28 Şubat 2014 Cuma

Yazıp içimi dökesim var...

Eskiden kafamı boşaltmak istediğimde açardım televizyonu eğlenecek, gülecek ya da kafamı boşaltmama yarayacak bir şey bulur boş boş otururdum, iyi de gelirdi... Artık onu da yapamıyorum, artık televizyonda ne seyrediyorduk onu da unuttum! Televizyon oyalanma, kafa dağıtma aracı değil sinirlerimi iyice oynatma aracı oldu... Ben de kafamı boşaltmak için daha çok yazıya sarmaya başladım...

Dün gece İpek, uykuya pek bir direnç gösterip beni de ayakta tutunca, 2-3 saatlik bir uykuyla bugünü biraz zor akşam ettim! Dün gece tam olarak uyku sürecine geçtiğimde saat 4'e geliyordu, sonra 6 civarı Mert beni yanına çağırdı 7'ye kadar da onun yanında uyumuşum... 7'de sırtım tutlmuş olarak kalkıp kendi yatağıma yattım, hayalimde bir yarım saat sıcacık, geniş yatakta uyumak vardı. 5 dakika sonra yine Mert seslendi, sonra İpek uyandı vs vs vs... Gün başlayıverdi...

Mert'in yoğun burun akıntısı olduğunu görünce hadi bugün okula gitmesin, evde dinlensin dedim kendimce... Biraz da okula götürmeye üşendim sanırım... Sabah kahvaltısı, biraz oyun, Mert'in çizgi film süreci, İpek'in ara uykusu derken neredeyse öğlen oldu, ben yapmam gereken hiçbir işimi tamamlayamadım! Ardından telefonda konuştuğum bir sırada Mert'in huysuzluğu tutup bana "telefonu kapa" diye bağırmaya başlaması, bacaklarımdan beni çekiştirmesi derken ben telefonu kapadım ama ben benlikten de çıktım! Mert'e bayağı bir söylendim, kızdım, insanlara saygı duyması gerektiği ile ilgili uzun bir seminer de verdim! Kızdım, çünkü biz kendisini birey olarak sayıp düşüncelerine, hareketlerine saygı gösterirken benim telefon konuşmamın bitirilmesi gerektiğini belirleyecek olanın kendisi olmadığını söyledim! Bendeki uykusuzluk ve bu aralar aklımı çok meşgul edip canımı sıkan bir konu ile ilgili telefonda konuşmamın üzerine Mert'in sabırsızlığı ekleniverince ben benlikten çıkıverdim ama akşamın bu saati oldu hala bağırışım aklıma geldikçe üzülüyorum! Ha arada bir de olan telefonuma oldu, arada sinirimden nasibini aldı, ekran siyah ekran oldu! Eskiden annelerimiz sinirlenince terlik fırlatırdı, valla daha ekonomik oluyormuş! Ben sinirle telefonu yere vurunca ekran error verdi!

Akşam, Kerem de geç kalacağını söyleyince akşam yemeği faslını hızlıca sonlandırıp saat 7 buçuk itibariyle İpek'i ve Mert'i aynı anda uyutuverdim... Mert'te de bugün yediği zılgıtların etkisi ile ne bir itiraz ne bir direniş! valla sabır gösteren anne, alttan alan anne, makul konuşan anne, saygı gösteren anne karakterinden bugün sıyrılıp "bi çeki düzen ver evladım kendine" tonunda anne, "ben senin arkadaşın değil annenim" cümlesini kullanan anne, "sen saygı göstermezsen kimden saygı bekleyeceksin" didakliğinde anne, arada küçük dili ağzından fırlama durumuna gelen anne oldum... Evet ben de insanım canım, benim de duygularım var, "aa üstüme gelmeyin canım" modum da olabilir... dedim bütün gün kendime... Dedim de hala bu saatte neden içim rahat edemedi, hala içimde "bağrışmadan da halledebilir miydik?" sorusu dönüp dolaşıyor? Pofffff pofffff... Yazmadan,içimdeki irini akıtmadan rahat edemedim işte...

Böyle, çocukların annelerini (özellikle annelerini diyorum, çünkü babalarını bile daha az kaprisle sınadıklarını düşünüyorum) sınadıkları, sınırlarını nereye kadar zorlayabileceklerini merak ettikleri anların sonunda kendime kızıyorum da: çok şükür sağlıkları yerinde, şükretmek gerek diyorum... Diyorum ama sınırların ekstra zorlandığı anlarda, düdüklü tencere misali tepemden duman püskürmeye başlamışsa o duman tepemden pıssssslayarak boşalmadıkça rahatlayamıyorum!

Bu yazıyı tamamen bugün yaşadıklarımı yazarken "üfff ne eften püften konuymuş"diyebilmek ve rahatlayabilmek için yazmaya koyuldum ve yazarken de gerçekten ne gereksiz yere bir sinir harbi yaşamışız onu çok daha iyi farkettim. İçimi boşalttım, şimdi çekilebilirim... Yani daha çekilebilir bir tip haline dönüşebilirim...

Mutlu (bol uykulu) geceler ve tabii ki sağlık...

26 Şubat 2014 Çarşamba

Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken...

Beni tanıyanlar bilir, öyle sevgililer günü, anneler günü, babalar günü ve türevi günler pek bir önem arz etmez benim için... Öyle aykırı olayım, farklı durayım falan derdinde olduğumdan değil... O güne uygun davranmak zorunda olmak hoşuma gitmez... İçimden gelmeden sanki birinin zorlamasıyla kutluyormuşum fikri hoşuma gitmez...falan falan... Amacım burada bir tartışma açmak ya da bu konuda bitmek bilmez tartışmalara eklenmek değil... Kısacası ben bu günleri "almayayım" diyorum alana da mani olmuyorum! :)

Neyse paylaşmak istediğim bu günlerin dışında tuttuğum 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili... Bu günü diğerlerinden farklı tutuyorum kendimce çünkü evet sadece bir gün değil her gün kadınlarla ilgili çözülmesi gereken sorunlar olduğuna inanıyorum, kadınlarla ilgili sorunlar çözüldükçe insanlığın daha medeni hale geleceğine inanıyorum... Bu günün sembolik olarak ülkeler, karar vericiler, yasa yapanlar vs nezdinde yapılacaklara/ yapılması gerekenlere bir başlangıç günü olduğu/ olması gerektiğine inanıyorum...

Buna inanarak bu ayki ANNE BEBEK dergisinden "Türkiye'de Kadın Olmak"la ilgili kısa bir görüş yazmam istenince hiç tereddütsüz yazdım. ANNE BEBEK dergisinin Mart sayısında benim görüşümle birlikte farklı alanlardan farklı kadınların görüşlerini de okuyabilirsiniz...









17 Şubat 2014 Pazartesi

"Hayatın İlk Yıllarında Montessori Etkisi" Semineri, 23 Şubat Pazar

Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği'nin anne-baba seminerleri devam ediyor. Bu kez konu Montessori'nin kendisi... 

23 Şubat Pazar günü saat 14:00-16:00 arası Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek seminere katılmak isterseniz kayıt@montessori.org.tr  adresine bir e-mail göndermeniz ve seminer için kayıt olmanız gerekiyor. Seminer ücreti 50 TL.

Detaylı bilgi için derneğin Facebook sayfasına gözatabilirsiniz:  https://www.facebook.com/events/1408518412732370/


9 Şubat 2014 Pazar

"Domestik Anne" modu...

Geçen gün domestik yanım bayağı beslendi sanırım… Hem gerçek anlamda hem de ruhen… Lesaffre- Yuva Maya’nın davetlisi olarak Genel Müdürlük binalarında yer alan araştırma geliştirme bölümünde, yani işin mutfağında poğaça, ekmek ve simit yaptık…  Hamura elimin değmesi benim için ayağımın toprağa değmesi etkisi yaratıyor; rahatlıyorum, sinirlendiğim zaman kendimi mutfağa atıp bir şeyler yapmak çocukluğumdan beri hep iyi gelmiştir bana… Ama tabii hiçbir zaman son iki senedir içinde bulunduğum “evde olma” dönemi kadar domestik yapım ortaya çıkmamıştı. Hatta bugün firma yetkilileri ile sohbet ederken ve benim evde yaptığım kolay ekmek tarifinden bahsederken “annenizden öyle görmüşsünüzdür herhalde” denildiğinde düşündüm annemin evde ekmek yaptığını hiç hatırlamıyorum ki! Yoğurt mayaladığını da… Hatırladığım kadarıyla evde peynir de yapmaya kalkışmadı! Ki kendisi hep aşçılığı ile hatırlanan bir anne oldu benim arkadaş çevremde…
Peki bana ne oldu da kendimi kurumsal hayat sonrası zaman zaman annemden bile daha domestik bir yapıda bulabildim? Bugün bir yandan hamurla uğraşırken, işin ustalarından ipuçları öğrenirken bunu düşündüm… Sonunda bir yargıya vardım gerçi ama ne kadar geçerlidir, doğrudur bilemiyorum…  İş hayatı içinde çoğu zaman geç saatlere kadar çalışınca eve geldiğimizde bende yemek yapmaya pek hal kalmamış oluyordu. Sürekli dışarıdan yemek söylediğimiz fazlasıyla “sağlıksız” bir dönemimiz var bizim… Sonra iş yaşamından çekilince o dönemde Mert’in de beslenmesine biraz daha dikkatle eğilince, okuyunca ve denemeler yapınca aslında “zor” diye tasvir ettiğim pek çok şeyin ne kadar kolay olduğunu öğrenme fırsatı yakaladım. Sütten yoğurt, yoğurttan da lor peyniri pek kolay yapılabiliyormuş mesela… Ya da ekmek yapmak öyle zor, handikaplı bir iş değilmiş… Ya da şimdi 10 dakikada hazırladığım ve gayet sağlıklı olan yemekler… Yani bu domestiklik biraz da kendi kendime “sen de yapabilirsin!” “niye denemeyesin” dediğim bir sürecin eseri…
Neyse… Bugün de bundan 2 sene öncesine kadar yakınından bile geçmediğim mayalama konusunda bayağı bilgi edindiğim bir gün oldu… Mesela yaş maya hala “aman ben yaşatamam onları” diyerek pek yanaşmadığım bir konu bugün kendi kendime “bak bu da tahmin ettiğin kadar zor bir şey olmayabilir” diye düşünürken yakaladım kendimi!
Neler attım bilgi dağarcığıma kendimce?
·         Hamur işlerinde yaş maya da kuru/instant maya da kullanıyor olabiliriz. Dikkat etmemiz gereken konu ölçüsü: 1 birim kuru maya kullanılan bir tarifte yaş maya 3 birim olmalı.
·         Ne hamuru olursa olsun tarifteki sıvıları hep birlikte koymamak gerekiyor. Hamurun kıvamına bakarak sıvılar eklenmeli. Örneğin 1 adet yumurta konulacaksa 40 gramlık yumurta da var 70 gramlık yumurta da var. İkisi de 1 adet ama hamurun kıvamını değiştirir.
·         Unun cinsine, markasına, kalitesine göre farklı miktarda sıvıyı kaldırabilir.
·         Glutensiz un kullanılacaksa, normal un ile verilen tarife göre neredeyse 2 kat sıvı kullanılması gerekebilir.
·         Bizim mutfaklarımızdaki fırınlar buharlı fırın değil. Ekmek yaptığımızda fırına bir kapta su koymak ya da ekmeğe su pışpışlamak yararlı olacaktır.
·         Yaş maya kullanıyorsak hamurun sıcaklığı 23 derece, instant maya kullanıyorsak ise 27 derece iyi bir sonuç elde ettirir.
·         Instant mayayı suyla çözdürmeye gerek yok, direkt unun içine katılabilir.
·         Misafir geliyor 5 dakikaya bir şey hazırlayayım diyorsan mayalı bir tarif o anki çözümün olamaz.
·         Maya, bebek gibidir; ilgi ister, bakım ister…
·         Ekmek yapacaksak fırını 200-220 derecede ısıtmak gerekir, poğaça için 170-180 derece yeterlidir.
Ben ürünlerden en çok simit karışımı ile ilgilendim ve sokak simidine ulaşmak için iki ipucu öğrendim:
·         Kutudaki tarifte yazandan daha az su kullanırsak simit pastane simidinden çok sokak simidine benzermiş.
·         Simide esas lezzet katan şey mahlepmiş.
Evet ben Yuva Maya yetkililerinden bunları öğrendim ve not ettim. Ha tabii hamur yuvarlamanın inceliklerini, baget ekmek hamurunun nasıl elde şekillendirildiğini, pastane poğaçasına nasıl şekil verildiğini, ekmek üstüne nasıl çizik atıldığını da Erol Usta’nın sabırla birkaç kez göstermesi sonucu öğrendik.

Öğrenmenin sonu yok, öğrenilecek konu yelpazesi bu kadar genişken insanın içinde bulunduğu döneme göre öğrendiği konular başlık değiştiriyor belki ama insanın öğrenme algısı açıksa ve istek varsa öğrenemeyeceği şey yok, kesin bilgi… Bugün çok çok uzak olduğum bir konu belki gelecekte çok ilgimi çeken, öğrenip hayatımın eksenini değiştirecek bir güce sahip olabilir… Bir hamur bana bunları düşündürttü işte!

*Bu yazı 6 Şubat 2014 tarihinde www.internetanneleri.com'da da yayınlanmıştır.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Kocaman bir "proje alanı"

"İnsanın doğduğu değil, doyduğu yerdir memleketi" diye bir söz var... Benim için biraz farklı bu: insanın keyif aldığı, özgür olduğu yer diye tanımlamayı tercih ediyorum ben benim için memleket kavramını... Ben hiç şehir değiştirmedim, İstanbul'da doğdum, İstanbul'da okudum, İstanbul'da doydum... Hayatımın 25 senesi doğduğum, büyüdüğüm yer Bakırköy'de ve Bahçelievler'de yaşadım... Bir sürü anı biriktirdim... Küçüklüğümde sık sık kaldığım babaannemlerin evi Bakırköy Meydanı'na bakardı. Dedemle Bakırköy Çarşısı'nda yürür, Kartaltepe Parkı'na giderdik... Babaannemin anlattığından bildiğim Bakırköy Kız Meslek Lisesi'nden çıkan kızlar babaannemlerin evinin önünden geçerken giriş katında olan evin camından dışarıyı izleyen beni sevmeden geçmezlerdi... Annemle pasajlardan alışveriş yapardık, Gür Çarşısı vardı annemin sık sık uğradığı... Sonra biraz daha büyüdük, ilkokuldaydım İstanbul'un ilk alışveriş merkezi Galleria açıldığında, tam ortasındaki buz pistinde paten yapmayı öğrendiğimde. Dedemin, babaannemin, babamın, annemin, geçmiş yıllarda "Bakırköy Çarşısı'na indik mi herkesle selamlaşırdık, çünkü herkes tanıdıktı" cümlesini duyarak büyüdüm... Okulun ilk günü mutlak Bakırköy'e inerdik, Beyaz Adam'a gider defter, kap kağıdı, kalem alırdık... Sonra ortaokul ve lisede İngilizce kitapları almak için Haşet Kitabevi de girdi devreye...

Sonra evlenme arifesinde Kerem'le nerede yaşamak istediğimize karar verirken ben de doğma büyüme Bakırköylü olan Kerem de artık kalabalıklaşan, değişen, anılarımızdaki kadar naif kalamamış olan çocukluk mekanımızda değil de Kadıköy'de yaşamayı tercih ettik.Tabii o dönem Kerem'in işinin bu yakada olmasının da payı büyüktü...

Ben Kadıköy'ü hep çok sevdim... Benim için medeni idi, böyle hafif "yazlık havasında" idi, iki şıpıdık terlik, bir şort, tişort çık dışarı bir yer idi...Ki benim için hala öyle... Evleri kısa, sokakları güneşli idi... İşte bu noktada hala öyle demek ne yazık ki zorlaşıyor artık... 8 senedir çok severek yaşadığım, 1 senelik Avrupa Yakası arasında bile her hafta sonu cadde de cadde diyerek geldiğim yer, sokaklar, caddeler değişiyor korkarım... 3-4 katlı apartmanlar yıkılıyor yerine 10-12 katlı apartmanlar yükseliyor son sürat... Üzülüyorum... O naiflik kayboluyor diye... Daha da kalabalıklaşacak diye... Kalabalığın doğal sonucu insanlar kabalaşacak diye... Bizim çocuklar sokaklarda oynayamıyor diye üzülürken artık parklar iyiden iyiye uzun binaların gölgesinde kalacak diye...

Korkuyorum...Bu aralar gördüğüm hafriyat kamyonlarından, buldozerlerden, vinçlerden, mikserlerden bizlere bol bol betonlar kalacak diye... Depreme dayanıksız binalar yenilensin diye başlatılan bir süreçten neredeyse her sokakta bir, iki inşaat alanına gelindi... Her gün bir şirket bir sokağı kapatıp beton döküyor, eski bina yıkıyor, bir şeyler yapıyor... Ve hızla o eski doku kaybolup sokakları daha da gölgede bırakan binalar yükseliyor... Her gün yeni bir "proje alanı" yazısı görüyorum, Kadıköy hızla tamamen "proje alanı" haline geliyor... Ve ben üzülüyorum, kendim için, çocuklarım için, burada keyifle yaşayanlar için...


2 Şubat 2014 Pazar

Baby Led Weaning... Bebeklerin kendi kendine yemesi...

Bizim anneannelerimiz, babaannelerimiz çamaşırları ellerinde yıkarmış, evde pişirilen yemekler yine evde hazırlanan malzemelerden yapılan yemekler olurmuş, bulaşık makinesi, mutfak robotları nerdeeee, bebeklerin bezleri kaynatılırmış… Sonra annelerimize sıra gelmiş, “modernleşen” yaşamla, endüstrinin gelişmesiyle annelerimiz pek çok rahatlıkla tanışıp kendi annelerinin yaşamlarından daha pratik çözümlerin hayatlarına girdiği bir dönem başlamış… Çamaşırlar elde değil de önce merdaneli sonra otomatik çamaşır makinesinde yıkanmaya başlamış, pahalı da olsa bir çözüm olarak kullan at bebek bezleri ortaya çıkmış, her evde yavaş yavaş bulaşık makinesi yerini bulmaya başlamış… derken derken benim “bulyon pratikliği” diye tanımladığım döneme girilmiş. Pilav mı yapıyorsun hoop at bi’hazır bulyon sanki et suyuna yapmışsın gibi…  Köfte mi yapacaksın, soğandı, ekmekti, maydanozdu boş ver uğraşma hoop aç bi’paket köfte harcı… Çocuklara tatlı bir şey mi hazırlayacaksın hooop aç bir hazır puding karıştır sütle oh mis…   Ben bu süreci eskiye isyan diye düşünüyorum, o kadar çok ev işi var ki kadının üzerinde pratik bir şey çıkmışsa sanki sorgulanmadan hemen hayatın içine angaje edilmiş son sürat…  Şimdi içinde bulunduğumuz bizim dönemi de annelerimiz döneminde başlayan ve sonrasında hızla devam eden “bulyon pratikliği” dönemine isyan gibi algılıyorum… Bir doğallık arayışı, sağlıktan kopmama isteği, sorgulama, kabul etmeme… Aslında bakıyoruz da hayat pratikleşeceğim derken daha komplikeleşmeye başlamış, biz de mümkün olduğunca hayatlarımızı basitleştirmeye çalışıyoruz sanki… Çocuklarımız da buna tanık olsunlar istiyoruz…
Bu “baby led weaning”  yani “bebeğin kendi kendine beslenmesi” felsefesi de bana bu basit düşünmenin bir parçasıymış gibi geliyor. Bir yerlere yetişme telaşımız, “hadi hadi”lerimiz elimizde kaşık çocuk peşinde koşturtuyor kimi zaman bizi, sonra da yemek yemeyi güç savaşı haline sokmuş olma ihtimali yüksek çocuklar çıkıyor karşımıza! Oysaki bebeklikten itibaren yiyecekleri konusunda bebeğe seçim hakkı tanısak, keşfetme şansı versek?  İşte “O Tabak Bitecek! mi?” tam da bunu anlatıyor.
İpek’te ek gıdaya geçmeye yaklaştığımız şu günlerde bu kitabı okumak istediğimi belirtmiştim. Kitaba göre bebeklerin yemek yemeye başlaması yürümeye başlamayı öğrenmek gibidir; kendileri düşe kalka, deneye yanıla yürümeyi öğrendikleri gibi yemek yemeyi de öğrenebilirler…3 yaşına kadar anne babası tarafından yemek yedirilen bir çocuk bize garip gelmeyebiliyor peki 3 yaşına kadar bir çocuğu “dur sen düşersin” diyerek yürütmesek garip olurdu değil mi?!
Peki süreç nasıl başlayacak? Yani biz İpek’in kendi kendine keşfetmesi için doğru zamanın ne zaman olduğunu nasıl anlayacağız? Benim planım şöyle: İpek, son 2 haftadır yemek saatlerinde mama sandalyesinde bizimle oturuyor, bizi izliyor, oyuncaklarını dişliyor, sesler çıkarıyor… Önümüzdeki hafta 6 ay kontrolünde doktorumuz yavaş yavaş ek gıdaya geçebilirsiniz derse ben de İpek’in önüne patates, havuç vs ezmelerini değil eliyle tutabileceği büyüklükte parçalarını koyacağım. Benim bu yöntem aklıma neden yattı, kısaca kitaptan alıntılarla anlatayım:
·         Kendi kendine yemek yiyen bebekler yemeği dört gözle bekler- miş. Bebekler için eğlenceli-ymiş.
·         Yemek yemek doğal bir süreçtir.
·         Kendi kendine yemesine izin verilen bebekler yiyeceklerin tadını, görüntüsünü, kokusunu vs öğrenirler.
·         Güvenli bir şekilde yemeyi öğrenirler, çünkü kontrol kendilerindedir.- bebeğe birisi yedirip içirdiğinde ve yatar pozisyonda boğaza kaçma ihtimali daha yüksektir.
·         Tüm duyularını kullandıkları için yumuşak, sert, kaygan, az, çok, büyük,küçük vs gibi kavramları öğrenirler.
·         El-göz koordinasyonlarını geliştirirler.
·         Kendilerine güven duymaya başlarlar.
·         Aileyle birlikte yemek yerler.
·         Hayat boyu iştahlarını kontrol edebilen bireyler olurlar.
·         Oyunlara, kandırmalara gerek yoktur.
·         Yemek seçme ihtimali daha düşüktür
Unutulmaması gerekenler:
·         1 yaşının altındaki çocuklarda temel besin hala anne sütüdür.
·         6-9 ay arası katı gıdaya alışma dönemidir. Katı gıda yavaş yavaş arttırılırken süt miktarı  hemen hemen aynı seviyede kalır.
·         Zamanında doğmuş bebekler için uygun bir yöntemdir.
·         Mutlaka bebek dik oturuyor olmalıdır.
·         Yemekleri keşfetsin diye oturttuğumuz bebek aç olmamalı-ymış. Çünkü Katı gıdaya geçişteki ilk haftalar doymak için değil, oynamak, paylaşmak ve diğerlerini taklit etmek için-miş.
·         Bebeğin yemek yediği / denediği sırada mutlaka yanında bir yetişkin bulunalıdır.
·         Bebeğin çok fazla işine karışmaya, ona yardım etmeye gerek yoktur. Yemeği sunup izlemeye geçmemiz gerekir.
·         Bu yaklaşımı kabul ediyorsak biraz dağınıklığı ve pisliği de kabul etmemiz gerektiğini hatırlamalıyız.
·         Bu yaklaşıma başlamak için hiçbir zaman geç değildir.



Neler verebiliriz?
·         Çubuk şeklinde 5 cm uzunluğunda yiyecekler verilebilir.
·         Doğal, taze, tuz ya da şeker eklenmemiş yiyecekler
·         Bebeklerin eline verilebilecek yiyeceklerin yanı sıra bu yiyecekleri batıracakları lezzetli batırmalıklar da hazırlanabilir. Örneğin fırınlanmış bir patates dilimini yoğurda bandırarak yiyen bir bebek görüntüsünü hayalimde canlandırmak bile gülümsememe yetiyor bir de gerçekleştiğini düşünün…
Kitapta bebeklerin eline verilebilecek, banmak için kullanılabilecek, batırmalık olabilecek, kahvaltı için hazırlanabilecek, atıştırmalık ve tatlı olarak pek çok öneri bulunuyor. Aklımda bu önerileri bir liste yapıp buzdolabının üzerine asmak var… Böylece kendimi sürekli patates, havuç, kabak sarmalına sokmamış olurum diye ümit ediyorum…
Bebeğinizin kendi kendine yemeye alışmasını istiyor ve elinde bir kaşık püre ile “hadi aç ağzını” diyen bir anne olmak istemiyorum diyorsanız mutlaka kitabı alıp okumanızı öneririm. Katı gıdaya geçişteki ilk günler, düzene girdikten sonrası, kendi kendine yiyen bir bebekten kendi kendine yiyen bir çocuğa geçiş süreci, sağlıklı beslenme gibi aklımızda olabilecek pek çok soruya yanıt bulmak mümkün… Kitabın sonlarına doğru ise bir liste var: hangi yiyeceğin hangi grupta olduğuna ve hangi vitaminleri içerdiğine dair… Benim gibi beslenme konusuna bebeğiniz olduktan hatta katı gıdaya geçtikten sonra merak salmış, öncesinde bu konuda hiçbir merakı ve bilgisi olmayan birisiyseniz bu liste oldukça yararlı.
Yakın bir zamanda katı gıdaya geçiş süreci başlayacak bir bebeğin annesi olarak bu kitap ve yemek yemesi konusunda bebeğe saygı duyma fikri beni çok heyecanlandırdı…  Mert’te yaşadığımız klasik katı gıdaya geçiş sürecimizden sonra daha farklı olacağını düşündüğüm İpek’le kendi kendine yeme sürecimizi dönem dönem paylaşmaya çalışacağım.


* Bu yazı 23 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde de yayınlanmıştır.



Mert'le bir sinema deneyimi: Köfte Yağmuru 2

Son zamanlarda bloga bir şeyler yazmayı geçtim bilgisayarı açamıyorum bile! Tatile gitme hazırlığı, tatil, dönüş, bu arada İpek'in bana tamamen yapışık yaşamaya başlaması derken gün nasıl akşam oluyor, akşam gelince beni İpek'i nasıl uyutma telaşı basıyor belli değil! Aşağıdaki yazıyı da 2 hafta önce kadar yazmaya başlamıştım yarım kalmış, şimdi tamamlayayayım dedim:) Halen sömestr tatili devam ederken çocuklarla sinemaya gidelim derseniz buyrun burada bir "Köfte Yağmuru 2" yazısı mevcut:

Geçenlerde bir Cumartesi günü Mert'le kısa bir "anne oğul günü" yaptık... Bir gün önce, okulun veli grubundaki yazışmalardan Cumartesi günü Feriye'de "Köfte Yağmuru 2" filminin ön gösteriminin yapılacağı paylaşılınca Mert'le başbaşa zaman geçirmek için güzel bir şans diye düşündüm... Malum İpek'in emmesi, uyuması, altının değişmesi, e diğer taraftan Mert'in okulda olması derken Mert'le benim başbaşa geçirebildiğimiz zamanlar iyiden iyiye azaldı... Film, bir anda aklıma giriverdi, İpek'i Kerem'le başbaşa bırakıp hem onların baba-kız zaman geçirmesine imkan tanıyıp biz de Mert'le anne - oğul başbaşa zaman geçirebiliriz diye düşündüm.

Gerçi "Köfte Yağmuru"nun ilk filmini izlememiştik, nasıl bir film olduğuna dair bir fikrim de yoktu ama ilkinin gayet güzel olduğunu yazışmalarda okuyunca gitmek konusunda pek tereddüt yaşamadım.

Cumartesi sabahı Kerem'le İpek'i organize edip, Mert'le birlikte arabaya atlayıp çıktık yola... Feriye'ye geldiğimizde filmin başlamasına az kalmıştı... Ben karşılaştığım diğer velilerle sohbete koyulmuşken Mert ikram edilen Pinkberry'leri fark etmişti bile... Neyse sıraya girdik dondurma yoğurtlarımızı aldık, sohbetleri bitirdik ve filmi izlemek üzere sinema salonuna geçiverdik. Mert sinema gonglarından ilkini duyduğunda sanırım önce irkildi, sonrasında bu sesin filmin başlamak üzere olduğu anlamına geldiğini ve 3.'yü duyduktan sonra filmin başlayacağını söyleyince gongları saymaya başladı.

Bu Mert'le ikinci sinema filmi deneyimimiz oldu. 3 ay kadar önce okul çıkışı, eski oyun grubundan iki arkadaşı ve anneleri ile birlikte "Uçaklar" filmine gitmiş ve filmde Mert'i üzen baş karakterin mutsuzluk algısı nedeniyle yarıda sinemadan çıkmıştık. Mert, uzun süre izlediği tek çizgi film olan Mickey Mouse Clubhouse'da bile bir karakterin üzüldüğü bir sahne olduğunda hemen üzülebilen bir çocuk. Bile diyorum çünkü Mickey Mouse Clubhouse genel olarak her türlü soruna olumlu yaklaşılan bir çizgi film anlayışına sahip bana göre...



Neyse gelelim "Köfte Yağmuru 2"ye... Film başladı, hikaye şöyle: Dünya için çok iyi fikirleri olan ve icatlar yapmak isteyen Flint ilk filmde yarattığı makinesinin hayvan-yiyecek karışımı mutant yaratıklar yarattığını öğrenir ve dünyayı bu yaratıklardan kurtarması gerekmektedir. Flint'in bu süreçte yanında arkadaşları ve babası da ona destek olmak için vardır. Diğer yandan Flint'i bu sürece sürükleyen Flint'in hayran olduğu bir "süper" mucit vardır... Neyse konuyu burada uzun uzun anlatmayayım ama filmin sonunda "arkadaşlık", "güven", "inanç", "düşünme" gibi kavramlarla ilgili pek çok mesaj beynimde dolanıyordu... Ben filmi sevdim, gelelim Mert'e...

Mert filmin ilk yarım saat- 40 dakikalık bölümünde kaç kez "anne çıkalım!" dedi sayamadım. Filmden çıkmak bir çözümdü evet ama ben çıkmak istemedim. Filmden çıkmak istemesinin nedeni öncelikli olarak bazı karakterlerden korkması, ikinci nedeni ise üzülen karakterlerin olmasıydı. Filmden çıkarsak sanki her kötü durumdan, üzücü hikayeden vs kaçabiliriz mesajı verecekmişim gibi geldi bana... Daha önceki filmden de çıktığımız için bu filmde farklı bir yol denemek istedim ve Mert'e isterse kucağıma oturabileceğini ve filmi izlerken ona filmle ilgili bazı şeyler anlatabileceğimi söyledim. Kabul etti. Filmde onun için "korkunç" sahneler çıkınca Mert'e sarılıp aslında birazdan bu durumun nasıl değişebileceğini, aslında bu sahnenin komik olduğunu düşünebileceğimizi vs söyledim. Arada filmde kaçırdığı ya da henüz Mert'in yaşına göre daha ileride olabilecek mesajları ona uygun olarak anlattım. Filmin ilk bölümünde daha gergin olan Mert filmin bitmesine yakın bayağı gevşemiş haldeydi. Film bitti, sonunda neyse ki iyilik 'kazandı', filmdeki mesajları, neyin iyi, neyin kötü olduğunu, filmden ne anladığını Mert'le bayağı uzun konuşabildik. Kendime de şöyle bir çıkarımda bulundum: çocukların bir şeyden ürkmüşse/korkmuşsa, sıkılmışsa hemen kaçmayı ilk çözüm olarak kendine de onlara da sunma... O korkuyu, sıkıntıyı yönetebilmeleri için fırsat ver, ortam hazırla...

Dün de kuzeni bizde kaldı, tatilin ilk haftasında Köfte Yağmuru 2'ye gittiğini anlatıyordu, bizimki de sohbete atladı... O da gitmişti ya, onun da fikri vardı... O kadar hoşuma gitti ki... Biri 11 diğeri 4 yaşında iki çocuk ve tabii ki ben bir filmi konuştuk, filmden neler anladığımızı paylaştık...



* Köfte Yağmuru 2 filminin ön gösterimindeki misafirperverliklerinden dolayı Stratejiparkı'na teşekkür ederim:)