Gecenlerde Mert televizyonda baby first kanalini acmami istedi ve karsimiza ara ara izledigimiz Li'l Vinnie's Art cikti. Izleyenler bilir cizgi filmin bas kahramani Vinnie unlu bir ressamin bir resmini secer, resmin icine girer ve uzerinde kendince cizimler / eklemeler yapar? Bizim denk geldigimiz bolumde Vinnie, Van Gogh'un Aycicekleri tablosunu secti ve ona eklemeler yapmaya basladi.
Ben mutfakta bir yandan yemegi hazirlarken diger yandan da gozum televizyonda ve Mert'teydi; o sirada Mert "anne bak! Van Gogh'un resmi..." dedi ve ben saskinlikla mutluluk arasi bir duyguda kalakaldim:)))
Sanirim gecen yil mayis civarlariydi Karakoy Antrepo'da arkadasim Tuba ile birlikte Mert'i de alip Van Gogh Alive sergisine gittigimizde... Tuba ile sergiye gidelim dedigimizde Mert'i de getirecegimi soylemis, hem boylece Kadikoy-Karakoy vapuruna binmek Mert icin eglenceli olabilir, sergide de resimler belki ilgisini ceker diye dusunmustum... O sirada Mert henuz 2 yasini geceli 2 ay kadar olmustu... Gercekten vapur gezisinden inanilmaz keyif aldiktan sonra sergide dolasirken Mert sıkılmasın diye resimleri de basit bir dille bir bir anlatmistim ona... Surekli sari renk kullanmasinin nedenini anlatirken de kendimce ressamin bunalimda olmasini basitlestirmek icin "kafasi cok karisikmis annecigim o yuzden genelde kafa karisikligini yansitan sari rengi tercih etmis" diye anlativermistim...
Aksam eve geldiginde sergi kafasinda yer etmis ki babasina da kendince kendi dilinde bayagi detayli sergiyi anlatmisti. Bu sergiye gitmemizin uzerinden neredeyse bir yil gectikten sonra tv'de gordugu Van Gogh resmini tanimasi bu yuzden beni hem sasirtti hem de mutlu etti. Mert dogdundan beri ben de Kerem de Mert'e her seyi anlatmaya calisan, anliyor mu anlamiyor mu ayrimina cok girmeden kisa cumlelerle iletisim kurmaya calisan bir anne ve baba olduk. Bazen kendimizle dalga gecsek de bazen Mert'in her konuda aciklama beklemesi yorucu olsa da bu aliskanligimizdan pek vazgecmedik. Bu tip ornekler yasadikca da iyi ki vazgecmemisiz diyoruz...
17 Mayıs 2013 Cuma
12 Mayıs 2013 Pazar
Muhalif bir Anneler Günü yazısı...
Son haftalarda yazı yazmak bir yana bilgisyarımı bile açamıyorum; her şeye yetişme isteğimin tavan yaptığı haftaların içindeyim sanırım... Ama bugün sabahtan beri niyetliydim,akşam eve gelince 3-5 cümle de olsa anneler günü ile ilgili yazmaya...
Çocukluktan sonraki kendimi bildiğim dönemde her türlü "yaratılmış özel güne" yaklaşımım aynı oldu: piyasayı canlandırmak için süslenmiş günler olarak düşündüm: anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yılbaşı vs vs... Bu düşünceme "amaaaan sen de al hediyeni eğlen geç" diyenler olabilir...Evet doğru bu da bir yaklaşım ama ben zorunluluktan yapılan şeyleri ve dayatmaları sevmiyorum; sanırım bu yüzden bu tip günlerin içinde barınan bu yaklaşımı da sevmiyorum: inadına ticari sisteme katılmayasım geliyor :)) Biraz da içimdeki muhalif kişiliğin etkileri sanırım...
Bu yıl annemsiz geçen 12. anneler günüydü; bunu bilenler anneler gününe "normal bir gün" değeri vermemi annemin yokluğuna bağlayabilir ama Mert doğduktan sonra daha net olarak anladım ki: DEĞİL! Belki Mert doğmadan önce buna "belki" derdim... Ama Mert'in anneler gününün ne olduğunu anlamasının daha mümkün olduğu bu sene ben Mert'ten (okulun katkılarıyla) aşağıdaki resmin bulunduğu kartı hediye olarak aldım ve gerçekten çok hoşuma gitti:) Ve içtenlikle de şunu istedim: Umarım Mert'e bana, babasına ve tüm sevdiklerine "zorunlu" günler dışında içinden geldiği için hediye alma, hediye yapma, sevdiğini bir şekilde mutlu etme fikrini aşılayabiliriz...
Kerem'in, Mert'le birlikte bana anneler günü hediyesi almaya niyetlendiğini anlayınca çok net anneler günü için Mert'in cuma günü okuldan geldikten sonra bana çok güzel bir hediye verdiğini ve başka bir hediye istemediğimi söyledim. Bugün için alınacak bir ayakkabı, kolye ya da normal zamanda çok beğeneceğim herhangi bir hediyeden çok daha değerliydi o resim benim için...
Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Kerem'le devam eden 14 senelik beraberliğimizde bir kere bile sevgililer gününü kutlamadık; biz kutlamak, birbirimize hediye vermek için kendimizce özel olan, bizim için anlamı olan günlerimizi tercih ettik...
Peki bundan kime ne, niye yazıyorum bunu? Belki bugüne ait reklamlardan fenalık geldiği için, belki anneler günü gibi günlerde hediye olarak öne çıkan ev/ mutfak eşyalarının reklamlarını cinsiyet ayrımcı bulduğum için, belki Mert'e ve İpek'e benim anneler günü ile ilgili düşüncelerime ait birkaç cümle yazmış olmak için... Haa bir de dün ülkemizde yaşanan çok çok üzücü olaylardan sonra bugün twitter'da okuduğum bir cümle beni bu konuda yazmaya tetiklediği için: "bence annelerin ağlamadığı her gün anneler günü" gibi bir cümleydi sanırım... Kendince doğruları/ yanlışları olan bir anne olarak benim için bugünün bir anlamı yok ama huzurlu geçirdiğim, keyifle andığım, Mert'in keyifli olduğunu bildiğim her günün benim için anlamı çok çok daha büyük:))
Annelerinin hayattayken değerinin bilindiği, arandığı, sorulduğu, öpüldüğü, koklandığı, sarılıp, şakalaşıldığı, omzunda ağlayıp huzur bulunduğu günleri çok çok çok olsun tüm çocukların... Yaşları kaç olursa olsun:)))
Çocukluktan sonraki kendimi bildiğim dönemde her türlü "yaratılmış özel güne" yaklaşımım aynı oldu: piyasayı canlandırmak için süslenmiş günler olarak düşündüm: anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yılbaşı vs vs... Bu düşünceme "amaaaan sen de al hediyeni eğlen geç" diyenler olabilir...Evet doğru bu da bir yaklaşım ama ben zorunluluktan yapılan şeyleri ve dayatmaları sevmiyorum; sanırım bu yüzden bu tip günlerin içinde barınan bu yaklaşımı da sevmiyorum: inadına ticari sisteme katılmayasım geliyor :)) Biraz da içimdeki muhalif kişiliğin etkileri sanırım...
Bu yıl annemsiz geçen 12. anneler günüydü; bunu bilenler anneler gününe "normal bir gün" değeri vermemi annemin yokluğuna bağlayabilir ama Mert doğduktan sonra daha net olarak anladım ki: DEĞİL! Belki Mert doğmadan önce buna "belki" derdim... Ama Mert'in anneler gününün ne olduğunu anlamasının daha mümkün olduğu bu sene ben Mert'ten (okulun katkılarıyla) aşağıdaki resmin bulunduğu kartı hediye olarak aldım ve gerçekten çok hoşuma gitti:) Ve içtenlikle de şunu istedim: Umarım Mert'e bana, babasına ve tüm sevdiklerine "zorunlu" günler dışında içinden geldiği için hediye alma, hediye yapma, sevdiğini bir şekilde mutlu etme fikrini aşılayabiliriz...
Kerem'in, Mert'le birlikte bana anneler günü hediyesi almaya niyetlendiğini anlayınca çok net anneler günü için Mert'in cuma günü okuldan geldikten sonra bana çok güzel bir hediye verdiğini ve başka bir hediye istemediğimi söyledim. Bugün için alınacak bir ayakkabı, kolye ya da normal zamanda çok beğeneceğim herhangi bir hediyeden çok daha değerliydi o resim benim için...
Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Kerem'le devam eden 14 senelik beraberliğimizde bir kere bile sevgililer gününü kutlamadık; biz kutlamak, birbirimize hediye vermek için kendimizce özel olan, bizim için anlamı olan günlerimizi tercih ettik...
Peki bundan kime ne, niye yazıyorum bunu? Belki bugüne ait reklamlardan fenalık geldiği için, belki anneler günü gibi günlerde hediye olarak öne çıkan ev/ mutfak eşyalarının reklamlarını cinsiyet ayrımcı bulduğum için, belki Mert'e ve İpek'e benim anneler günü ile ilgili düşüncelerime ait birkaç cümle yazmış olmak için... Haa bir de dün ülkemizde yaşanan çok çok üzücü olaylardan sonra bugün twitter'da okuduğum bir cümle beni bu konuda yazmaya tetiklediği için: "bence annelerin ağlamadığı her gün anneler günü" gibi bir cümleydi sanırım... Kendince doğruları/ yanlışları olan bir anne olarak benim için bugünün bir anlamı yok ama huzurlu geçirdiğim, keyifle andığım, Mert'in keyifli olduğunu bildiğim her günün benim için anlamı çok çok daha büyük:))
Annelerinin hayattayken değerinin bilindiği, arandığı, sorulduğu, öpüldüğü, koklandığı, sarılıp, şakalaşıldığı, omzunda ağlayıp huzur bulunduğu günleri çok çok çok olsun tüm çocukların... Yaşları kaç olursa olsun:)))
28 Nisan 2013 Pazar
Evli evine köylü köyüne; her şey yerli yerine...
Oyun yaratma konusunda bizim evin en yaratıcı kişisi olmadığım kesin son 3 yıllık çocuklu hayatımıza bakınca... Bizim evde Kerem varken oyun yaratmaya kendimi zorunlu da hissetmiyorum açıkçası :))) Ben daha çok "hadi kitap okuyalım, puzzle yapalım, mutfakta yemek/kek yapalım, hadi sokaklarda gezelim" tip anneyim... Gittiğim bütün eğitimlerde, okuduğum bütün kitaplarda çocukla oynanan oyunun önemine vurgu yapıldıkça da vicdanımda bir sızı hissediyor muyum?- eh, bazen, yer yer diyelim... En son gittiğim bir seminerde "kitap okumak, puzzle yapmak, mutfakta bir şeyler üretmek de çocukla oyundan sayılır. Di mi?" sorusunu cılız bir sesle soran anne bendim işte; kendini bilmek de önemli; değil mi:))
Neyse oyun konusunda bu kadar yaratıcılıktan uzak olan ben birkaç hafta önce patenti tamamen bana ait bir oyun yarattım(!) :))) Oyunu yarattığım gibi adını da koydum, şarkısını da yazdım: Evli evine, köylü köyüne; her şey yerli yerine... Evet fırsatçı / yararcı bir anne gibi gözükebilirim ama vallahi de billahi de Mert bu oyunu tuttu; hatta geçen gün "anne evli evine oynayalım mı?" diye sorunca evet kabul ediyorum yüzümde sinsi bir gülümseme bile belirdi!!
Oyun (!) çok basit aslında, ihtiyaç duyulan malzemeler: dağılmış bir ev (ya da bir oda) ve evin her yanından duyulabilecek, dans ettirecek kadar hareketli bir müzik ya da playlist... Müziğin sesini sonuna kadar açıp çocuğunuzla birlikte dans etmeye/ koşmaya/ zıplamaya (ya da içinizden ne geliyorsa onu yapmaya) başlıyorsunuz ve dans ederek yerinde olmayan tüm eşyaları yerine götürmeye başlıyorsunuz. Eşyaları yerlerine taşırken arada da arka fonda çalan müzikten bağımsız tekerleme gibi "evli evine köylü köyüne her şey yerli yerine" diye bağırmak da ayrı bir motivasyon etkisi yaratıyor :)) 10 dakikanın (ya da daha uzun bir süre) sonunda evin içinde terlemiş bir anne çocuk, toplanmış bir ev görmek çok mümkün....
Al sana temelinde kazan-kazan felsefesi olan; süper yaratıcı ve eğlenceli bir oyun :)))
bir doğumun hatırlattıkları...
1996 Temmuz'u 15 yaşındaydım... Ortaokulu bitirmiş 2 ay sonra liseye başlayacaktım. Kendimce artık kocaman kız olmuştum yani... Annemle babam da o dönemde "kendimce" büyüdüğümü düşünmüş olmalılar ki hayatımda ilk defa yalnız başıma beni 3 haftalığına İngiltere'ye dil okuluna göndermeye "tamam" dediler... Ben ki o döneme kadar bir arkadaşımın evinde kalmak istediğimde annem ve babamdan hep "arkadaşın bizde kalsın." cümlesini duymuş bir ergendim!!...
İlk kez yurtdışına, hem de yalnız çıkacak olmanın verdiği heyecanla havaalanında 3 hafta birarada olacağım gruptakilerle tanışırken sürekli konuşan, üstünde çamaşır suyu ile desen verilmiiş ilginç bir şortu olan bir kızla sohbet etmeye başladık. Konuştukça aslında yıllardır birbirimizin dibinde yaşadığımızı öğrendik, 2 ay sonra da tesadüf müdür kader midir bilmem aynı okulda okumaya, yan yana apartmanlarda oturmamız dolayısıyla da aynı serviste gidip gelmeye başladık...
17 sene olmuş neredeyse... O "bıdı bıdı" konuşan kız arkadaşım, dostum olmuş... Bugün sabaha karşı 5'te de minik Batucuk'un annesi oluvermiş...
Dün öğlendi beni aradığında "galiba doğuma gidiyoruz" dediğinde... Dün akşam hastaneye uğradığımızda sanki doğuracak o değilmiş gibi yine "bıdı bıdı" konuşuyorduk. Bugün hastane odasına girdiğimde kucağında bir bebek annesinin sütünü emmeye çalışıyordu... Çok fazla duygu ve düşünce geçti bugün kafamdan/içimden; ama en çok da Tuba'yı ilk gördüğüm günün resmi, havaalanındaki tanışmamız geldi aklıma... Bugüne ait olan bir resim olarak da buraya yazmak istedim... Hoşgeldin Batucuk, inşallah hayatın hep bugün doğmayı seçtiğin gibi kendi seçimlerinle ve güzelliklerle şekillenir, hep keyifle yaşarsın:)))
13 Nisan 2013 Cumartesi
yarı şaka yarı ciddi: çocuk büyütürken mahalle baskısı görenler buradan buyrun...
Mert, bence bebekler için güzel bir zaman olan Mart ayında doğdu bundan 3 sene önce... İlk hafta hastaneydi, ikinci hafta eve alışmaydı derken ben 13. günden itibaren bahar havalarının da başlamasıyla Mert'i pusetine koyup kendisi ile başbaşa her gün caddeye yürüyüşe çıkmaya başlamıştım. Evden yürüyerek caddeye iniyor sonra o dönem Şaşkınbakkal'da büyük bir binada bulunan Mothercare'e girip emzirme odasında soluklanıyor; Mert'i emzirip, bezini değiştirip tekrar eve doğru yola koyuluyordum. Tabii bu süreç her zaman güzel renklerle boyanmış,sevgi pıtırcığı anne ve oğlu resminde olmayabiliyordu. Bazen Mert pusetinde kıyametleri kopararak ağlıyor, ben bir durup bir hızlı hızlı yürüyerek eve kadar stresler içinde yürüyordum... Bu ağlamalar sırasında da mutlaka sokakta bir teyze durdurup bazen çok iyi niyetle "n'oldu yavrum?" ya da bazen beni azarlarcasına"bu soğukta çocuk dışarı çıkarılır mı tıt tıt tıt" diyordu...
O zamandan beri sinir olurum bu "mahalle baskısı"na... Üzerinden 3 yıl geçti hala zaman zaman Mert bir şeye takıp sokakta ağlamaya başlamışsa yanımıza gelip "n'oldu?" diyenlere sinir olurum. Bir yandan da çok merak ederim, acaba "n'oldu?" diye sorunca sorunu çözen bir teyze var mıdır diye... Yoksa çocuk ve anne olarak karşılıklı stres yükselmişken "n'oldu?" diye sorulduğunda stresi ve siniri 2 kat artan tek anne ben miyim, ağlama desibeli de katlanarak artan tek çocuk benim oğlum mu? Benzer durumda olanlar lütfen ses verin hep birlikte kendimizi iyi hissedelim en azından :)))
Ama geçen hafta şunu farkettim: E-bebek'e bir hediye almak için girerken hem uykusu başına vurmuş hem de bir konuya feci takılmış olan oğlum yaklaşık 10 dakika mağazada dolaştığımız sürece mızmızlandı, sonra da ipleri koparırcasına ağlamaya başladı. Konuyu orada ilk başta çözmeye çalışıp, sonrasında konunun orada çözülemeyeceğini anlayan anne kimliği taşıyan bendeniz oradaki işimi en hızlı şekilde sonlandırmaya ve kendimizi arabaya atmaya hazırlanıyorduk ki bir teyze yanımıza geldi "vah yavrum n'oldu ki?" dedi; Demesiyle de ağlama şiddeti hafifleyen Mert'in böğürerek ağlaması bir oldu! Fark ettim ki eskiden bu tip durumlarda utanan, sıkılan, stres olan ben; teyzeyi resmen duymazlıktan geldim, hiçbir cevap vermedim kasada en hızlısından ödememi yaptım ve kendimi arabaya atıverdim...
Sanırım toplum olarak çocukların bazen ağlamaya ihtiyacı olduğuna dair pek bir bilgimiz yok; annelerinin onları susturamadığı noktada kötü anne olmadıklarını düşünecek bir bilincimiz olduğunu da ara ara sorguluyorum açıkçası... Çocuğumu bırakayım ağlaya ağlaya sussun değil ama ağlamanın da bir iletişim ya da rahatlama olduğunu hatırlamak lazım diye düşünüyorum...
Geçen sene de yine caddede Mert'le yürürken yaşlıca bir teyze beni durdurdu. Bahar sonu falandı, daha Mert'in saçlarını kestirmemiştik ve Mert'in saçlar arkada uzunca, önde de alnını kapatacakşekildeydi. Teyze: "kızım yazık, şu çocuğun saçlarını kestirin. Bizim filancanın oğlunun çocukluğunda hep alnında saçları ile dolaştı: bak şimdi koca adam oldu alnında kıllanma sorunu var sürekli." dedi ve gitti; benim de ağzım bir karış açık kaldı, ne bir şey diyebildim, ne gülebildim... Bu komik karşılaşmayı aynı hafta arkadaşlarıma anlatırken Mert yaşında bir oğlu olan arkadaşım da "aynı şekilde beni de bir kadın durdurdu bana da aynı şeyleri söyledi." dediğinde anladım ki teyzeler arasında bazı konular sosyal sorumluluk hassasiyeti taşıyor ve bu alna düşen saç da bu konulardan biri:))
Son olarak: bu sokaktaki mahalle baskısının genelde çocuk doğduğunda neredeyse her evde göze çarpan bir de ev versiyonu var ki o da ayrı bir şenlik!! :)) Anne doğum yapar, aile büyükleri, konu komşu, eş dost herkesten bir cümle duyulur: "Ay çocuğun başını tut...", "ağlıyor acıktı galiba,sen bunu bi' emzir.", "yok yok bu çocuk doymuyor, mama ver sen buna...", "içi yandı çocuğun bu sıcakta,birazcık su versen...", "gazı var galiba...", "ayyy bezini çok sıktın rahat edemeyecek!", "ayy bezini fazla gevşek bıraktın, çişi dışarı çıkacak!" gibi gibi :))))
Geçen hafta içinde Philips Avent'in Natural serisinin tanıtımında biz anneler kendi yaşadıklarımızı konuşurken etkinliğin moderatörü Sevinç Erbulak şöyle bir şey söyledi: "Dünyada kaç anne varsa o kadar annelik olduğuna inanıyorum;her anne kendi anneliğine sahip." Ben de şunu eklemek istiyorum: dünyada her çocuk da birbirinden farklı; birbirinden farklı annelerin birbirinden farklı çocukların reçeteleri de birbirlerine uymayabiliyor ve herkes kendi yolunu doğrularıyla yanlışlarıyla buluyor...
O zamandan beri sinir olurum bu "mahalle baskısı"na... Üzerinden 3 yıl geçti hala zaman zaman Mert bir şeye takıp sokakta ağlamaya başlamışsa yanımıza gelip "n'oldu?" diyenlere sinir olurum. Bir yandan da çok merak ederim, acaba "n'oldu?" diye sorunca sorunu çözen bir teyze var mıdır diye... Yoksa çocuk ve anne olarak karşılıklı stres yükselmişken "n'oldu?" diye sorulduğunda stresi ve siniri 2 kat artan tek anne ben miyim, ağlama desibeli de katlanarak artan tek çocuk benim oğlum mu? Benzer durumda olanlar lütfen ses verin hep birlikte kendimizi iyi hissedelim en azından :)))
Ama geçen hafta şunu farkettim: E-bebek'e bir hediye almak için girerken hem uykusu başına vurmuş hem de bir konuya feci takılmış olan oğlum yaklaşık 10 dakika mağazada dolaştığımız sürece mızmızlandı, sonra da ipleri koparırcasına ağlamaya başladı. Konuyu orada ilk başta çözmeye çalışıp, sonrasında konunun orada çözülemeyeceğini anlayan anne kimliği taşıyan bendeniz oradaki işimi en hızlı şekilde sonlandırmaya ve kendimizi arabaya atmaya hazırlanıyorduk ki bir teyze yanımıza geldi "vah yavrum n'oldu ki?" dedi; Demesiyle de ağlama şiddeti hafifleyen Mert'in böğürerek ağlaması bir oldu! Fark ettim ki eskiden bu tip durumlarda utanan, sıkılan, stres olan ben; teyzeyi resmen duymazlıktan geldim, hiçbir cevap vermedim kasada en hızlısından ödememi yaptım ve kendimi arabaya atıverdim...
Sanırım toplum olarak çocukların bazen ağlamaya ihtiyacı olduğuna dair pek bir bilgimiz yok; annelerinin onları susturamadığı noktada kötü anne olmadıklarını düşünecek bir bilincimiz olduğunu da ara ara sorguluyorum açıkçası... Çocuğumu bırakayım ağlaya ağlaya sussun değil ama ağlamanın da bir iletişim ya da rahatlama olduğunu hatırlamak lazım diye düşünüyorum...
Geçen sene de yine caddede Mert'le yürürken yaşlıca bir teyze beni durdurdu. Bahar sonu falandı, daha Mert'in saçlarını kestirmemiştik ve Mert'in saçlar arkada uzunca, önde de alnını kapatacakşekildeydi. Teyze: "kızım yazık, şu çocuğun saçlarını kestirin. Bizim filancanın oğlunun çocukluğunda hep alnında saçları ile dolaştı: bak şimdi koca adam oldu alnında kıllanma sorunu var sürekli." dedi ve gitti; benim de ağzım bir karış açık kaldı, ne bir şey diyebildim, ne gülebildim... Bu komik karşılaşmayı aynı hafta arkadaşlarıma anlatırken Mert yaşında bir oğlu olan arkadaşım da "aynı şekilde beni de bir kadın durdurdu bana da aynı şeyleri söyledi." dediğinde anladım ki teyzeler arasında bazı konular sosyal sorumluluk hassasiyeti taşıyor ve bu alna düşen saç da bu konulardan biri:))
Son olarak: bu sokaktaki mahalle baskısının genelde çocuk doğduğunda neredeyse her evde göze çarpan bir de ev versiyonu var ki o da ayrı bir şenlik!! :)) Anne doğum yapar, aile büyükleri, konu komşu, eş dost herkesten bir cümle duyulur: "Ay çocuğun başını tut...", "ağlıyor acıktı galiba,sen bunu bi' emzir.", "yok yok bu çocuk doymuyor, mama ver sen buna...", "içi yandı çocuğun bu sıcakta,birazcık su versen...", "gazı var galiba...", "ayyy bezini çok sıktın rahat edemeyecek!", "ayy bezini fazla gevşek bıraktın, çişi dışarı çıkacak!" gibi gibi :))))
Geçen hafta içinde Philips Avent'in Natural serisinin tanıtımında biz anneler kendi yaşadıklarımızı konuşurken etkinliğin moderatörü Sevinç Erbulak şöyle bir şey söyledi: "Dünyada kaç anne varsa o kadar annelik olduğuna inanıyorum;her anne kendi anneliğine sahip." Ben de şunu eklemek istiyorum: dünyada her çocuk da birbirinden farklı; birbirinden farklı annelerin birbirinden farklı çocukların reçeteleri de birbirlerine uymayabiliyor ve herkes kendi yolunu doğrularıyla yanlışlarıyla buluyor...
9 Nisan 2013 Salı
İstanbul Doğum Akademisi'nde "Keşkesiz Doğum" sohbeti
Geçen hafta kendimi dinlemeye, öğrenmeye adadım sanki... Geçen hafta pazar Cake Plus'taki kurabiye atölyesine katılıp doğumlarda, baby showerlarda, doğum günlerinde ikram edilen renkli, süslü kurabiyelerin nasıl yapıldığını kendi çapımda öğrendim, hatta bir kutu da kurabiye yaptım evdekiler de bayıla bayıla yediler:)) Bu hafta cumartesi de eş durumundan davetle #ilkyıllarınhikayesi 'nde blogger annelerle birlikte Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı/ Çocuk Gatroenteroloji ve Beslenme Uzmanı Prof Dr Benal Büyükgebiz'i dinledim. Hem çok keyif aldım hem de beslenme ile ilgili çok çok değerli şeyler öğrendim.
Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.
İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri) net olarak anlatan bir bölüm var, okumakta fayda olabilir...
Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:
* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...
Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.
Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))
Sevgiler, nokta:)))
Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.
İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri) net olarak anlatan bir bölüm var, okumakta fayda olabilir...
Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:
* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...
Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.
Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))
Sevgiler, nokta:)))
30 Mart 2013 Cumartesi
son bir haftadan kısa kısa...
Mart ayı çok uzuuuun diyordum başında o da bitiyor... Mert'in okula başlama meselesi beni çok germiş; ne katı gıdaya geçmek, ne tuvalet eğitimi ne de emziği bırakmak.. Hiçbiri için bu kadar düşünmemişim içten içe(bu arada düşündüğümüz, içlendiğimiz, sıkıntı yaptığımız konular hayat boyu bunlarla sınırlı olur inşallah, Allah sağlık sorunları göstermesin)... Çocuklar anneyi zor bırakır, 0-3 yaş çocuğu anneyi kendine ait bir parça görür vs vs gibi yaklaşımlar var ya bence onları şöyle de değiştirebiliriz: anneler de çocukları zor bırakabilir, 0-3 yaş çocuğu olan bir anne çocuğu kendine ait bir parça gibi görebilir... Böyle yazınca çok hastalıklı bir şey yazmışım gibi geldi bana ama hemen şöyle düzelteyim: "eğer içlerine sinmeyen, gözlerine fazlasıyla batan bir durum varsa..." Ayın başındaki okul günlerimizle 2 hafta önce başlayan "yeni" okul günlerimiz arasında 180 derece fark olunca ben de bi' rahatladım, sakinleştim, güven duygum yerine geldi... Umarım böyle de devam eder...
Geçen hafta başında "anne ben neden okulda öğlen yemeği yemiyorum?" demesiyle Mert'in yarım güne geçişinin uygun olabileceğine karar verdik:) Salı gününden bu yana yarım gün okulluyuz, mutluyuz, gururluyuz:))
Tabii bu gelişmeyle birlikte ben de yapılmak için sırada bekleyen işlere odaklanmayı kendime görev edindim. Salı günü 24. hafta doktor kontrolüm vardı, merakla gittik, çok şükür her şey yolundaymış... Da ben biraz (!) irileşivermişim son 2 haftada!!! Bir iştah açıklığı, bir tatlı düşkünlüğü anlatamam!! Ben ki hayat boyu iştahı açık ama öyle ballı tatlıya hiç merakı olmayan bir tiptim! Mert'e hamileyken sütlü tatlı dışında tatlı yiyemiyordum bile, şimdi alakası bile yok... "Ye ekşiyi doğur Ayşe'yi, ye tatlıyı doğur Hakkı'yı" bende tutmadı ey "her davranıştan cinsiyet yorumu yapan teyzeler":))) Doktorumun tatlı uyarısı ve şeker yükleme sonrası değerlerim yüksek çıkarsa diyete girmek durumunda kalacak olmam beni endişelendirmedi desem yalan olur... Ama neyse ki şeker yüklemesinde normal sınırlarda çıktım ve büyüyerek, ortada dolaşan göbeğimle 25. haftaya geldim:)) Tabii son 2 haftada 2 kilo almamla birlikte vücudum da ağırlaşmaya tepki vermeye başladı, sanki uzun süredir spor yapmayan birinin ağır spor yapması sonucu tüm kaslarının ağrıması gibi bacak ağrıları başladı... Neyse ben de bu haftadan itibaren düzenli yürüyüşlerime başlıyorum ve kendime gelmeyi umuyorum:)) Zaten Kerem'in kilo almamla ilgili yorumu açılan iştahımdan ziyade Mert'le çok hareketli olan günlük hayatımızın son bir aydır okul meselesi nedeniyle daha durağanlaşması (en azından benim açımdan)... Tekrar hareketli hayatıma(!) geri dönüyorum öyleyse:)))
25. hafta oldu bebekle ilgili hiçbir hazırlığa başlamadık. Gerçi Mert'te de bu zamanlarda oda işini planlamaya başlamıştık. İkinci hamilelik olunca daha da sakin oluyor insan... Nasıl olsa uyuyacak bir yeri olacak, nasıl olsa bir şekilde ayarlanacak düşüncesi hakim oluyor... Oda konusu benim için "nasıl olsa hallolur" sınıfında bir konu iken hafta içi (şu anda 35 haftalık hamile olan) çok yakın arkadaşımın bebeği için oda takımı eve gelinceve evin nasıl düzene girebildiğini görünce ben de konuyu bu hafta ele almaya karar verdim. Oda konusunda çok seçenek varmış gibi duruyor ama bence sadece dükkanların isimleri değişik ve kullandıkları malzemeden dolayı kalite farkı var. Tasarımda ya da kullanımda farklılaşma diye bir şey yok bizim ülkemizde... Bu farklılaşma olmayınca biz de kalite üzerine odaklandık biraz daha.. Mert'in odasını alırken o kadar detaylı incelememiştik, bilgimiz de yoktu zaten... Önemli olan güzel bir görüntü sağlamaktı... Ancak kullandıkça gördük ki yeğenimin 10 yıllık odası bizim 3 yıllık odadan daha sağlam... Bu da bize kullanılan malzemedeki farkı farkettirdi. Biz de şimdi yeğenimin oda takımının değişmesini fırsat bilip (artık büyüdüğü için odasının değişmesini istiyor;yoksa bence bi' 10 yıl daha odası aynı sağlamlıkta kalır:)) onun takımını boyattırarak kendi zevkimize göre kullanmayı planlıyoruz. Bakalım sonuç nasıl olacak; merakla bekliyorum...
Geçen hafta başında "anne ben neden okulda öğlen yemeği yemiyorum?" demesiyle Mert'in yarım güne geçişinin uygun olabileceğine karar verdik:) Salı gününden bu yana yarım gün okulluyuz, mutluyuz, gururluyuz:))
Tabii bu gelişmeyle birlikte ben de yapılmak için sırada bekleyen işlere odaklanmayı kendime görev edindim. Salı günü 24. hafta doktor kontrolüm vardı, merakla gittik, çok şükür her şey yolundaymış... Da ben biraz (!) irileşivermişim son 2 haftada!!! Bir iştah açıklığı, bir tatlı düşkünlüğü anlatamam!! Ben ki hayat boyu iştahı açık ama öyle ballı tatlıya hiç merakı olmayan bir tiptim! Mert'e hamileyken sütlü tatlı dışında tatlı yiyemiyordum bile, şimdi alakası bile yok... "Ye ekşiyi doğur Ayşe'yi, ye tatlıyı doğur Hakkı'yı" bende tutmadı ey "her davranıştan cinsiyet yorumu yapan teyzeler":))) Doktorumun tatlı uyarısı ve şeker yükleme sonrası değerlerim yüksek çıkarsa diyete girmek durumunda kalacak olmam beni endişelendirmedi desem yalan olur... Ama neyse ki şeker yüklemesinde normal sınırlarda çıktım ve büyüyerek, ortada dolaşan göbeğimle 25. haftaya geldim:)) Tabii son 2 haftada 2 kilo almamla birlikte vücudum da ağırlaşmaya tepki vermeye başladı, sanki uzun süredir spor yapmayan birinin ağır spor yapması sonucu tüm kaslarının ağrıması gibi bacak ağrıları başladı... Neyse ben de bu haftadan itibaren düzenli yürüyüşlerime başlıyorum ve kendime gelmeyi umuyorum:)) Zaten Kerem'in kilo almamla ilgili yorumu açılan iştahımdan ziyade Mert'le çok hareketli olan günlük hayatımızın son bir aydır okul meselesi nedeniyle daha durağanlaşması (en azından benim açımdan)... Tekrar hareketli hayatıma(!) geri dönüyorum öyleyse:)))
25. hafta oldu bebekle ilgili hiçbir hazırlığa başlamadık. Gerçi Mert'te de bu zamanlarda oda işini planlamaya başlamıştık. İkinci hamilelik olunca daha da sakin oluyor insan... Nasıl olsa uyuyacak bir yeri olacak, nasıl olsa bir şekilde ayarlanacak düşüncesi hakim oluyor... Oda konusu benim için "nasıl olsa hallolur" sınıfında bir konu iken hafta içi (şu anda 35 haftalık hamile olan) çok yakın arkadaşımın bebeği için oda takımı eve gelinceve evin nasıl düzene girebildiğini görünce ben de konuyu bu hafta ele almaya karar verdim. Oda konusunda çok seçenek varmış gibi duruyor ama bence sadece dükkanların isimleri değişik ve kullandıkları malzemeden dolayı kalite farkı var. Tasarımda ya da kullanımda farklılaşma diye bir şey yok bizim ülkemizde... Bu farklılaşma olmayınca biz de kalite üzerine odaklandık biraz daha.. Mert'in odasını alırken o kadar detaylı incelememiştik, bilgimiz de yoktu zaten... Önemli olan güzel bir görüntü sağlamaktı... Ancak kullandıkça gördük ki yeğenimin 10 yıllık odası bizim 3 yıllık odadan daha sağlam... Bu da bize kullanılan malzemedeki farkı farkettirdi. Biz de şimdi yeğenimin oda takımının değişmesini fırsat bilip (artık büyüdüğü için odasının değişmesini istiyor;yoksa bence bi' 10 yıl daha odası aynı sağlamlıkta kalır:)) onun takımını boyattırarak kendi zevkimize göre kullanmayı planlıyoruz. Bakalım sonuç nasıl olacak; merakla bekliyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)