşyaları yerlerine taşırken arada da arka fonda çalan müzikten bağımsız tekerleme gibi "evli evine köylü köyüne her şey yerli yerine" diye bağırmak da ayrı bir motivasyon etkisi yaratıyor :)) 10 dakikanın (ya da daha uzun bir süre) sonunda evin içinde terlemiş bir anne çocuk, toplanmış bir ev görmek çok mümkün.... 

Al sana temelinde kazan-kazan felsefesi olan; süper yaratıcı ve eğlenceli bir oyun :))) 

bir doğumun hatırlattıkları...

1996 Temmuz'u 15 yaşındaydım... Ortaokulu bitirmiş 2 ay sonra liseye başlayacaktım. Kendimce artık kocaman kız olmuştum yani... Annemle babam da o dönemde "kendimce" büyüdüğümü düşünmüş olmalılar ki hayatımda ilk defa yalnız başıma beni 3 haftalığına İngiltere'ye dil okuluna göndermeye "tamam" dediler... Ben ki o döneme kadar bir arkadaşımın evinde kalmak istediğimde annem ve babamdan hep "arkadaşın bizde kalsın." cümlesini duymuş bir ergendim!!...

İlk kez yurtdışına, hem de yalnız çıkacak olmanın verdiği heyecanla havaalanında 3 hafta birarada olacağım gruptakilerle tanışırken sürekli konuşan, üstünde çamaşır suyu ile desen verilmiiş ilginç bir şortu olan bir kızla sohbet etmeye başladık. Konuştukça aslında yıllardır birbirimizin dibinde yaşadığımızı öğrendik, 2 ay sonra da tesadüf müdür kader midir bilmem aynı okulda okumaya, yan yana apartmanlarda oturmamız dolayısıyla da aynı serviste gidip gelmeye başladık...

17 sene olmuş neredeyse... O "bıdı bıdı" konuşan kız arkadaşım, dostum olmuş... Bugün sabaha karşı 5'te de minik Batucuk'un annesi oluvermiş...

Dün öğlendi beni aradığında "galiba doğuma gidiyoruz" dediğinde... Dün akşam hastaneye uğradığımızda sanki doğuracak o değilmiş gibi yine "bıdı bıdı" konuşuyorduk. Bugün hastane odasına girdiğimde kucağında bir bebek annesinin sütünü emmeye çalışıyordu... Çok fazla duygu ve düşünce geçti bugün kafamdan/içimden; ama en çok da Tuba'yı ilk gördüğüm günün resmi, havaalanındaki tanışmamız geldi aklıma... Bugüne ait olan bir resim olarak da buraya yazmak istedim... Hoşgeldin Batucuk, inşallah hayatın hep bugün doğmayı seçtiğin gibi kendi seçimlerinle ve güzelliklerle şekillenir, hep keyifle yaşarsın:)))

13 Nisan 2013 Cumartesi

yarı şaka yarı ciddi: çocuk büyütürken mahalle baskısı görenler buradan buyrun...

Mert, bence bebekler için güzel bir zaman olan Mart ayında doğdu bundan 3 sene önce... İlk hafta hastaneydi, ikinci hafta eve alışmaydı derken ben 13. günden itibaren bahar havalarının da başlamasıyla Mert'i pusetine koyup kendisi ile başbaşa her gün caddeye yürüyüşe çıkmaya başlamıştım. Evden yürüyerek caddeye iniyor sonra o dönem Şaşkınbakkal'da büyük bir binada bulunan Mothercare'e girip emzirme odasında soluklanıyor; Mert'i emzirip, bezini değiştirip tekrar eve doğru yola koyuluyordum. Tabii bu süreç her zaman güzel renklerle boyanmış,sevgi pıtırcığı anne ve oğlu resminde olmayabiliyordu. Bazen Mert pusetinde kıyametleri kopararak ağlıyor, ben bir durup bir hızlı hızlı yürüyerek eve kadar stresler içinde yürüyordum... Bu ağlamalar sırasında da mutlaka sokakta bir teyze durdurup bazen çok iyi niyetle "n'oldu yavrum?" ya da bazen beni azarlarcasına"bu soğukta çocuk dışarı çıkarılır mı tıt tıt tıt" diyordu...

O zamandan beri sinir olurum bu "mahalle baskısı"na... Üzerinden 3 yıl geçti hala zaman zaman Mert bir şeye takıp sokakta ağlamaya başlamışsa yanımıza gelip "n'oldu?" diyenlere sinir olurum. Bir yandan da çok merak ederim, acaba "n'oldu?" diye sorunca sorunu çözen bir teyze var mıdır diye... Yoksa çocuk ve anne olarak karşılıklı stres yükselmişken "n'oldu?" diye sorulduğunda stresi ve siniri 2 kat artan tek anne ben miyim, ağlama desibeli de katlanarak artan tek çocuk benim oğlum mu? Benzer durumda olanlar lütfen ses verin hep birlikte kendimizi iyi hissedelim en azından :)))

Ama geçen hafta şunu farkettim: E-bebek'e bir hediye almak için girerken hem uykusu başına vurmuş hem de bir konuya feci takılmış olan oğlum yaklaşık 10 dakika mağazada dolaştığımız sürece mızmızlandı, sonra da ipleri koparırcasına ağlamaya başladı. Konuyu orada ilk başta çözmeye çalışıp, sonrasında konunun orada çözülemeyeceğini anlayan anne kimliği taşıyan bendeniz oradaki işimi en hızlı şekilde sonlandırmaya ve kendimizi arabaya atmaya hazırlanıyorduk ki bir teyze yanımıza geldi "vah yavrum n'oldu ki?" dedi; Demesiyle de ağlama şiddeti hafifleyen Mert'in böğürerek ağlaması bir oldu! Fark ettim ki eskiden bu tip durumlarda utanan, sıkılan, stres olan ben; teyzeyi resmen duymazlıktan geldim, hiçbir cevap vermedim kasada en hızlısından ödememi yaptım ve kendimi arabaya atıverdim...

Sanırım toplum olarak çocukların bazen ağlamaya ihtiyacı olduğuna dair pek bir bilgimiz yok; annelerinin onları susturamadığı noktada kötü anne olmadıklarını düşünecek bir bilincimiz olduğunu da ara ara sorguluyorum açıkçası... Çocuğumu  bırakayım ağlaya ağlaya sussun değil ama ağlamanın da bir iletişim ya da rahatlama olduğunu hatırlamak lazım diye düşünüyorum...

Geçen sene de yine caddede Mert'le yürürken yaşlıca bir teyze beni durdurdu. Bahar sonu falandı, daha Mert'in saçlarını kestirmemiştik ve Mert'in saçlar arkada uzunca, önde de alnını kapatacakşekildeydi. Teyze: "kızım yazık, şu çocuğun saçlarını kestirin. Bizim filancanın oğlunun çocukluğunda hep alnında saçları ile dolaştı: bak şimdi koca adam oldu alnında kıllanma sorunu var sürekli." dedi ve gitti; benim de ağzım bir karış açık kaldı, ne bir şey diyebildim, ne gülebildim... Bu komik karşılaşmayı aynı hafta arkadaşlarıma anlatırken Mert yaşında bir oğlu olan arkadaşım da "aynı şekilde beni de bir kadın durdurdu bana da aynı şeyleri söyledi." dediğinde anladım ki teyzeler arasında bazı konular sosyal sorumluluk hassasiyeti taşıyor ve bu alna düşen saç da bu konulardan biri:))

Son olarak: bu sokaktaki mahalle baskısının genelde çocuk doğduğunda neredeyse her evde göze çarpan bir de ev versiyonu var ki o da ayrı bir şenlik!! :)) Anne doğum yapar, aile büyükleri, konu komşu, eş dost herkesten bir cümle duyulur: "Ay çocuğun başını tut...", "ağlıyor acıktı galiba,sen bunu bi' emzir.", "yok yok bu çocuk doymuyor, mama ver sen buna...", "içi yandı çocuğun bu sıcakta,birazcık su versen...", "gazı var galiba...", "ayyy bezini çok sıktın rahat edemeyecek!", "ayy bezini fazla gevşek bıraktın, çişi dışarı çıkacak!" gibi gibi :))))

Geçen hafta içinde Philips Avent'in Natural serisinin tanıtımında biz anneler kendi yaşadıklarımızı konuşurken etkinliğin moderatörü Sevinç Erbulak şöyle bir şey söyledi: "Dünyada kaç anne varsa o kadar annelik olduğuna inanıyorum;her anne kendi anneliğine sahip." Ben de şunu eklemek istiyorum: dünyada her çocuk da birbirinden farklı; birbirinden farklı annelerin birbirinden farklı çocukların reçeteleri de birbirlerine uymayabiliyor ve herkes kendi yolunu doğrularıyla yanlışlarıyla buluyor...

9 Nisan 2013 Salı

İstanbul Doğum Akademisi'nde "Keşkesiz Doğum" sohbeti

Geçen hafta kendimi dinlemeye, öğrenmeye adadım sanki... Geçen hafta pazar Cake Plus'taki kurabiye atölyesine katılıp doğumlarda, baby showerlarda, doğum günlerinde ikram edilen renkli, süslü kurabiyelerin nasıl yapıldığını kendi çapımda öğrendim, hatta bir kutu da kurabiye yaptım evdekiler de bayıla bayıla yediler:)) Bu hafta cumartesi de eş durumundan davetle #ilkyıllarınhikayesi 'nde blogger annelerle birlikte Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı/ Çocuk Gatroenteroloji ve Beslenme Uzmanı Prof Dr Benal Büyükgebiz'i dinledim. Hem çok keyif aldım hem de beslenme ile ilgili çok çok değerli şeyler öğrendim.

Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile  İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.

İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin  kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri)  net olarak anlatan bir bölüm  var, okumakta fayda olabilir...

Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:

* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık  olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...

Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.

Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama  ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))

Sevgiler, nokta:)))