Eskiden kafamı boşaltmak istediğimde açardım televizyonu eğlenecek, gülecek ya da kafamı boşaltmama yarayacak bir şey bulur boş boş otururdum, iyi de gelirdi... Artık onu da yapamıyorum, artık televizyonda ne seyrediyorduk onu da unuttum! Televizyon oyalanma, kafa dağıtma aracı değil sinirlerimi iyice oynatma aracı oldu... Ben de kafamı boşaltmak için daha çok yazıya sarmaya başladım...
Dün gece İpek, uykuya pek bir direnç gösterip beni de ayakta tutunca, 2-3 saatlik bir uykuyla bugünü biraz zor akşam ettim! Dün gece tam olarak uyku sürecine geçtiğimde saat 4'e geliyordu, sonra 6 civarı Mert beni yanına çağırdı 7'ye kadar da onun yanında uyumuşum... 7'de sırtım tutlmuş olarak kalkıp kendi yatağıma yattım, hayalimde bir yarım saat sıcacık, geniş yatakta uyumak vardı. 5 dakika sonra yine Mert seslendi, sonra İpek uyandı vs vs vs... Gün başlayıverdi...
Mert'in yoğun burun akıntısı olduğunu görünce hadi bugün okula gitmesin, evde dinlensin dedim kendimce... Biraz da okula götürmeye üşendim sanırım... Sabah kahvaltısı, biraz oyun, Mert'in çizgi film süreci, İpek'in ara uykusu derken neredeyse öğlen oldu, ben yapmam gereken hiçbir işimi tamamlayamadım! Ardından telefonda konuştuğum bir sırada Mert'in huysuzluğu tutup bana "telefonu kapa" diye bağırmaya başlaması, bacaklarımdan beni çekiştirmesi derken ben telefonu kapadım ama ben benlikten de çıktım! Mert'e bayağı bir söylendim, kızdım, insanlara saygı duyması gerektiği ile ilgili uzun bir seminer de verdim! Kızdım, çünkü biz kendisini birey olarak sayıp düşüncelerine, hareketlerine saygı gösterirken benim telefon konuşmamın bitirilmesi gerektiğini belirleyecek olanın kendisi olmadığını söyledim! Bendeki uykusuzluk ve bu aralar aklımı çok meşgul edip canımı sıkan bir konu ile ilgili telefonda konuşmamın üzerine Mert'in sabırsızlığı ekleniverince ben benlikten çıkıverdim ama akşamın bu saati oldu hala bağırışım aklıma geldikçe üzülüyorum! Ha arada bir de olan telefonuma oldu, arada sinirimden nasibini aldı, ekran siyah ekran oldu! Eskiden annelerimiz sinirlenince terlik fırlatırdı, valla daha ekonomik oluyormuş! Ben sinirle telefonu yere vurunca ekran error verdi!
Akşam, Kerem de geç kalacağını söyleyince akşam yemeği faslını hızlıca sonlandırıp saat 7 buçuk itibariyle İpek'i ve Mert'i aynı anda uyutuverdim... Mert'te de bugün yediği zılgıtların etkisi ile ne bir itiraz ne bir direniş! valla sabır gösteren anne, alttan alan anne, makul konuşan anne, saygı gösteren anne karakterinden bugün sıyrılıp "bi çeki düzen ver evladım kendine" tonunda anne, "ben senin arkadaşın değil annenim" cümlesini kullanan anne, "sen saygı göstermezsen kimden saygı bekleyeceksin" didakliğinde anne, arada küçük dili ağzından fırlama durumuna gelen anne oldum... Evet ben de insanım canım, benim de duygularım var, "aa üstüme gelmeyin canım" modum da olabilir... dedim bütün gün kendime... Dedim de hala bu saatte neden içim rahat edemedi, hala içimde "bağrışmadan da halledebilir miydik?" sorusu dönüp dolaşıyor? Pofffff pofffff... Yazmadan,içimdeki irini akıtmadan rahat edemedim işte...
Böyle, çocukların annelerini (özellikle annelerini diyorum, çünkü babalarını bile daha az kaprisle sınadıklarını düşünüyorum) sınadıkları, sınırlarını nereye kadar zorlayabileceklerini merak ettikleri anların sonunda kendime kızıyorum da: çok şükür sağlıkları yerinde, şükretmek gerek diyorum... Diyorum ama sınırların ekstra zorlandığı anlarda, düdüklü tencere misali tepemden duman püskürmeye başlamışsa o duman tepemden pıssssslayarak boşalmadıkça rahatlayamıyorum!
Bu yazıyı tamamen bugün yaşadıklarımı yazarken "üfff ne eften püften konuymuş"diyebilmek ve rahatlayabilmek için yazmaya koyuldum ve yazarken de gerçekten ne gereksiz yere bir sinir harbi yaşamışız onu çok daha iyi farkettim. İçimi boşalttım, şimdi çekilebilirim... Yani daha çekilebilir bir tip haline dönüşebilirim...
Mutlu (bol uykulu) geceler ve tabii ki sağlık...
28 Şubat 2014 Cuma
26 Şubat 2014 Çarşamba
Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken...
Beni tanıyanlar bilir, öyle sevgililer günü, anneler günü, babalar günü ve türevi günler pek bir önem arz etmez benim için... Öyle aykırı olayım, farklı durayım falan derdinde olduğumdan değil... O güne uygun davranmak zorunda olmak hoşuma gitmez... İçimden gelmeden sanki birinin zorlamasıyla kutluyormuşum fikri hoşuma gitmez...falan falan... Amacım burada bir tartışma açmak ya da bu konuda bitmek bilmez tartışmalara eklenmek değil... Kısacası ben bu günleri "almayayım" diyorum alana da mani olmuyorum! :)
Neyse paylaşmak istediğim bu günlerin dışında tuttuğum 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili... Bu günü diğerlerinden farklı tutuyorum kendimce çünkü evet sadece bir gün değil her gün kadınlarla ilgili çözülmesi gereken sorunlar olduğuna inanıyorum, kadınlarla ilgili sorunlar çözüldükçe insanlığın daha medeni hale geleceğine inanıyorum... Bu günün sembolik olarak ülkeler, karar vericiler, yasa yapanlar vs nezdinde yapılacaklara/ yapılması gerekenlere bir başlangıç günü olduğu/ olması gerektiğine inanıyorum...
Buna inanarak bu ayki ANNE BEBEK dergisinden "Türkiye'de Kadın Olmak"la ilgili kısa bir görüş yazmam istenince hiç tereddütsüz yazdım. ANNE BEBEK dergisinin Mart sayısında benim görüşümle birlikte farklı alanlardan farklı kadınların görüşlerini de okuyabilirsiniz...
Neyse paylaşmak istediğim bu günlerin dışında tuttuğum 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili... Bu günü diğerlerinden farklı tutuyorum kendimce çünkü evet sadece bir gün değil her gün kadınlarla ilgili çözülmesi gereken sorunlar olduğuna inanıyorum, kadınlarla ilgili sorunlar çözüldükçe insanlığın daha medeni hale geleceğine inanıyorum... Bu günün sembolik olarak ülkeler, karar vericiler, yasa yapanlar vs nezdinde yapılacaklara/ yapılması gerekenlere bir başlangıç günü olduğu/ olması gerektiğine inanıyorum...
Buna inanarak bu ayki ANNE BEBEK dergisinden "Türkiye'de Kadın Olmak"la ilgili kısa bir görüş yazmam istenince hiç tereddütsüz yazdım. ANNE BEBEK dergisinin Mart sayısında benim görüşümle birlikte farklı alanlardan farklı kadınların görüşlerini de okuyabilirsiniz...
17 Şubat 2014 Pazartesi
"Hayatın İlk Yıllarında Montessori Etkisi" Semineri, 23 Şubat Pazar
Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği'nin anne-baba seminerleri devam ediyor. Bu kez konu Montessori'nin kendisi...
23 Şubat Pazar günü saat 14:00-16:00 arası Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek seminere katılmak isterseniz kayıt@montessori.org.tr adresine bir e-mail göndermeniz ve seminer için kayıt olmanız gerekiyor. Seminer ücreti 50 TL.
Detaylı bilgi için derneğin Facebook sayfasına gözatabilirsiniz: https://www.facebook.com/events/1408518412732370/
9 Şubat 2014 Pazar
"Domestik Anne" modu...
Geçen gün domestik yanım bayağı beslendi sanırım… Hem gerçek
anlamda hem de ruhen… Lesaffre- Yuva Maya’nın davetlisi olarak Genel Müdürlük
binalarında yer alan araştırma geliştirme bölümünde, yani işin mutfağında
poğaça, ekmek ve simit yaptık… Hamura
elimin değmesi benim için ayağımın toprağa değmesi etkisi yaratıyor; rahatlıyorum,
sinirlendiğim zaman kendimi mutfağa atıp bir şeyler yapmak çocukluğumdan beri
hep iyi gelmiştir bana… Ama tabii hiçbir zaman son iki senedir içinde
bulunduğum “evde olma” dönemi kadar domestik yapım ortaya çıkmamıştı. Hatta
bugün firma yetkilileri ile sohbet ederken ve benim evde yaptığım kolay ekmek
tarifinden bahsederken “annenizden öyle görmüşsünüzdür herhalde” denildiğinde
düşündüm annemin evde ekmek yaptığını hiç hatırlamıyorum ki! Yoğurt mayaladığını
da… Hatırladığım kadarıyla evde peynir de yapmaya kalkışmadı! Ki kendisi hep aşçılığı
ile hatırlanan bir anne oldu benim arkadaş çevremde…
Peki bana ne oldu da kendimi kurumsal hayat sonrası zaman
zaman annemden bile daha domestik bir yapıda bulabildim? Bugün bir yandan
hamurla uğraşırken, işin ustalarından ipuçları öğrenirken bunu düşündüm…
Sonunda bir yargıya vardım gerçi ama ne kadar geçerlidir, doğrudur
bilemiyorum… İş hayatı içinde çoğu zaman
geç saatlere kadar çalışınca eve geldiğimizde bende yemek yapmaya pek hal
kalmamış oluyordu. Sürekli dışarıdan yemek söylediğimiz fazlasıyla “sağlıksız”
bir dönemimiz var bizim… Sonra iş yaşamından çekilince o dönemde Mert’in de
beslenmesine biraz daha dikkatle eğilince, okuyunca ve denemeler yapınca
aslında “zor” diye tasvir ettiğim pek çok şeyin ne kadar kolay olduğunu öğrenme
fırsatı yakaladım. Sütten yoğurt, yoğurttan da lor peyniri pek kolay
yapılabiliyormuş mesela… Ya da ekmek yapmak öyle zor, handikaplı bir iş
değilmiş… Ya da şimdi 10 dakikada hazırladığım ve gayet sağlıklı olan yemekler…
Yani bu domestiklik biraz da kendi kendime “sen de yapabilirsin!” “niye
denemeyesin” dediğim bir sürecin eseri…
Neyse… Bugün de bundan 2 sene öncesine kadar yakınından bile
geçmediğim mayalama konusunda bayağı bilgi edindiğim bir gün oldu… Mesela yaş
maya hala “aman ben yaşatamam onları” diyerek pek yanaşmadığım bir konu bugün
kendi kendime “bak bu da tahmin ettiğin kadar zor bir şey olmayabilir” diye
düşünürken yakaladım kendimi!
Neler attım bilgi dağarcığıma kendimce?
·
Hamur işlerinde yaş maya da kuru/instant maya da
kullanıyor olabiliriz. Dikkat etmemiz gereken konu ölçüsü: 1 birim kuru maya
kullanılan bir tarifte yaş maya 3 birim olmalı.
·
Ne hamuru olursa olsun tarifteki sıvıları hep
birlikte koymamak gerekiyor. Hamurun kıvamına bakarak sıvılar eklenmeli.
Örneğin 1 adet yumurta konulacaksa 40 gramlık yumurta da var 70 gramlık yumurta
da var. İkisi de 1 adet ama hamurun kıvamını değiştirir.
·
Unun cinsine, markasına, kalitesine göre farklı
miktarda sıvıyı kaldırabilir.
·
Glutensiz un kullanılacaksa, normal un ile
verilen tarife göre neredeyse 2 kat sıvı kullanılması gerekebilir.
·
Bizim mutfaklarımızdaki fırınlar buharlı fırın
değil. Ekmek yaptığımızda fırına bir kapta su koymak ya da ekmeğe su
pışpışlamak yararlı olacaktır.
·
Yaş maya kullanıyorsak hamurun sıcaklığı 23
derece, instant maya kullanıyorsak ise 27 derece iyi bir sonuç elde ettirir.
·
Instant mayayı suyla çözdürmeye gerek yok,
direkt unun içine katılabilir.
·
Misafir geliyor 5 dakikaya bir şey hazırlayayım
diyorsan mayalı bir tarif o anki çözümün olamaz.
·
Maya, bebek gibidir; ilgi ister, bakım ister…
·
Ekmek yapacaksak fırını 200-220 derecede ısıtmak
gerekir, poğaça için 170-180 derece yeterlidir.
Ben ürünlerden en çok simit
karışımı ile ilgilendim ve sokak simidine ulaşmak için iki ipucu öğrendim:
·
Kutudaki tarifte yazandan daha az su kullanırsak
simit pastane simidinden çok sokak simidine benzermiş.
·
Simide esas lezzet katan şey mahlepmiş.
Evet ben Yuva Maya yetkililerinden bunları öğrendim ve not
ettim. Ha tabii hamur yuvarlamanın inceliklerini, baget ekmek hamurunun nasıl elde
şekillendirildiğini, pastane poğaçasına nasıl şekil verildiğini, ekmek üstüne
nasıl çizik atıldığını da Erol Usta’nın sabırla birkaç kez göstermesi sonucu
öğrendik.
Öğrenmenin sonu yok, öğrenilecek konu yelpazesi bu kadar
genişken insanın içinde bulunduğu döneme göre öğrendiği konular başlık
değiştiriyor belki ama insanın öğrenme algısı açıksa ve istek varsa
öğrenemeyeceği şey yok, kesin bilgi… Bugün çok çok uzak olduğum bir konu belki
gelecekte çok ilgimi çeken, öğrenip hayatımın eksenini değiştirecek bir güce
sahip olabilir… Bir hamur bana bunları düşündürttü işte!
*Bu yazı 6 Şubat 2014 tarihinde www.internetanneleri.com'da da yayınlanmıştır.
*Bu yazı 6 Şubat 2014 tarihinde www.internetanneleri.com'da da yayınlanmıştır.
3 Şubat 2014 Pazartesi
Kocaman bir "proje alanı"
"İnsanın doğduğu değil, doyduğu yerdir memleketi" diye bir söz var... Benim için biraz farklı bu: insanın keyif aldığı, özgür olduğu yer diye tanımlamayı tercih ediyorum ben benim için memleket kavramını... Ben hiç şehir değiştirmedim, İstanbul'da doğdum, İstanbul'da okudum, İstanbul'da doydum... Hayatımın 25 senesi doğduğum, büyüdüğüm yer Bakırköy'de ve Bahçelievler'de yaşadım... Bir sürü anı biriktirdim... Küçüklüğümde sık sık kaldığım babaannemlerin evi Bakırköy Meydanı'na bakardı. Dedemle Bakırköy Çarşısı'nda yürür, Kartaltepe Parkı'na giderdik... Babaannemin anlattığından bildiğim Bakırköy Kız Meslek Lisesi'nden çıkan kızlar babaannemlerin evinin önünden geçerken giriş katında olan evin camından dışarıyı izleyen beni sevmeden geçmezlerdi... Annemle pasajlardan alışveriş yapardık, Gür Çarşısı vardı annemin sık sık uğradığı... Sonra biraz daha büyüdük, ilkokuldaydım İstanbul'un ilk alışveriş merkezi Galleria açıldığında, tam ortasındaki buz pistinde paten yapmayı öğrendiğimde. Dedemin, babaannemin, babamın, annemin, geçmiş yıllarda "Bakırköy Çarşısı'na indik mi herkesle selamlaşırdık, çünkü herkes tanıdıktı" cümlesini duyarak büyüdüm... Okulun ilk günü mutlak Bakırköy'e inerdik, Beyaz Adam'a gider defter, kap kağıdı, kalem alırdık... Sonra ortaokul ve lisede İngilizce kitapları almak için Haşet Kitabevi de girdi devreye...
Sonra evlenme arifesinde Kerem'le nerede yaşamak istediğimize karar verirken ben de doğma büyüme Bakırköylü olan Kerem de artık kalabalıklaşan, değişen, anılarımızdaki kadar naif kalamamış olan çocukluk mekanımızda değil de Kadıköy'de yaşamayı tercih ettik.Tabii o dönem Kerem'in işinin bu yakada olmasının da payı büyüktü...
Ben Kadıköy'ü hep çok sevdim... Benim için medeni idi, böyle hafif "yazlık havasında" idi, iki şıpıdık terlik, bir şort, tişort çık dışarı bir yer idi...Ki benim için hala öyle... Evleri kısa, sokakları güneşli idi... İşte bu noktada hala öyle demek ne yazık ki zorlaşıyor artık... 8 senedir çok severek yaşadığım, 1 senelik Avrupa Yakası arasında bile her hafta sonu cadde de cadde diyerek geldiğim yer, sokaklar, caddeler değişiyor korkarım... 3-4 katlı apartmanlar yıkılıyor yerine 10-12 katlı apartmanlar yükseliyor son sürat... Üzülüyorum... O naiflik kayboluyor diye... Daha da kalabalıklaşacak diye... Kalabalığın doğal sonucu insanlar kabalaşacak diye... Bizim çocuklar sokaklarda oynayamıyor diye üzülürken artık parklar iyiden iyiye uzun binaların gölgesinde kalacak diye...
Korkuyorum...Bu aralar gördüğüm hafriyat kamyonlarından, buldozerlerden, vinçlerden, mikserlerden bizlere bol bol betonlar kalacak diye... Depreme dayanıksız binalar yenilensin diye başlatılan bir süreçten neredeyse her sokakta bir, iki inşaat alanına gelindi... Her gün bir şirket bir sokağı kapatıp beton döküyor, eski bina yıkıyor, bir şeyler yapıyor... Ve hızla o eski doku kaybolup sokakları daha da gölgede bırakan binalar yükseliyor... Her gün yeni bir "proje alanı" yazısı görüyorum, Kadıköy hızla tamamen "proje alanı" haline geliyor... Ve ben üzülüyorum, kendim için, çocuklarım için, burada keyifle yaşayanlar için...
Sonra evlenme arifesinde Kerem'le nerede yaşamak istediğimize karar verirken ben de doğma büyüme Bakırköylü olan Kerem de artık kalabalıklaşan, değişen, anılarımızdaki kadar naif kalamamış olan çocukluk mekanımızda değil de Kadıköy'de yaşamayı tercih ettik.Tabii o dönem Kerem'in işinin bu yakada olmasının da payı büyüktü...
Ben Kadıköy'ü hep çok sevdim... Benim için medeni idi, böyle hafif "yazlık havasında" idi, iki şıpıdık terlik, bir şort, tişort çık dışarı bir yer idi...Ki benim için hala öyle... Evleri kısa, sokakları güneşli idi... İşte bu noktada hala öyle demek ne yazık ki zorlaşıyor artık... 8 senedir çok severek yaşadığım, 1 senelik Avrupa Yakası arasında bile her hafta sonu cadde de cadde diyerek geldiğim yer, sokaklar, caddeler değişiyor korkarım... 3-4 katlı apartmanlar yıkılıyor yerine 10-12 katlı apartmanlar yükseliyor son sürat... Üzülüyorum... O naiflik kayboluyor diye... Daha da kalabalıklaşacak diye... Kalabalığın doğal sonucu insanlar kabalaşacak diye... Bizim çocuklar sokaklarda oynayamıyor diye üzülürken artık parklar iyiden iyiye uzun binaların gölgesinde kalacak diye...
Korkuyorum...Bu aralar gördüğüm hafriyat kamyonlarından, buldozerlerden, vinçlerden, mikserlerden bizlere bol bol betonlar kalacak diye... Depreme dayanıksız binalar yenilensin diye başlatılan bir süreçten neredeyse her sokakta bir, iki inşaat alanına gelindi... Her gün bir şirket bir sokağı kapatıp beton döküyor, eski bina yıkıyor, bir şeyler yapıyor... Ve hızla o eski doku kaybolup sokakları daha da gölgede bırakan binalar yükseliyor... Her gün yeni bir "proje alanı" yazısı görüyorum, Kadıköy hızla tamamen "proje alanı" haline geliyor... Ve ben üzülüyorum, kendim için, çocuklarım için, burada keyifle yaşayanlar için...
2 Şubat 2014 Pazar
Baby Led Weaning... Bebeklerin kendi kendine yemesi...
Bizim anneannelerimiz, babaannelerimiz çamaşırları ellerinde
yıkarmış, evde pişirilen yemekler yine evde hazırlanan malzemelerden yapılan
yemekler olurmuş, bulaşık makinesi, mutfak robotları nerdeeee, bebeklerin
bezleri kaynatılırmış… Sonra annelerimize sıra gelmiş, “modernleşen” yaşamla,
endüstrinin gelişmesiyle annelerimiz pek çok rahatlıkla tanışıp kendi
annelerinin yaşamlarından daha pratik çözümlerin hayatlarına girdiği bir dönem
başlamış… Çamaşırlar elde değil de önce merdaneli sonra otomatik çamaşır
makinesinde yıkanmaya başlamış, pahalı da olsa bir çözüm olarak kullan at bebek
bezleri ortaya çıkmış, her evde yavaş yavaş bulaşık makinesi yerini bulmaya
başlamış… derken derken benim “bulyon pratikliği” diye tanımladığım döneme
girilmiş. Pilav mı yapıyorsun hoop at bi’hazır bulyon sanki et suyuna yapmışsın
gibi… Köfte mi yapacaksın, soğandı,
ekmekti, maydanozdu boş ver uğraşma hoop aç bi’paket köfte harcı… Çocuklara
tatlı bir şey mi hazırlayacaksın hooop aç bir hazır puding karıştır sütle oh
mis… Ben bu süreci eskiye isyan diye
düşünüyorum, o kadar çok ev işi var ki kadının üzerinde pratik bir şey çıkmışsa
sanki sorgulanmadan hemen hayatın içine angaje edilmiş son sürat… Şimdi içinde bulunduğumuz bizim dönemi de
annelerimiz döneminde başlayan ve sonrasında hızla devam eden “bulyon
pratikliği” dönemine isyan gibi algılıyorum… Bir doğallık arayışı, sağlıktan
kopmama isteği, sorgulama, kabul etmeme… Aslında bakıyoruz da hayat
pratikleşeceğim derken daha komplikeleşmeye başlamış, biz de mümkün olduğunca
hayatlarımızı basitleştirmeye çalışıyoruz sanki… Çocuklarımız da buna tanık
olsunlar istiyoruz…
Bu “baby led weaning”
yani “bebeğin kendi kendine beslenmesi” felsefesi de bana bu basit
düşünmenin bir parçasıymış gibi geliyor. Bir yerlere yetişme telaşımız, “hadi
hadi”lerimiz elimizde kaşık çocuk peşinde koşturtuyor kimi zaman bizi, sonra da
yemek yemeyi güç savaşı haline sokmuş olma ihtimali yüksek çocuklar çıkıyor
karşımıza! Oysaki bebeklikten itibaren yiyecekleri konusunda bebeğe seçim hakkı
tanısak, keşfetme şansı versek? İşte “O
Tabak Bitecek! mi?” tam da bunu anlatıyor.
İpek’te ek gıdaya geçmeye yaklaştığımız şu günlerde bu
kitabı okumak istediğimi belirtmiştim.
Kitaba göre bebeklerin yemek yemeye başlaması yürümeye başlamayı öğrenmek
gibidir; kendileri düşe kalka, deneye yanıla yürümeyi öğrendikleri gibi yemek
yemeyi de öğrenebilirler…3 yaşına kadar anne babası tarafından yemek yedirilen
bir çocuk bize garip gelmeyebiliyor peki 3 yaşına kadar bir çocuğu “dur sen
düşersin” diyerek yürütmesek garip olurdu değil mi?!
Peki süreç nasıl başlayacak? Yani biz İpek’in kendi kendine
keşfetmesi için doğru zamanın ne zaman olduğunu nasıl anlayacağız? Benim planım
şöyle: İpek, son 2 haftadır yemek saatlerinde mama sandalyesinde bizimle
oturuyor, bizi izliyor, oyuncaklarını dişliyor, sesler çıkarıyor… Önümüzdeki
hafta 6 ay kontrolünde doktorumuz yavaş yavaş ek gıdaya geçebilirsiniz derse
ben de İpek’in önüne patates, havuç vs ezmelerini değil eliyle tutabileceği
büyüklükte parçalarını koyacağım. Benim bu yöntem aklıma neden yattı, kısaca
kitaptan alıntılarla anlatayım:
·
Kendi kendine yemek yiyen bebekler yemeği dört
gözle bekler- miş. Bebekler için eğlenceli-ymiş.
·
Yemek yemek doğal bir süreçtir.
·
Kendi kendine yemesine izin verilen bebekler
yiyeceklerin tadını, görüntüsünü, kokusunu vs öğrenirler.
·
Güvenli bir şekilde yemeyi öğrenirler, çünkü
kontrol kendilerindedir.- bebeğe birisi yedirip içirdiğinde ve yatar pozisyonda
boğaza kaçma ihtimali daha yüksektir.
·
Tüm duyularını kullandıkları için yumuşak, sert,
kaygan, az, çok, büyük,küçük vs gibi kavramları öğrenirler.
·
El-göz koordinasyonlarını geliştirirler.
·
Kendilerine güven duymaya başlarlar.
·
Aileyle birlikte yemek yerler.
·
Hayat boyu iştahlarını kontrol edebilen bireyler
olurlar.
·
Oyunlara, kandırmalara gerek yoktur.
·
Yemek seçme ihtimali daha düşüktür
Unutulmaması gerekenler:
·
1 yaşının altındaki çocuklarda temel besin hala
anne sütüdür.
·
6-9 ay arası katı gıdaya alışma dönemidir. Katı
gıda yavaş yavaş arttırılırken süt miktarı
hemen hemen aynı seviyede kalır.
·
Zamanında doğmuş bebekler için uygun bir
yöntemdir.
·
Mutlaka bebek dik oturuyor olmalıdır.
·
Yemekleri keşfetsin diye oturttuğumuz bebek aç
olmamalı-ymış. Çünkü Katı gıdaya geçişteki ilk haftalar doymak için değil,
oynamak, paylaşmak ve diğerlerini taklit etmek için-miş.
·
Bebeğin yemek yediği / denediği sırada mutlaka
yanında bir yetişkin bulunalıdır.
·
Bebeğin çok fazla işine karışmaya, ona yardım
etmeye gerek yoktur. Yemeği sunup izlemeye geçmemiz gerekir.
·
Bu yaklaşımı kabul ediyorsak biraz dağınıklığı
ve pisliği de kabul etmemiz gerektiğini hatırlamalıyız.
·
Bu yaklaşıma başlamak için hiçbir zaman geç
değildir.
Neler verebiliriz?
·
Çubuk şeklinde 5 cm uzunluğunda yiyecekler
verilebilir.
·
Doğal, taze, tuz ya da şeker eklenmemiş yiyecekler
·
Bebeklerin eline verilebilecek yiyeceklerin yanı
sıra bu yiyecekleri batıracakları lezzetli batırmalıklar da hazırlanabilir.
Örneğin fırınlanmış bir patates dilimini yoğurda bandırarak yiyen bir bebek
görüntüsünü hayalimde canlandırmak bile gülümsememe yetiyor bir de
gerçekleştiğini düşünün…
Kitapta bebeklerin eline
verilebilecek, banmak için kullanılabilecek, batırmalık olabilecek, kahvaltı
için hazırlanabilecek, atıştırmalık ve tatlı olarak pek çok öneri bulunuyor.
Aklımda bu önerileri bir liste yapıp buzdolabının üzerine asmak var… Böylece
kendimi sürekli patates, havuç, kabak sarmalına sokmamış olurum diye ümit
ediyorum…
Bebeğinizin kendi kendine yemeye
alışmasını istiyor ve elinde bir kaşık püre ile “hadi aç ağzını” diyen bir anne
olmak istemiyorum diyorsanız mutlaka kitabı alıp okumanızı öneririm. Katı
gıdaya geçişteki ilk günler, düzene girdikten sonrası, kendi kendine yiyen bir
bebekten kendi kendine yiyen bir çocuğa geçiş süreci, sağlıklı beslenme gibi
aklımızda olabilecek pek çok soruya yanıt bulmak mümkün… Kitabın sonlarına
doğru ise bir liste var: hangi yiyeceğin hangi grupta olduğuna ve hangi
vitaminleri içerdiğine dair… Benim gibi beslenme konusuna bebeğiniz olduktan
hatta katı gıdaya geçtikten sonra merak salmış, öncesinde bu konuda hiçbir
merakı ve bilgisi olmayan birisiyseniz bu liste oldukça yararlı.
Yakın bir zamanda katı gıdaya
geçiş süreci başlayacak bir bebeğin annesi olarak bu kitap ve yemek yemesi
konusunda bebeğe saygı duyma fikri beni çok heyecanlandırdı… Mert’te yaşadığımız klasik katı gıdaya geçiş
sürecimizden sonra daha farklı olacağını düşündüğüm İpek’le kendi kendine yeme
sürecimizi dönem dönem paylaşmaya çalışacağım.
* Bu yazı 23 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde de yayınlanmıştır.
Mert'le bir sinema deneyimi: Köfte Yağmuru 2
Son zamanlarda bloga bir şeyler yazmayı geçtim bilgisayarı açamıyorum bile! Tatile gitme hazırlığı, tatil, dönüş, bu arada İpek'in bana tamamen yapışık yaşamaya başlaması derken gün nasıl akşam oluyor, akşam gelince beni İpek'i nasıl uyutma telaşı basıyor belli değil! Aşağıdaki yazıyı da 2 hafta önce kadar yazmaya başlamıştım yarım kalmış, şimdi tamamlayayayım dedim:) Halen sömestr tatili devam ederken çocuklarla sinemaya gidelim derseniz buyrun burada bir "Köfte Yağmuru 2" yazısı mevcut:
Geçenlerde bir Cumartesi günü Mert'le kısa bir "anne oğul günü" yaptık... Bir gün önce, okulun veli grubundaki yazışmalardan Cumartesi günü Feriye'de "Köfte Yağmuru 2" filminin ön gösteriminin yapılacağı paylaşılınca Mert'le başbaşa zaman geçirmek için güzel bir şans diye düşündüm... Malum İpek'in emmesi, uyuması, altının değişmesi, e diğer taraftan Mert'in okulda olması derken Mert'le benim başbaşa geçirebildiğimiz zamanlar iyiden iyiye azaldı... Film, bir anda aklıma giriverdi, İpek'i Kerem'le başbaşa bırakıp hem onların baba-kız zaman geçirmesine imkan tanıyıp biz de Mert'le anne - oğul başbaşa zaman geçirebiliriz diye düşündüm.
Gerçi "Köfte Yağmuru"nun ilk filmini izlememiştik, nasıl bir film olduğuna dair bir fikrim de yoktu ama ilkinin gayet güzel olduğunu yazışmalarda okuyunca gitmek konusunda pek tereddüt yaşamadım.
Cumartesi sabahı Kerem'le İpek'i organize edip, Mert'le birlikte arabaya atlayıp çıktık yola... Feriye'ye geldiğimizde filmin başlamasına az kalmıştı... Ben karşılaştığım diğer velilerle sohbete koyulmuşken Mert ikram edilen Pinkberry'leri fark etmişti bile... Neyse sıraya girdik dondurma yoğurtlarımızı aldık, sohbetleri bitirdik ve filmi izlemek üzere sinema salonuna geçiverdik. Mert sinema gonglarından ilkini duyduğunda sanırım önce irkildi, sonrasında bu sesin filmin başlamak üzere olduğu anlamına geldiğini ve 3.'yü duyduktan sonra filmin başlayacağını söyleyince gongları saymaya başladı.
Bu Mert'le ikinci sinema filmi deneyimimiz oldu. 3 ay kadar önce okul çıkışı, eski oyun grubundan iki arkadaşı ve anneleri ile birlikte "Uçaklar" filmine gitmiş ve filmde Mert'i üzen baş karakterin mutsuzluk algısı nedeniyle yarıda sinemadan çıkmıştık. Mert, uzun süre izlediği tek çizgi film olan Mickey Mouse Clubhouse'da bile bir karakterin üzüldüğü bir sahne olduğunda hemen üzülebilen bir çocuk. Bile diyorum çünkü Mickey Mouse Clubhouse genel olarak her türlü soruna olumlu yaklaşılan bir çizgi film anlayışına sahip bana göre...
Neyse gelelim "Köfte Yağmuru 2"ye... Film başladı, hikaye şöyle: Dünya için çok iyi fikirleri olan ve icatlar yapmak isteyen Flint ilk filmde yarattığı makinesinin hayvan-yiyecek karışımı mutant yaratıklar yarattığını öğrenir ve dünyayı bu yaratıklardan kurtarması gerekmektedir. Flint'in bu süreçte yanında arkadaşları ve babası da ona destek olmak için vardır. Diğer yandan Flint'i bu sürece sürükleyen Flint'in hayran olduğu bir "süper" mucit vardır... Neyse konuyu burada uzun uzun anlatmayayım ama filmin sonunda "arkadaşlık", "güven", "inanç", "düşünme" gibi kavramlarla ilgili pek çok mesaj beynimde dolanıyordu... Ben filmi sevdim, gelelim Mert'e...
Mert filmin ilk yarım saat- 40 dakikalık bölümünde kaç kez "anne çıkalım!" dedi sayamadım. Filmden çıkmak bir çözümdü evet ama ben çıkmak istemedim. Filmden çıkmak istemesinin nedeni öncelikli olarak bazı karakterlerden korkması, ikinci nedeni ise üzülen karakterlerin olmasıydı. Filmden çıkarsak sanki her kötü durumdan, üzücü hikayeden vs kaçabiliriz mesajı verecekmişim gibi geldi bana... Daha önceki filmden de çıktığımız için bu filmde farklı bir yol denemek istedim ve Mert'e isterse kucağıma oturabileceğini ve filmi izlerken ona filmle ilgili bazı şeyler anlatabileceğimi söyledim. Kabul etti. Filmde onun için "korkunç" sahneler çıkınca Mert'e sarılıp aslında birazdan bu durumun nasıl değişebileceğini, aslında bu sahnenin komik olduğunu düşünebileceğimizi vs söyledim. Arada filmde kaçırdığı ya da henüz Mert'in yaşına göre daha ileride olabilecek mesajları ona uygun olarak anlattım. Filmin ilk bölümünde daha gergin olan Mert filmin bitmesine yakın bayağı gevşemiş haldeydi. Film bitti, sonunda neyse ki iyilik 'kazandı', filmdeki mesajları, neyin iyi, neyin kötü olduğunu, filmden ne anladığını Mert'le bayağı uzun konuşabildik. Kendime de şöyle bir çıkarımda bulundum: çocukların bir şeyden ürkmüşse/korkmuşsa, sıkılmışsa hemen kaçmayı ilk çözüm olarak kendine de onlara da sunma... O korkuyu, sıkıntıyı yönetebilmeleri için fırsat ver, ortam hazırla...
Dün de kuzeni bizde kaldı, tatilin ilk haftasında Köfte Yağmuru 2'ye gittiğini anlatıyordu, bizimki de sohbete atladı... O da gitmişti ya, onun da fikri vardı... O kadar hoşuma gitti ki... Biri 11 diğeri 4 yaşında iki çocuk ve tabii ki ben bir filmi konuştuk, filmden neler anladığımızı paylaştık...
* Köfte Yağmuru 2 filminin ön gösterimindeki misafirperverliklerinden dolayı Stratejiparkı'na teşekkür ederim:)
Geçenlerde bir Cumartesi günü Mert'le kısa bir "anne oğul günü" yaptık... Bir gün önce, okulun veli grubundaki yazışmalardan Cumartesi günü Feriye'de "Köfte Yağmuru 2" filminin ön gösteriminin yapılacağı paylaşılınca Mert'le başbaşa zaman geçirmek için güzel bir şans diye düşündüm... Malum İpek'in emmesi, uyuması, altının değişmesi, e diğer taraftan Mert'in okulda olması derken Mert'le benim başbaşa geçirebildiğimiz zamanlar iyiden iyiye azaldı... Film, bir anda aklıma giriverdi, İpek'i Kerem'le başbaşa bırakıp hem onların baba-kız zaman geçirmesine imkan tanıyıp biz de Mert'le anne - oğul başbaşa zaman geçirebiliriz diye düşündüm.
Gerçi "Köfte Yağmuru"nun ilk filmini izlememiştik, nasıl bir film olduğuna dair bir fikrim de yoktu ama ilkinin gayet güzel olduğunu yazışmalarda okuyunca gitmek konusunda pek tereddüt yaşamadım.
Cumartesi sabahı Kerem'le İpek'i organize edip, Mert'le birlikte arabaya atlayıp çıktık yola... Feriye'ye geldiğimizde filmin başlamasına az kalmıştı... Ben karşılaştığım diğer velilerle sohbete koyulmuşken Mert ikram edilen Pinkberry'leri fark etmişti bile... Neyse sıraya girdik dondurma yoğurtlarımızı aldık, sohbetleri bitirdik ve filmi izlemek üzere sinema salonuna geçiverdik. Mert sinema gonglarından ilkini duyduğunda sanırım önce irkildi, sonrasında bu sesin filmin başlamak üzere olduğu anlamına geldiğini ve 3.'yü duyduktan sonra filmin başlayacağını söyleyince gongları saymaya başladı.
Bu Mert'le ikinci sinema filmi deneyimimiz oldu. 3 ay kadar önce okul çıkışı, eski oyun grubundan iki arkadaşı ve anneleri ile birlikte "Uçaklar" filmine gitmiş ve filmde Mert'i üzen baş karakterin mutsuzluk algısı nedeniyle yarıda sinemadan çıkmıştık. Mert, uzun süre izlediği tek çizgi film olan Mickey Mouse Clubhouse'da bile bir karakterin üzüldüğü bir sahne olduğunda hemen üzülebilen bir çocuk. Bile diyorum çünkü Mickey Mouse Clubhouse genel olarak her türlü soruna olumlu yaklaşılan bir çizgi film anlayışına sahip bana göre...
Neyse gelelim "Köfte Yağmuru 2"ye... Film başladı, hikaye şöyle: Dünya için çok iyi fikirleri olan ve icatlar yapmak isteyen Flint ilk filmde yarattığı makinesinin hayvan-yiyecek karışımı mutant yaratıklar yarattığını öğrenir ve dünyayı bu yaratıklardan kurtarması gerekmektedir. Flint'in bu süreçte yanında arkadaşları ve babası da ona destek olmak için vardır. Diğer yandan Flint'i bu sürece sürükleyen Flint'in hayran olduğu bir "süper" mucit vardır... Neyse konuyu burada uzun uzun anlatmayayım ama filmin sonunda "arkadaşlık", "güven", "inanç", "düşünme" gibi kavramlarla ilgili pek çok mesaj beynimde dolanıyordu... Ben filmi sevdim, gelelim Mert'e...
Mert filmin ilk yarım saat- 40 dakikalık bölümünde kaç kez "anne çıkalım!" dedi sayamadım. Filmden çıkmak bir çözümdü evet ama ben çıkmak istemedim. Filmden çıkmak istemesinin nedeni öncelikli olarak bazı karakterlerden korkması, ikinci nedeni ise üzülen karakterlerin olmasıydı. Filmden çıkarsak sanki her kötü durumdan, üzücü hikayeden vs kaçabiliriz mesajı verecekmişim gibi geldi bana... Daha önceki filmden de çıktığımız için bu filmde farklı bir yol denemek istedim ve Mert'e isterse kucağıma oturabileceğini ve filmi izlerken ona filmle ilgili bazı şeyler anlatabileceğimi söyledim. Kabul etti. Filmde onun için "korkunç" sahneler çıkınca Mert'e sarılıp aslında birazdan bu durumun nasıl değişebileceğini, aslında bu sahnenin komik olduğunu düşünebileceğimizi vs söyledim. Arada filmde kaçırdığı ya da henüz Mert'in yaşına göre daha ileride olabilecek mesajları ona uygun olarak anlattım. Filmin ilk bölümünde daha gergin olan Mert filmin bitmesine yakın bayağı gevşemiş haldeydi. Film bitti, sonunda neyse ki iyilik 'kazandı', filmdeki mesajları, neyin iyi, neyin kötü olduğunu, filmden ne anladığını Mert'le bayağı uzun konuşabildik. Kendime de şöyle bir çıkarımda bulundum: çocukların bir şeyden ürkmüşse/korkmuşsa, sıkılmışsa hemen kaçmayı ilk çözüm olarak kendine de onlara da sunma... O korkuyu, sıkıntıyı yönetebilmeleri için fırsat ver, ortam hazırla...
Dün de kuzeni bizde kaldı, tatilin ilk haftasında Köfte Yağmuru 2'ye gittiğini anlatıyordu, bizimki de sohbete atladı... O da gitmişti ya, onun da fikri vardı... O kadar hoşuma gitti ki... Biri 11 diğeri 4 yaşında iki çocuk ve tabii ki ben bir filmi konuştuk, filmden neler anladığımızı paylaştık...
* Köfte Yağmuru 2 filminin ön gösterimindeki misafirperverliklerinden dolayı Stratejiparkı'na teşekkür ederim:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)