Uzun zamandır aklımdaydı...
Hatta kendime zaman da koymuştum...
Tatiller bitsin, yaz sonu, hem İpek de 1 yaşını geçmiş olur, uyku, emme vs nispeten bir düzende olur diyordum...
Mert ile İpek aynı odayı paylaşsa iyi olur gibi geliyordu bana...
Dün de evde olmanın verdiği bir güçle bir anda kendimi İpek'in eşyalarını Mert'in odasına taşırken buldum...
Haaa Mert zaten birkaç aydır "eveeeeet aynı odada olalım" diyordu...
Neler düşündüm(k), neden böyle bir karar aldım(k), neler yaptık, neleri değiştirdik ilk fırsatta yazacağım... Hala düzenlenmesi gereken iki oda beni bekliyor!
Ama merak ediyorum: Çocukları aynı odayı paylaşan/ paylaşmış olan anneler aktarmak isterlerse tecrübelerini, bu işin negatif, pozitif yanlarını paylaşabilirler mi?
Bakalım bizde bu iş nasıl ilerleyecek?
25 Ağustos 2014 Pazartesi
14 Ağustos 2014 Perşembe
Sizinki Hangi Tip Annelik?
Böyle anketler vardır hani, sorulara verdiğin yanıta göre şıklarını sayarsın a şıklarından daha çok yanıtın varsa x tip sevgilisindir/ kadınsındır/ karaktersindir, b'lerden çoğunluktaysa y tipsindir, c'lerden fazla ise z tipsindir gibi!...
Bu anneliğinde tipleri var mı acaba? Bana göre cevap "hayır yok" yani böyle sınıflandırılabilecek kadar belirgin değil... Bence her annenin anneliği, parmak izi gibi kişiye özel hatta çocuğun parmak izi gibi, çocuğa özel... Yani birden fazla çocuğu olunca insanın, çocuklarının aynı yaş dönemlerinde üzerine giydiği annelik kıyafeti değişiklik gösterebiliyor sanki?!...
Kendime bakıyorum da Mert'in ilk 1 yılında ben sürekli okuyan, kitapları hatmedip doğruları bulmaya çalışan, çocuk kitaba uygun yola girmeyince kendi kendini yiyip bitiren bir anneydim. İpek'in ilk 1 yılında ise yine kitap okumaya devam eden, ama kesinlikle daha seçici, ama bundan 3.5-4 sene önceki gibi her yazanı "kesin doğru" kabul etmeyen, hatta çoğu zaman kendi doğrusunu kendi hisleri ile bulmaya çalışan bir anne oldum. Bunun pek çok nedeni var bence: bir kere kitaplar çoğunlukla Batı kültürü baz alınarak yazılmış olduğundan dolayı okurken her şeyi yüzde yüz uygulamaya çalışmak beni bazen gereksiz yordu! Annenin kendi kültürüne, yani hem toplumsal hem de kendi bireysel geçmişini içeren kültürüne adapte edebilmek, yani kitabı süzmek bence anneyi oldukça rahatlatabilecek bir "ilk adım". İkincisi çocuğu tanımak, hatta çocuğun işaretlerini izlemek çok değerli gibi geliyor bana... Ve üçüncüsü annenin iç sesine kulak vermesi...İnsan kitaplardan doğruyu çok kolay öğreniyor, bunun üstüne çocuğunu da tanımaya çalışıyorsa kendi iç sesi hiç ara vermeden çalışmaya/ konuşmaya/ bazen ise fısıldamaya devam ediyor. İşte o ses aslında hem anne olarak benim yapabileceklerimi çok iyi biliyor hem de çocuğumun/ çocuklarımın kabul edebileceklerini...
Örneğin ben Mert'in bebekliğinde tam bir Tracy Hogg fanı idim, yatır kaldır metodunu, E.A.S.Y'i, şşşşhhh-pat'ı o dönemde kelime kelime anlatıyordum çevremdekilere... İpek'te ne oldu? Uyku için bir "eğitim", "disiplin" sürecine sokmadım kendimi de İpek'i de... Kendi düzenimizi zamanla bulduk, kimi zaman kucakta uyuttum, kimi zaman yatağında pışpışlayarak vs... Neye itiyacı olduğunu anlamaya çalıştım (ya da kendimin neye ihtiyacı var, kendimi dinlemeye çalıştım)...
Aynı durum beslenme için de geçerli, aktiviteler için de, tuvalet alışkanlığı (gerçi daha İpek'te bu sürece girmemize çok var) için de...Genel yaklaşımım kitapları, makaleleri okuyayım; farkındalık kazanayım, genel geçer doğruyu öğreneyim ama kendi düzenimizi kendimize göre oluşturayım...
2 gün önce Mert'e incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenden ötürü fazlasıyla çok kızdım! Bağırdım, söylendim!!! Sakinleşmem uzunca bir zamanımı aldı! Normalde çok kolay yönetebileceğim bir huysuzluk anını yönetemedim, yönetmek istemedim! Çünkü bir gece önce neredeyse hiç uyumamış ve sabrımı ilk fırsatta kaybetmeye meyilli bir hale bürünüvermiştim! Doğrunun ne olduğunu bile bile yanlışı yapmak da ayrıca can sıkıcı bir mevzu... Neyse 2 gün önceki günümüz pek hoş geçmedi ama dün Mert'e onunla sakince konuşmak yerine bağırdığım için çok üzgün olduğumu söyledim, o da bana kendisinin mızmızlanmamaya çalışacağını benim de daha sakin olmamı istediğini belirtti. Çok medenice konuştuk yani :)
Tüm bunların üzerine ben bu sabah bu linkteki yazıya denk geldim, aslında yazılalı bayağı zaman olmuş ama daha önce okumamıştım. Okuyunca bana iyi geldi, kendini kitabi anne baba olmaya zorlayan anne babalara (zamanında/ hatta hala zaman zaman benim olduğum gibi) iyi gelebileceğini düşünerek buradan da paylaşmak istedim. Samimi olmak ve kendin gibi olmak annelikte de kilit özelliklerden bence... Tabii ki kendim olacağım derken her şeye esip kükreyen biri isek sürekli bir sinir küpü şeklinde dolaşalım demiyorum bu arada:) Çocuk, insana kendisini tanıması, kendi çocukluğunu anlaması için bir fırsat da sunuyor aslında; bu fırsatı kullanıp kendimize ve çevremize zarar veren yönlerimizi törpüleyebiliyorsak ne de güzel:))
Kısacası sonuç: Bu anneliğin tipleri yok bana göre, her birimizinki kendimize özel... Doğrular da öyle, yaşananlar da, yaşananlara verilen tepkiler de... Kimseyle kendimizi kıyaslamamak, hatta hatta çocuklarımızı kıyas yanılgısına düşmeyip kendimiz olmak bana göre en kolayı...
Bu anneliğinde tipleri var mı acaba? Bana göre cevap "hayır yok" yani böyle sınıflandırılabilecek kadar belirgin değil... Bence her annenin anneliği, parmak izi gibi kişiye özel hatta çocuğun parmak izi gibi, çocuğa özel... Yani birden fazla çocuğu olunca insanın, çocuklarının aynı yaş dönemlerinde üzerine giydiği annelik kıyafeti değişiklik gösterebiliyor sanki?!...
Kendime bakıyorum da Mert'in ilk 1 yılında ben sürekli okuyan, kitapları hatmedip doğruları bulmaya çalışan, çocuk kitaba uygun yola girmeyince kendi kendini yiyip bitiren bir anneydim. İpek'in ilk 1 yılında ise yine kitap okumaya devam eden, ama kesinlikle daha seçici, ama bundan 3.5-4 sene önceki gibi her yazanı "kesin doğru" kabul etmeyen, hatta çoğu zaman kendi doğrusunu kendi hisleri ile bulmaya çalışan bir anne oldum. Bunun pek çok nedeni var bence: bir kere kitaplar çoğunlukla Batı kültürü baz alınarak yazılmış olduğundan dolayı okurken her şeyi yüzde yüz uygulamaya çalışmak beni bazen gereksiz yordu! Annenin kendi kültürüne, yani hem toplumsal hem de kendi bireysel geçmişini içeren kültürüne adapte edebilmek, yani kitabı süzmek bence anneyi oldukça rahatlatabilecek bir "ilk adım". İkincisi çocuğu tanımak, hatta çocuğun işaretlerini izlemek çok değerli gibi geliyor bana... Ve üçüncüsü annenin iç sesine kulak vermesi...İnsan kitaplardan doğruyu çok kolay öğreniyor, bunun üstüne çocuğunu da tanımaya çalışıyorsa kendi iç sesi hiç ara vermeden çalışmaya/ konuşmaya/ bazen ise fısıldamaya devam ediyor. İşte o ses aslında hem anne olarak benim yapabileceklerimi çok iyi biliyor hem de çocuğumun/ çocuklarımın kabul edebileceklerini...
Örneğin ben Mert'in bebekliğinde tam bir Tracy Hogg fanı idim, yatır kaldır metodunu, E.A.S.Y'i, şşşşhhh-pat'ı o dönemde kelime kelime anlatıyordum çevremdekilere... İpek'te ne oldu? Uyku için bir "eğitim", "disiplin" sürecine sokmadım kendimi de İpek'i de... Kendi düzenimizi zamanla bulduk, kimi zaman kucakta uyuttum, kimi zaman yatağında pışpışlayarak vs... Neye itiyacı olduğunu anlamaya çalıştım (ya da kendimin neye ihtiyacı var, kendimi dinlemeye çalıştım)...
Aynı durum beslenme için de geçerli, aktiviteler için de, tuvalet alışkanlığı (gerçi daha İpek'te bu sürece girmemize çok var) için de...Genel yaklaşımım kitapları, makaleleri okuyayım; farkındalık kazanayım, genel geçer doğruyu öğreneyim ama kendi düzenimizi kendimize göre oluşturayım...
2 gün önce Mert'e incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenden ötürü fazlasıyla çok kızdım! Bağırdım, söylendim!!! Sakinleşmem uzunca bir zamanımı aldı! Normalde çok kolay yönetebileceğim bir huysuzluk anını yönetemedim, yönetmek istemedim! Çünkü bir gece önce neredeyse hiç uyumamış ve sabrımı ilk fırsatta kaybetmeye meyilli bir hale bürünüvermiştim! Doğrunun ne olduğunu bile bile yanlışı yapmak da ayrıca can sıkıcı bir mevzu... Neyse 2 gün önceki günümüz pek hoş geçmedi ama dün Mert'e onunla sakince konuşmak yerine bağırdığım için çok üzgün olduğumu söyledim, o da bana kendisinin mızmızlanmamaya çalışacağını benim de daha sakin olmamı istediğini belirtti. Çok medenice konuştuk yani :)
Tüm bunların üzerine ben bu sabah bu linkteki yazıya denk geldim, aslında yazılalı bayağı zaman olmuş ama daha önce okumamıştım. Okuyunca bana iyi geldi, kendini kitabi anne baba olmaya zorlayan anne babalara (zamanında/ hatta hala zaman zaman benim olduğum gibi) iyi gelebileceğini düşünerek buradan da paylaşmak istedim. Samimi olmak ve kendin gibi olmak annelikte de kilit özelliklerden bence... Tabii ki kendim olacağım derken her şeye esip kükreyen biri isek sürekli bir sinir küpü şeklinde dolaşalım demiyorum bu arada:) Çocuk, insana kendisini tanıması, kendi çocukluğunu anlaması için bir fırsat da sunuyor aslında; bu fırsatı kullanıp kendimize ve çevremize zarar veren yönlerimizi törpüleyebiliyorsak ne de güzel:))
Kısacası sonuç: Bu anneliğin tipleri yok bana göre, her birimizinki kendimize özel... Doğrular da öyle, yaşananlar da, yaşananlara verilen tepkiler de... Kimseyle kendimizi kıyaslamamak, hatta hatta çocuklarımızı kıyas yanılgısına düşmeyip kendimiz olmak bana göre en kolayı...
Etiketler:
annelik,
çocuklu hayat,
güncel,
gündelik hayat
5 Ağustos 2014 Salı
Yazlıkta Bir Külkedisi Masalı :)
2 yıl önce yine bu zamanlardı... Mert daha 2.5 yaşında bile değildi biz Erikli ile tanıştığımızda... Erikli Saros Körfezi'nde misssss gibi denizi olan yazları kalabalık bir sahil köyü...
Kışın ben işi bıraktıktan sonra Mert ile İstanbul'da pek çok şubesi bulunan oyun gruplarından birine gitmeye başlamıştık. Çevremde hiç hafta içi müsait olan çocuklu anne yoktu ve böyle bir gruba gitmesek sanki Mert hiç sosyalleşemeyecek gibi geliyordu o dönemde... Gittiğimiz oyun grubundan hiç memnun kalmadım, çevremde de pek çok memnuniyetsiz anne vardı. Hatta memnuniyetsizliğimi hem sözlü, hem yazılı olarak iletmeme karşın nezaketen yazılı bir yanıt bile alamadım kendilerinden... Neyse çok alakasız bir girizgah oldu :) Bu oyun grubunun bizim için en güzel kazancı o dönemlerde oraya devam eden 3 çocuk ve anneleriyle tanışmamız oldu ve ardından da 4 çocuklu kendi oyun grubumuzu kurduk kendi evlerimizde... Bizim çocukların tam 2 yaş krizlerini yaşadıkları dönemde biz anneler birbirimizle rehabilite olduk :)
O kışın yazında da grubumuzdan iki anne, yazlıklarının olduğu Erikli'ye giderken bizleri de ısrarla Erikli'ye davet ettiler. Benim için zaten ısrara gerek yok, Temmuz ayı içinde bir gün Mert'i de arabaya atıp Mert'le başbaşa ilk uzun yol tecrübesini yaşadım. 3 günlüğüne gittiğimiz Erikli'den 1 aylık (Mert'in o dönemki söylemi ile) "tatil evi" kiralayarak döndük. Sonrasında eşyalarımızı toparlayıp, Kerem'in geliş gidişlerini ayarlayıp Erikli'de 1 ay geçirmeye gittik yine Mert'le baş başa bir yolculukla... O bir ayı anlatmaya kalksam uzun, hem de upuzuuuun bir yazı çıkar. Kısaca şunu söyleyebilirim: O bir ayda Mert büyüdü! Benim o tatilden sonra "yazlık ev (bunu köy ortamı, orman, yayla, sahil kasabası gibi doğayla içiçe oldukları her yer için söylemek mümkün bence) çocuklar için nimet", "yaz çocukları büyütüyor." gibi cümleler ağzımdan düşmez oldu...
Geçen yaz da malum, hamilelikti, doğumdu derken Erikli'ye gidemedik... Bu yıl ise kıştan itibaren zaman planımızı yaptık Erikli'ye gitme isteğimizi gerçeğe dönüştürdük. Nisan ayı gibi bir ön gezinme için gittik önce, Mert'in "bebeklik" "oyun grubu" arkadaşı ve bizim arkadaşımız olan anne ve babasıyla bir hafta sonu gezintisi yapıverdik Erikli'ye... Öyle rüzgarlı,öyle boş, öyle sakindi ki Nisan ayında ben o halini ayrı bir sevdim...
Neyse sonuçta Haziran sonu bir yer ayarladık, Temmuz ayı başında bavullarımızı topladık koyulduk Erikli yoluna...Erikli, İstanbul'dan TEM'den Kınalı çıkışını kullanarak Çanakkale yolunu takip ederek 3,5 saatte varılan "İstanbul'a en yakın Ege kıyısı".Haa bu arada yola İstanbul'un Avrupa yakasının iyice batı yönünden çıkıyorsanız yolculuk 2.5 saate kadar düşebilir.
3 haftalık Erikli tatilimiz(de)
- evin denize çok yakın olması nedeniyle sürekli deniz kum güneş halinde geçti.
- Mert suyun üzerinde duracak şekilde yüzmeyi öğrendi.
- İpek, kumsaldan denize, denizden kumsala emekleyip durdu. Simidi içinde denize girdiği her an mest oldu.
- Okula ara veren ve sürekli benimle ve İpek'le zaman geçiren Mert'te kardeşine bağlılık arttı (bence:)), İpek'in ise ağabeyine olan hayranlığı arttı.
- Her sabah simitli kahvaltı keyfi yaptık.
- Kerem'in olmadığı günlerde iki çocukla beni en zorlayan kısım, neredeyse güneş batarken denizden çıkıp hepimizin duş almasını sağlamak oldu.
- Çocuklar hariç beni en zorlayan konu ise sezonluk/ aylık / haftalık hatta günlük kiraya verilen evlerin temizliğinin maalesef minimumda bile olmaması oldu. Bu konuda daha önceki seneden hazırlıklı gitmiştim Erikli'ye ama İpek'in emekleme/ sıralama döneminde olması benim biraz daha hassas olmama neden oldu sanırım.
- Denizin güzelliğine methiyelere dizip, insanların çevreye duyarsızlığına ve pisliğe söylenip durdum/k sürekli.
- Ne güzel ki Erikli'de misafirlerimiz oldu, İpek'ciğimizin 1. yaşını kutladık kendi çapımızda kumsalın yanı başında.
- Sonra Kerem'in de doğum gününü kutladık biz bize...
- Benim çocukluğumdaki yazlık hayatını yaşadık sanki... Gündüz kahvaltı, deniz, öğle uykusu, deniz; akşam yemek, yürüyüş, dondurma ve tabii ki Mert'in trambolin sefası...
- Mert, "bir dahaki yaz yine gelelim" dedi tatilin son günlerinde...
- En son gün, Mert, sörf tahtasından denize atlıyordu. Eğlencesine kafayı denize sokup, "daldım ben" diyordu :)
- Mert, bulduğu her tepsi ile sahil esnaflığına soyundu. Kimi zaman simitçi, kimi zaman dondurmacı, kimi zaman ise meyve sebzeci oldu bağıra çağıra... "sıcak simitlerim vaaaaaaaaar,simit ister midinizzzzz?!!!" cümlesi evin demirbaş cümlesiydi mesela...
- Mert, arkadaşlarıyla oynadı, denize girdi, mutlu oldu.
- İpek, hayvanları keşfetti; kedileri, köpekleri gördükçe delirdi.
Kısacası yine bir yazlık hayatı çocukları büyüttü bence... Mutluydular... Ben de koşturmacaları olsa da, bazı günler çok yorulup kendimi külkedisi gibi hissetmiş olsam da huzur buldum... Akşamları ve öğlenleri çocukları uyuttuktan sonra oturduğum balkonda, sabahları erken saatte,akşamları güneş batmadan atladığım soğuk denizde, akşam yürüyüşlerinde ve pek çok anda...
Kışın ben işi bıraktıktan sonra Mert ile İstanbul'da pek çok şubesi bulunan oyun gruplarından birine gitmeye başlamıştık. Çevremde hiç hafta içi müsait olan çocuklu anne yoktu ve böyle bir gruba gitmesek sanki Mert hiç sosyalleşemeyecek gibi geliyordu o dönemde... Gittiğimiz oyun grubundan hiç memnun kalmadım, çevremde de pek çok memnuniyetsiz anne vardı. Hatta memnuniyetsizliğimi hem sözlü, hem yazılı olarak iletmeme karşın nezaketen yazılı bir yanıt bile alamadım kendilerinden... Neyse çok alakasız bir girizgah oldu :) Bu oyun grubunun bizim için en güzel kazancı o dönemlerde oraya devam eden 3 çocuk ve anneleriyle tanışmamız oldu ve ardından da 4 çocuklu kendi oyun grubumuzu kurduk kendi evlerimizde... Bizim çocukların tam 2 yaş krizlerini yaşadıkları dönemde biz anneler birbirimizle rehabilite olduk :)
O kışın yazında da grubumuzdan iki anne, yazlıklarının olduğu Erikli'ye giderken bizleri de ısrarla Erikli'ye davet ettiler. Benim için zaten ısrara gerek yok, Temmuz ayı içinde bir gün Mert'i de arabaya atıp Mert'le başbaşa ilk uzun yol tecrübesini yaşadım. 3 günlüğüne gittiğimiz Erikli'den 1 aylık (Mert'in o dönemki söylemi ile) "tatil evi" kiralayarak döndük. Sonrasında eşyalarımızı toparlayıp, Kerem'in geliş gidişlerini ayarlayıp Erikli'de 1 ay geçirmeye gittik yine Mert'le baş başa bir yolculukla... O bir ayı anlatmaya kalksam uzun, hem de upuzuuuun bir yazı çıkar. Kısaca şunu söyleyebilirim: O bir ayda Mert büyüdü! Benim o tatilden sonra "yazlık ev (bunu köy ortamı, orman, yayla, sahil kasabası gibi doğayla içiçe oldukları her yer için söylemek mümkün bence) çocuklar için nimet", "yaz çocukları büyütüyor." gibi cümleler ağzımdan düşmez oldu...
Mert,buradaki 3 resimde henüz 2.5 yaşında :) |
Geçen yaz da malum, hamilelikti, doğumdu derken Erikli'ye gidemedik... Bu yıl ise kıştan itibaren zaman planımızı yaptık Erikli'ye gitme isteğimizi gerçeğe dönüştürdük. Nisan ayı gibi bir ön gezinme için gittik önce, Mert'in "bebeklik" "oyun grubu" arkadaşı ve bizim arkadaşımız olan anne ve babasıyla bir hafta sonu gezintisi yapıverdik Erikli'ye... Öyle rüzgarlı,öyle boş, öyle sakindi ki Nisan ayında ben o halini ayrı bir sevdim...
Neyse sonuçta Haziran sonu bir yer ayarladık, Temmuz ayı başında bavullarımızı topladık koyulduk Erikli yoluna...Erikli, İstanbul'dan TEM'den Kınalı çıkışını kullanarak Çanakkale yolunu takip ederek 3,5 saatte varılan "İstanbul'a en yakın Ege kıyısı".Haa bu arada yola İstanbul'un Avrupa yakasının iyice batı yönünden çıkıyorsanız yolculuk 2.5 saate kadar düşebilir.
3 haftalık Erikli tatilimiz(de)
- evin denize çok yakın olması nedeniyle sürekli deniz kum güneş halinde geçti.
- Mert suyun üzerinde duracak şekilde yüzmeyi öğrendi.
- İpek, kumsaldan denize, denizden kumsala emekleyip durdu. Simidi içinde denize girdiği her an mest oldu.
- Okula ara veren ve sürekli benimle ve İpek'le zaman geçiren Mert'te kardeşine bağlılık arttı (bence:)), İpek'in ise ağabeyine olan hayranlığı arttı.
- Her sabah simitli kahvaltı keyfi yaptık.
- Kerem'in olmadığı günlerde iki çocukla beni en zorlayan kısım, neredeyse güneş batarken denizden çıkıp hepimizin duş almasını sağlamak oldu.
- Çocuklar hariç beni en zorlayan konu ise sezonluk/ aylık / haftalık hatta günlük kiraya verilen evlerin temizliğinin maalesef minimumda bile olmaması oldu. Bu konuda daha önceki seneden hazırlıklı gitmiştim Erikli'ye ama İpek'in emekleme/ sıralama döneminde olması benim biraz daha hassas olmama neden oldu sanırım.
- Denizin güzelliğine methiyelere dizip, insanların çevreye duyarsızlığına ve pisliğe söylenip durdum/k sürekli.
- Ne güzel ki Erikli'de misafirlerimiz oldu, İpek'ciğimizin 1. yaşını kutladık kendi çapımızda kumsalın yanı başında.
- Sonra Kerem'in de doğum gününü kutladık biz bize...
- Benim çocukluğumdaki yazlık hayatını yaşadık sanki... Gündüz kahvaltı, deniz, öğle uykusu, deniz; akşam yemek, yürüyüş, dondurma ve tabii ki Mert'in trambolin sefası...
- Mert, "bir dahaki yaz yine gelelim" dedi tatilin son günlerinde...
- En son gün, Mert, sörf tahtasından denize atlıyordu. Eğlencesine kafayı denize sokup, "daldım ben" diyordu :)
- Mert, bulduğu her tepsi ile sahil esnaflığına soyundu. Kimi zaman simitçi, kimi zaman dondurmacı, kimi zaman ise meyve sebzeci oldu bağıra çağıra... "sıcak simitlerim vaaaaaaaaar,simit ister midinizzzzz?!!!" cümlesi evin demirbaş cümlesiydi mesela...
- Mert, arkadaşlarıyla oynadı, denize girdi, mutlu oldu.
- İpek, hayvanları keşfetti; kedileri, köpekleri gördükçe delirdi.
Kısacası yine bir yazlık hayatı çocukları büyüttü bence... Mutluydular... Ben de koşturmacaları olsa da, bazı günler çok yorulup kendimi külkedisi gibi hissetmiş olsam da huzur buldum... Akşamları ve öğlenleri çocukları uyuttuktan sonra oturduğum balkonda, sabahları erken saatte,akşamları güneş batmadan atladığım soğuk denizde, akşam yürüyüşlerinde ve pek çok anda...
3 Ağustos 2014 Pazar
bu aralar ben...
Bu aralar ben çok şey yapmak istiyorum...
Art arda bir sürü (sırada bekleyen) kitabımı okumak, yazılar yazmak, fotoğraflar çekmek, evi sadeleştirmek, gezmek, bir sürü yeni şey öğrenmek, elimden gelen bir sanat olsun ve bir şeyler üreteyim istiyorum da istiyorum...
Biz çocukken (ve hatta büyüdüğümüzde) annemin kahverengi dolaplı bir dikiş makinesi vardı ve annem orada bayağı bayağı kendi çapında üretim yapardı... Burda dergilerinden modeller çıkarır, keser, biçer, bana, ablama, kendisine kıyafetler dikerdi... Biz büyüdükçe burun kıvırmaya başladık, annem de "giymeyecekseniz emeğime yazık" demeye başladı. Ama o makinede hep bir şeyler üretmeye devam etti.... Hiçbir zaman o makine nasıl kullanılıyor diye merak etmedim, bir gün kullanır mıyım diye aklımın köşesinden bile bir düşünce geçmedi... Kaldı ki kopan düğmeyi dikmek bile benim için sıkıntılı bir mevzu! Ama gel gör ki, yaşla mı bağlantılı, çocukların olmasından mı, iş hayatında olmamamdan mı, Pinterest'te gördüğüm DIY projelerinden mi, hobi edinmeyi sevmekten mi bilmiyorum biraz önce internette dikiş makinesi bakarken buldum kendimi! Geçici bir heves mi, istek mi, keyifli olur mu, sıkılır mıyım bilmiyorum ama sanki şu an evde bir makine olsa deneyeceğim gibi geldi... Farklı desenlerden kumaş parçalarını birleştirip perde yapabilir miyim acaba ya da İpek'e bir elbise ya da salona renk renk yastıklar???
Ama sonra bir kitabı bile bitiremediğim bir dönemdeyken ne çok şey yapmak istiyorum da gerçekçi miyim diye kendimi sorguluyorum! Acaba, İpek'in büyüme atakları, dişleri derken uykuya aç olduğum bu dönemde ayak üstü uyanıkken rüyalarda mı geziniyorum? :)
Art arda bir sürü (sırada bekleyen) kitabımı okumak, yazılar yazmak, fotoğraflar çekmek, evi sadeleştirmek, gezmek, bir sürü yeni şey öğrenmek, elimden gelen bir sanat olsun ve bir şeyler üreteyim istiyorum da istiyorum...
Biz çocukken (ve hatta büyüdüğümüzde) annemin kahverengi dolaplı bir dikiş makinesi vardı ve annem orada bayağı bayağı kendi çapında üretim yapardı... Burda dergilerinden modeller çıkarır, keser, biçer, bana, ablama, kendisine kıyafetler dikerdi... Biz büyüdükçe burun kıvırmaya başladık, annem de "giymeyecekseniz emeğime yazık" demeye başladı. Ama o makinede hep bir şeyler üretmeye devam etti.... Hiçbir zaman o makine nasıl kullanılıyor diye merak etmedim, bir gün kullanır mıyım diye aklımın köşesinden bile bir düşünce geçmedi... Kaldı ki kopan düğmeyi dikmek bile benim için sıkıntılı bir mevzu! Ama gel gör ki, yaşla mı bağlantılı, çocukların olmasından mı, iş hayatında olmamamdan mı, Pinterest'te gördüğüm DIY projelerinden mi, hobi edinmeyi sevmekten mi bilmiyorum biraz önce internette dikiş makinesi bakarken buldum kendimi! Geçici bir heves mi, istek mi, keyifli olur mu, sıkılır mıyım bilmiyorum ama sanki şu an evde bir makine olsa deneyeceğim gibi geldi... Farklı desenlerden kumaş parçalarını birleştirip perde yapabilir miyim acaba ya da İpek'e bir elbise ya da salona renk renk yastıklar???
Ama sonra bir kitabı bile bitiremediğim bir dönemdeyken ne çok şey yapmak istiyorum da gerçekçi miyim diye kendimi sorguluyorum! Acaba, İpek'in büyüme atakları, dişleri derken uykuya aç olduğum bu dönemde ayak üstü uyanıkken rüyalarda mı geziniyorum? :)
21 Temmuz 2014 Pazartesi
sut kokulu bebekten sogan kokulu yataga!!!
Geçen yıl bu saatlerde anne karninda 41. Haftasini doldurmus olan Ipek'in dogumunu bekliyorduk hastane odasinda... ben de muhtemelen sabah ya da oglene dogru dogumu baslayacagini umit eden bir gebe olarak biraz guc toplamak icin uyumaya calisiyordum. Ertesi gun Ipek doğdu ogleden sonra, hikayemiz burada mevcut :)) sonrasinda bir sut kokusu sardi etrafimizi, odamizi, yatagimizi; belki gercek belki de psikolojikti...
Simdi tam 1 yil sonra yine uyumaya çalışıyorum; son 2 gecedir ayyuka cikan Ipek'in "annemin tepesinde uyuyacagim ve butun gece emecegim" istegi ile bas basa!!! 3-4 disi bir arada gelmeye karar veren Ipek, rahatlamayi benim kucagimda buluyor. .. bu uykusuzluga biz de surekli bir cozum bulmaya calisiyoruz; biraz once en aon yatagimizda Ipek'e kuru sogan veriyordum dislerini kasisin diye... sanirim rahatlatti, şu an en azindan dalmış gozukuyor! Ve bana kalan elimde bir sogan kokusu, yatagimda nefes alip verdikçe buram buram sogan kokan bir 1 yas minigi!!!! :)) sanki bir lahmacun salonu edasinda!!
Bu 1 senede kat etigimiz yola bak!! :))
Iyi geceler, tatli ruyalar... simdi oda havalansin diye cami acsam uyanir bu bidik, iyisi mi sogan kokusu esliginde uyumaya calismak! :)
Simdi tam 1 yil sonra yine uyumaya çalışıyorum; son 2 gecedir ayyuka cikan Ipek'in "annemin tepesinde uyuyacagim ve butun gece emecegim" istegi ile bas basa!!! 3-4 disi bir arada gelmeye karar veren Ipek, rahatlamayi benim kucagimda buluyor. .. bu uykusuzluga biz de surekli bir cozum bulmaya calisiyoruz; biraz once en aon yatagimizda Ipek'e kuru sogan veriyordum dislerini kasisin diye... sanirim rahatlatti, şu an en azindan dalmış gozukuyor! Ve bana kalan elimde bir sogan kokusu, yatagimda nefes alip verdikçe buram buram sogan kokan bir 1 yas minigi!!!! :)) sanki bir lahmacun salonu edasinda!!
Bu 1 senede kat etigimiz yola bak!! :))
Iyi geceler, tatli ruyalar... simdi oda havalansin diye cami acsam uyanir bu bidik, iyisi mi sogan kokusu esliginde uyumaya calismak! :)
11 Temmuz 2014 Cuma
İki Çocuk ZOR! (mu acaba?)
Sokakta dolaşıyorum bizim evin minikleriyle, gören hemen "zor! değil mi?" diyor...
Marketteyim İpek slingde, Mert market arabasında akrobasi halinde, hemen bir "zor! değil mi?"
Parktayım, İpek'i sallıyorum, Mert tırmanma duvarında!!! Arkadan bir ses "zor! değil mi?"
"Yazın ev tutacağız, hafta içi çocuklarla ben kalacağım, hafta sonları Kerem gelecek" diyorum, arkadaşlarımdan bir ses: "Zor olmayacak mı? Bak çok yorulacaksın!"
Deniz kenarında İpek kovaya kum doldurup boşaltıyor,biz Mert'le inşaat (!) yapıyoruz, bir teyze geliyor: "Zor! Değil mi?" diyor...
Akşam yürüyüşe çıkıyoruz, İpek pusette, Mert Scooterında dondurmacıya gidiyoruz; arkadan bir fısıltı duyuyorum: "Zor ama!"
Dışarıdayız, Mert tırlatmış, krizlerde, bir şeye tutturmuş belli; İpek'in de eşref saatine denk gelmiş, bas bas ağlıyor! Yandan bir ses: "n'oldu, ay neden ağlıyorsun; yavrum üzme anneni!" "Zor tabii ikisiyle uğraşmak!"
ve daha bir sürü aklıma gelmeyen sahne...
İki çocuk zor mu peki? hayatta her şey zor, yani zor olabilir... Bu bize bağlı... "ah çok zor, vah çok zor" diye hayıflanınca hayatın kolaylaştığını görmedim ben. Ama zor değil demek de kolay olduğu anlamına gelmiyor... Zor değil ama normal olabiliyor bazı şeyler.. O kadar her şeyden şikayet etmeye alışığız ki "Normal"i unuttuk sanki!
İkisiyle yalnız, tabii zorlandığım anlar oluyor ama bu hiç vah vahlandığım bir şey olmadı; "normal" diyorum soranlara da ... Zor diyerek haksızlık etmek istemiyorum, ne kendime, ne yaşamıma ne de çocuklarıma... Ama çoooook kolay diyerek saçma bir Polyanna'cılık da yapmıyorum.... Çünkü gerçekten yorulduğum anlar oluyor, ama ne yaparsak yorulacağız öyle değil mi? Çok sevdiğimiz bir sporu yaparken de, işe gittiğimizde de, çok sevdiğimiz bir yere uçakla seyahat ederken de, çok sevdiğimiz bir yemeği pişirirken de, hiçbir şey yapmamıza gerek olmayıp birilerinin yapmasını organize ederken de... Kısacası yorgunluk her işin içinde var, önemli olan biz nasıl bakıyoruz, biz nasıl yaşıyoruz?
"(Çok) zor değil mi?" diye sorana (ki genellikle ayak üstü tanıştığım kişilerle) "yoo bir şekilde halloluyor, normal" deyince fark ediyorum ki sohbet kesiliyor; tam tersi "zor"u kabullenirsem muhabbet bayağı uzuyor da uzuyor ... Acaba şikayetler dışında pek fazla muhabbet konumuz yok mu diye düşünüyorum... İyi şeyleri, hadi en azından normalleri konuşmak pek rating getirmiyor galiba?
Kültürel bir şey mi bu bilmiyorum ama bizim ülkemizde yaşlılarla sohbet edince çoğunluğun sohbetinin hastalıklar yurt dışındakilerin ise gezme tozma olduğunu fark ediyorum... Tabii bu benim küçük dünyamda gözlemlediğim bir örneklem... Ha bu arada tabii ki ülke koşullarımız, yaşam koşullarımız daha "zor"lu, daha az medeni vs olabilir... Ben bunlardan bağımsız, o an sağlığımız iyiyken, sevdiklerimizle birlikteyken gerçekleştirdiğimiz konuşmalardan bahsediyorum.
Şikayet, ahlanıp vahlanma damarlarımıza işlemiş ve hayattan zevk almamızı engelliyor olabilir aman dikkat diyeyim :) "Çoooook zoooooor!!!! ile Polyanna arasında "normal" diye bir şey olduğunu unutuyor olabilir miyiz acaba?" diyerek de bitireyim...
Sevgilerle :)
Marketteyim İpek slingde, Mert market arabasında akrobasi halinde, hemen bir "zor! değil mi?"
Parktayım, İpek'i sallıyorum, Mert tırmanma duvarında!!! Arkadan bir ses "zor! değil mi?"
"Yazın ev tutacağız, hafta içi çocuklarla ben kalacağım, hafta sonları Kerem gelecek" diyorum, arkadaşlarımdan bir ses: "Zor olmayacak mı? Bak çok yorulacaksın!"
Deniz kenarında İpek kovaya kum doldurup boşaltıyor,biz Mert'le inşaat (!) yapıyoruz, bir teyze geliyor: "Zor! Değil mi?" diyor...
Akşam yürüyüşe çıkıyoruz, İpek pusette, Mert Scooterında dondurmacıya gidiyoruz; arkadan bir fısıltı duyuyorum: "Zor ama!"
Dışarıdayız, Mert tırlatmış, krizlerde, bir şeye tutturmuş belli; İpek'in de eşref saatine denk gelmiş, bas bas ağlıyor! Yandan bir ses: "n'oldu, ay neden ağlıyorsun; yavrum üzme anneni!" "Zor tabii ikisiyle uğraşmak!"
ve daha bir sürü aklıma gelmeyen sahne...
İki çocuk zor mu peki? hayatta her şey zor, yani zor olabilir... Bu bize bağlı... "ah çok zor, vah çok zor" diye hayıflanınca hayatın kolaylaştığını görmedim ben. Ama zor değil demek de kolay olduğu anlamına gelmiyor... Zor değil ama normal olabiliyor bazı şeyler.. O kadar her şeyden şikayet etmeye alışığız ki "Normal"i unuttuk sanki!
İkisiyle yalnız, tabii zorlandığım anlar oluyor ama bu hiç vah vahlandığım bir şey olmadı; "normal" diyorum soranlara da ... Zor diyerek haksızlık etmek istemiyorum, ne kendime, ne yaşamıma ne de çocuklarıma... Ama çoooook kolay diyerek saçma bir Polyanna'cılık da yapmıyorum.... Çünkü gerçekten yorulduğum anlar oluyor, ama ne yaparsak yorulacağız öyle değil mi? Çok sevdiğimiz bir sporu yaparken de, işe gittiğimizde de, çok sevdiğimiz bir yere uçakla seyahat ederken de, çok sevdiğimiz bir yemeği pişirirken de, hiçbir şey yapmamıza gerek olmayıp birilerinin yapmasını organize ederken de... Kısacası yorgunluk her işin içinde var, önemli olan biz nasıl bakıyoruz, biz nasıl yaşıyoruz?
"(Çok) zor değil mi?" diye sorana (ki genellikle ayak üstü tanıştığım kişilerle) "yoo bir şekilde halloluyor, normal" deyince fark ediyorum ki sohbet kesiliyor; tam tersi "zor"u kabullenirsem muhabbet bayağı uzuyor da uzuyor ... Acaba şikayetler dışında pek fazla muhabbet konumuz yok mu diye düşünüyorum... İyi şeyleri, hadi en azından normalleri konuşmak pek rating getirmiyor galiba?
Kültürel bir şey mi bu bilmiyorum ama bizim ülkemizde yaşlılarla sohbet edince çoğunluğun sohbetinin hastalıklar yurt dışındakilerin ise gezme tozma olduğunu fark ediyorum... Tabii bu benim küçük dünyamda gözlemlediğim bir örneklem... Ha bu arada tabii ki ülke koşullarımız, yaşam koşullarımız daha "zor"lu, daha az medeni vs olabilir... Ben bunlardan bağımsız, o an sağlığımız iyiyken, sevdiklerimizle birlikteyken gerçekleştirdiğimiz konuşmalardan bahsediyorum.
Şikayet, ahlanıp vahlanma damarlarımıza işlemiş ve hayattan zevk almamızı engelliyor olabilir aman dikkat diyeyim :) "Çoooook zoooooor!!!! ile Polyanna arasında "normal" diye bir şey olduğunu unutuyor olabilir miyiz acaba?" diyerek de bitireyim...
Sevgilerle :)
9 Temmuz 2014 Çarşamba
yaz tatiline devam: Rodos
Biz bu hafta sonu itibariyle başka bir tatile daha doğrusu yazlık hayatına yelken açmışken Marmaris tatil yazıma Rodos'la devam edeyim... Farkındayım; sürekli bir tatil yazısı yazmak okuyana "amma tatil yaptın kardeşim!" hissi veriyor olabilir ama yine yazayım geçen seneki yazın ortası doğum süreci nedeniyle adam gibi bir tatil yapamadığımızı ve bu sene onun da ivmesiyle iyi bir tarih planı yaptığımızı belirtmeden geçemeyeceğim...
Çocukların ve bizim henüz süreleri dolmamış Schengen vizelerimiz olunca (Schengen vizesi olmayanlar için Yunan adalarına girişte "kapıda vize " uygulaması bulunuyor. Detaylı bilgi burada mevcut.) Marmaris'e giderken pasaportları da çantama attım, iyi ki de atmışım... Marmaris'in merkezinden 1 saatlik bir deniz otobüsü yolculuğu ile Rodos'a geçtik. Biletlerimizi yolculuktan sadece bir gece önce internetten alabilince boş bir deniz otobüsü ile karşılaşacağımızı düşünmüştüm; yanılmışım! Tamamen doluydu! Marmaris'ten Rodos'a biri sabah biri akşam üstü olmak üzere iki sefer yapılıyor; Rodos'tan Marmaris'e de aynı şekilde... Bu arada Marmaris'te limanın bir otoparkı var, günlük ücret karşılığı arabanızı buraya park edip deniz otobüsüne binebiliyorsunuz. Mutlaka ve mutlaka kalkıştan bir saat önce limanda bulunmakta fayda var, yurt dışı çıkış harcını ödemek ve biniş kartını almak için ve en son olarak da pasaport kontrolünde olmak üzere ayrı ayrı sıralarda uzunca beklemek mümkün. Bir de bunun iniş versiyonu var, inişte bebekli ve çocuklu olmamızdan dolayı bize bayağı bir öncelik verildi; verilmese o sıcakta uzunca bir kuyruk beklememiz gerekebilirdi...
Rodos'a gelip, limandan adaya ayak basınca hemen limanın karşısında lokal araç kiralama büroları bulunuyor. Biz onlardan birinden küçük bir aile aracı kiralamak istedik, sezon artık başladığı için araba kalmamış bir günlük idare etmemiz için bir Fiat Doblo verdiler bize, ertesi gün minik arabamıza geçebildik. Fiat Doblo ile kendimizi kah bir küçük esnaf, kah bagajı açıp mangalı çıkarıverecek bir piknikçi gibi hissettik. En süper tarafı İpek'in pusetini kapatmak zorunda kalmadan bagaja koyabilmekti sanırım :) Araç kiralama bürosunun bize önerisi, bir dahaki sefere gelmeden önce araç rezervasyonumuzu mutlaka yaptırmamız yönünde oldu.
Arabamızı da aldıktan sonra ver elini (yine bir gece önce rezervasyonumuzu yaptırdığımız) Hotel Alga. Son dakikaya kalınca Rodos'ta istediğimiz lokasyonda, istediğimiz oteli bulmamız mümkün olamadı. Biz aslında plajları çok güzel olan adanın güney kısmında yer alan Lindos'ta konaklamayı istiyorduk. Daha önce Rodos'a gelmiş arkadaşlarımızın önerileri hep Lindos'ta birleşiyordu. Biz Lindos'ta yer bulamayınca şehir merkezine yakın, Yeni Rodos olarak bilinen yerdeki oteli seçtik. Bütün gün plajları gezeceğimiz ve yemeği sürekli dışarıda yiyeceğimizden dolayı bizim için temiz ve rahat bir otel olması yeterliydi. Otele yerleştik, plaj çantamızı aldık ve önce yemek yemek, sonrasında da denize girmek üzere adanın güneyine doğru yola çıktık. Ancak açlık ağır basınca fazla güneye inmeden bize önerilen plajlardan birisi olan Kalitheas'a saptık. Plaja gelmeden bir ormanlık alanda da bizim yol üstü piknik alanlarına, "kendin pişir kendin ye" tarzı yerlere benzeyen bahçeli restoranlardan birine oturduk. Ben bir Greek Salata ve Pirzola siparişi verdim. Pirzola tabağı evde yapsam tüm aileye yetecek kadar dolu geldi. O sırada Mert de uyuyor olduğundan biraz İpek'le paylaştım, geri kalanını da sabah kahvaltı edememiş olan mideme bayram niyetine sundum. (aşağıdaki resimleri de yemek bitmeye yakın fotoğraf çekmek aklıma gelince çektim)
Yemekten sonra plaja gitmek üzere az bir yol daha devam ettik ve Kalitheas Plajı'na geldik. Plaj uzun bir şeride yayılmış ve plajın en sonunda bir baby beach bulunuyor: kumlu, sığ alanı bol olan yeşilli mavili denize sahip bir plaj burası ve biz burada Rodos'ta ilk deniz deneyimimizi yaşadık. Akşama doğru plajdan ayrılırken ilk dikkatimi çeken plajın tertemiz hali oldu! sanki hiç kimse plajdan denize girmemiş gibi tertemizdi! Akşam ne yesek, nerede yesek derken geç saatte plajdan çıkınca otele varmamız da geç olunca banyo sırasıydı, İpek'i uyutmaktı, Mert'in yorgunluğuydu derken erkenden hepimiz uyuduk.
Rodos'ta 2. günümüzde istikamet adanın güneyindeki Lindos oldu. Lindos yokuşu bol, taşlık bir alan... Minik arabamızla denize en yakın otoparka indik, inerken de bu minicik arabayla acaba dönüşte bu yokuşu çıkar mıyız diye düşündük... Dönüşte araba tık bile demedi o dik yokuşları gayet rahat çıkıverdi. Lindos'un denizi ve tamamen tesadüfen tercih ettiğimiz plajı çocukla ve bebekle çok rahat edilebilecek plajlardan bir tanesi. Tamamen kum... Mert de İpek de denize girdi çıktı, kumlarla bol bol oynadı... Günün arasında plajın hemen arkasındaki restoranda güzel bir yemek yedik... Günün sonunda yine plajı en geç terk edenler bizdik sanırım... Lindos'tan Rodos'a 1 saate yakın bir yol gitmek gerekiyor. Çok şanslıydık ki bu bir saatlik yolun hem gidişinde hem dönüşünde İpek uyudu arabada...
Bir önceki günkü erken uykunun aksine 2. gün kendimizi Yeni Rodos yollarına attık, bol rüzgarlı bir gecede... "Rodos'a gidince mutlaka TAMAM'da yemek yiyin" demişti bir arkadaşımız, otele de yakın olunca biz burayı es geçmek istedik. Hatta pek tarzımız olmamakla birlikte 1 saatten biraz fazlaca bir süre restorana girmek için sıra bekledik! Hatta beklerken İpek, sıra bize gelip de restorana girdiğimizde Mert uyudular... Tamam'daki yemek de iki uyuyan bıdık eşliğinde baş başa bir yemek oldu... "İyi ki gittik" hatta "tekrar Rodos'a gelme nedeni olabilecek kadar güzel" dediğimiz bir yer oldu bizim için TAMAM. Ben öyle uzun uzadıya gurmevari bir yazı yazamam, o incelikleri de bilemem ama yediğim yemeklerin her birinin ayrı ayrı çok leziz olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bir aile işletmesi olan sanırım 15 masası olan TAMAM daha önce Vedat Milor tarafından yazılmış. Ben balık, Kerem de kuzu eti yedi ana yemek olarak; ikisi de ayrı ayrı çok lezzetliydi... Rodos'ta her gün öğle ve akşam yemeklerinde Greek Salata yedik mutlaka ama buradaki bir başka tat bıraktı damağımızda...ve yemeklerin aralarında servis edilen ikramlar... Bütün bu ikramlara ve yediğimiz leziz yemeklere rağmen akşamın sonunda gelen oldukça ekonomik olan hesap çok şaşırtıcı oldu bizim için.. Kısacası biz TAMAM'ı sevdik, TAMAM'daki aile ruhunu ve sohbeti sevdik...
Rodos'taki son günümüzde de yine adanın güneyine doğru gitmek istedik. Lindos kadar aşağıya inmedik ama yine çok tavsiye edilen plajlardan biri olan Anthony Quinn Koyu'na gittik. Anthony Quinn, "The Guns of Navarone in Rhodes" filminin çekildiği Rodos'tan kendne ait, izole bir plaj almak istemiş ve bu koyu satın almış. Denizi süper olan bir koy burası da ancak kayalıklı ve plajı da taş/ kayalık olduğu için bize pek uygun gelmedi ve hemen bu koyun ön yüzünde olan bir diğer plaja gittik. Kumu hafif çakıllı olan denizi soğuk ama gayet güzel olan bu plajı çok çok sevdik ve Rodos'tan döneceğimiz saate kadar burada zaman geçirdik. Ardından Rodos'un merkezinde bir öğlen yemeği ve tabii ki bir dondurma molası ve arabamızı teslim noktasına bırakmamızın ardından deniz otobüsümüze yetişme telaşımızla Rodos maceramız sona erdi.
Rodos ile ilgili şunları hatırlatmakta fayda var:
- Rodos'ta Türkiye'deki gibi her yerde kredi kartı ile ödeme yapabileceğinizi düşünmeyin. Mutlaka yanınızda nakit Euro bulundurun. Gittiğimiz restoranların neredeyse çoğunda kredi kartı geçmiyordu, e plajlarda şezlong ve şemsiye kiralayacaksanız zaten nakit ödemek zorundasınız.
- ATM'lerden para çekerim diyorsanız merkezi yerlerde ATM bulduğunuzda mutlaka ihtiyacınız olan parayı çekin; plajlar çevresinde ATM bulmak pek mümkün olmayabilir.
- Araba kiralayacaksanız yüksek sezonda arabasız kalmamak için önceden internetten rezervasyon yapmakta fayda var.
Rodos'la ilgili kendime notlarım:
- Buraya tekrar gelinebilir. Biz biri bebek biri çocuk iki bıdıkla yolculuk yaptığımız için her saat bir plaj şeklinde dolaş(a)madık. Ya da Rodos'un içindeki eski şehirde uzun bir yürüyüş yapamadık. Yani yapılacak/ gidilecek yerler konusunda normalde azimli olan Zeynep'ten farklı bir kişilik sergiledim. Aile sağlığımız için de çok iyi oldu:) Sakin ve bir yerlere yetişme telaşı olmayan bir Zeynep hepimize iyi geldi sanırım. Hepimiz sevdik Rodos'u, Mert bile dönüşte "Anne, Yunanistan'a tekrar gelelim!" dedi... Tabii bunda yediği kocaman porsiyon dondurmaların da etkisi büyük!
- Bir daha gelirsem yine TAMAM'da bir akşam yemeği yemek sözüm olsun. Çok çok sevdim işte... Bu arada belirteyim rezervasyonla çalışmıyorlar, yani kalabalıksa sıra beklemekten başka yol yok.
Son not:
İki ülke de Ege'ye bakıyor, iklimi benzer, ha oradasın ha burada pek bir fark yok diyorsanız... Belki kısmen haklısınız ama benim için iki ülke arasında çok büyük bir fark var: akşam üstü insanlar çekildikten sonra geri kalan plajlar iki ülkenin, iki kültürün farkını tüm netliği ile ortaya çıkıyor! Temizlik, çevre ve saygı... Maalesef bizim içinde yaşadığımız kültür çevreye, doğaya saygı duymayı bilen bir kültür değil, yiyelim, içelim, atalım, saçalım bizimkisi...Nasıl olsa bizim evimiz değil!!! Rodos'ta (ki bu sadece Rodos'ta değil, daha önce gittiğim başka ülkelerde de) insanlar plajlardan çekildiğinde plajlarda o gün insan var mıydı yok muydu pek anlamak mümkün olmuyor, işte fark burada!
Rodos sonrası gittiğimiz (Gökova Körfezi'ndeki) Akyaka'da da sürekli bunu söyleyip durdum... Muhteşem bir doğa, güzel bir deniz, harika bir iklim ama gün içinde plajda eline gelen, ayağına takılan sigara izmaritleri, pet şişe kapakları, hatta kırık camlar! Günün sonunda ise durum daha da vahim!!!
Çocukların ve bizim henüz süreleri dolmamış Schengen vizelerimiz olunca (Schengen vizesi olmayanlar için Yunan adalarına girişte "kapıda vize " uygulaması bulunuyor. Detaylı bilgi burada mevcut.) Marmaris'e giderken pasaportları da çantama attım, iyi ki de atmışım... Marmaris'in merkezinden 1 saatlik bir deniz otobüsü yolculuğu ile Rodos'a geçtik. Biletlerimizi yolculuktan sadece bir gece önce internetten alabilince boş bir deniz otobüsü ile karşılaşacağımızı düşünmüştüm; yanılmışım! Tamamen doluydu! Marmaris'ten Rodos'a biri sabah biri akşam üstü olmak üzere iki sefer yapılıyor; Rodos'tan Marmaris'e de aynı şekilde... Bu arada Marmaris'te limanın bir otoparkı var, günlük ücret karşılığı arabanızı buraya park edip deniz otobüsüne binebiliyorsunuz. Mutlaka ve mutlaka kalkıştan bir saat önce limanda bulunmakta fayda var, yurt dışı çıkış harcını ödemek ve biniş kartını almak için ve en son olarak da pasaport kontrolünde olmak üzere ayrı ayrı sıralarda uzunca beklemek mümkün. Bir de bunun iniş versiyonu var, inişte bebekli ve çocuklu olmamızdan dolayı bize bayağı bir öncelik verildi; verilmese o sıcakta uzunca bir kuyruk beklememiz gerekebilirdi...
Rodos'a gelip, limandan adaya ayak basınca hemen limanın karşısında lokal araç kiralama büroları bulunuyor. Biz onlardan birinden küçük bir aile aracı kiralamak istedik, sezon artık başladığı için araba kalmamış bir günlük idare etmemiz için bir Fiat Doblo verdiler bize, ertesi gün minik arabamıza geçebildik. Fiat Doblo ile kendimizi kah bir küçük esnaf, kah bagajı açıp mangalı çıkarıverecek bir piknikçi gibi hissettik. En süper tarafı İpek'in pusetini kapatmak zorunda kalmadan bagaja koyabilmekti sanırım :) Araç kiralama bürosunun bize önerisi, bir dahaki sefere gelmeden önce araç rezervasyonumuzu mutlaka yaptırmamız yönünde oldu.
Arabamızı da aldıktan sonra ver elini (yine bir gece önce rezervasyonumuzu yaptırdığımız) Hotel Alga. Son dakikaya kalınca Rodos'ta istediğimiz lokasyonda, istediğimiz oteli bulmamız mümkün olamadı. Biz aslında plajları çok güzel olan adanın güney kısmında yer alan Lindos'ta konaklamayı istiyorduk. Daha önce Rodos'a gelmiş arkadaşlarımızın önerileri hep Lindos'ta birleşiyordu. Biz Lindos'ta yer bulamayınca şehir merkezine yakın, Yeni Rodos olarak bilinen yerdeki oteli seçtik. Bütün gün plajları gezeceğimiz ve yemeği sürekli dışarıda yiyeceğimizden dolayı bizim için temiz ve rahat bir otel olması yeterliydi. Otele yerleştik, plaj çantamızı aldık ve önce yemek yemek, sonrasında da denize girmek üzere adanın güneyine doğru yola çıktık. Ancak açlık ağır basınca fazla güneye inmeden bize önerilen plajlardan birisi olan Kalitheas'a saptık. Plaja gelmeden bir ormanlık alanda da bizim yol üstü piknik alanlarına, "kendin pişir kendin ye" tarzı yerlere benzeyen bahçeli restoranlardan birine oturduk. Ben bir Greek Salata ve Pirzola siparişi verdim. Pirzola tabağı evde yapsam tüm aileye yetecek kadar dolu geldi. O sırada Mert de uyuyor olduğundan biraz İpek'le paylaştım, geri kalanını da sabah kahvaltı edememiş olan mideme bayram niyetine sundum. (aşağıdaki resimleri de yemek bitmeye yakın fotoğraf çekmek aklıma gelince çektim)
Yemekten sonra plaja gitmek üzere az bir yol daha devam ettik ve Kalitheas Plajı'na geldik. Plaj uzun bir şeride yayılmış ve plajın en sonunda bir baby beach bulunuyor: kumlu, sığ alanı bol olan yeşilli mavili denize sahip bir plaj burası ve biz burada Rodos'ta ilk deniz deneyimimizi yaşadık. Akşama doğru plajdan ayrılırken ilk dikkatimi çeken plajın tertemiz hali oldu! sanki hiç kimse plajdan denize girmemiş gibi tertemizdi! Akşam ne yesek, nerede yesek derken geç saatte plajdan çıkınca otele varmamız da geç olunca banyo sırasıydı, İpek'i uyutmaktı, Mert'in yorgunluğuydu derken erkenden hepimiz uyuduk.
Rodos'ta 2. günümüzde istikamet adanın güneyindeki Lindos oldu. Lindos yokuşu bol, taşlık bir alan... Minik arabamızla denize en yakın otoparka indik, inerken de bu minicik arabayla acaba dönüşte bu yokuşu çıkar mıyız diye düşündük... Dönüşte araba tık bile demedi o dik yokuşları gayet rahat çıkıverdi. Lindos'un denizi ve tamamen tesadüfen tercih ettiğimiz plajı çocukla ve bebekle çok rahat edilebilecek plajlardan bir tanesi. Tamamen kum... Mert de İpek de denize girdi çıktı, kumlarla bol bol oynadı... Günün arasında plajın hemen arkasındaki restoranda güzel bir yemek yedik... Günün sonunda yine plajı en geç terk edenler bizdik sanırım... Lindos'tan Rodos'a 1 saate yakın bir yol gitmek gerekiyor. Çok şanslıydık ki bu bir saatlik yolun hem gidişinde hem dönüşünde İpek uyudu arabada...
Bir önceki günkü erken uykunun aksine 2. gün kendimizi Yeni Rodos yollarına attık, bol rüzgarlı bir gecede... "Rodos'a gidince mutlaka TAMAM'da yemek yiyin" demişti bir arkadaşımız, otele de yakın olunca biz burayı es geçmek istedik. Hatta pek tarzımız olmamakla birlikte 1 saatten biraz fazlaca bir süre restorana girmek için sıra bekledik! Hatta beklerken İpek, sıra bize gelip de restorana girdiğimizde Mert uyudular... Tamam'daki yemek de iki uyuyan bıdık eşliğinde baş başa bir yemek oldu... "İyi ki gittik" hatta "tekrar Rodos'a gelme nedeni olabilecek kadar güzel" dediğimiz bir yer oldu bizim için TAMAM. Ben öyle uzun uzadıya gurmevari bir yazı yazamam, o incelikleri de bilemem ama yediğim yemeklerin her birinin ayrı ayrı çok leziz olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bir aile işletmesi olan sanırım 15 masası olan TAMAM daha önce Vedat Milor tarafından yazılmış. Ben balık, Kerem de kuzu eti yedi ana yemek olarak; ikisi de ayrı ayrı çok lezzetliydi... Rodos'ta her gün öğle ve akşam yemeklerinde Greek Salata yedik mutlaka ama buradaki bir başka tat bıraktı damağımızda...ve yemeklerin aralarında servis edilen ikramlar... Bütün bu ikramlara ve yediğimiz leziz yemeklere rağmen akşamın sonunda gelen oldukça ekonomik olan hesap çok şaşırtıcı oldu bizim için.. Kısacası biz TAMAM'ı sevdik, TAMAM'daki aile ruhunu ve sohbeti sevdik...
Rodos'taki son günümüzde de yine adanın güneyine doğru gitmek istedik. Lindos kadar aşağıya inmedik ama yine çok tavsiye edilen plajlardan biri olan Anthony Quinn Koyu'na gittik. Anthony Quinn, "The Guns of Navarone in Rhodes" filminin çekildiği Rodos'tan kendne ait, izole bir plaj almak istemiş ve bu koyu satın almış. Denizi süper olan bir koy burası da ancak kayalıklı ve plajı da taş/ kayalık olduğu için bize pek uygun gelmedi ve hemen bu koyun ön yüzünde olan bir diğer plaja gittik. Kumu hafif çakıllı olan denizi soğuk ama gayet güzel olan bu plajı çok çok sevdik ve Rodos'tan döneceğimiz saate kadar burada zaman geçirdik. Ardından Rodos'un merkezinde bir öğlen yemeği ve tabii ki bir dondurma molası ve arabamızı teslim noktasına bırakmamızın ardından deniz otobüsümüze yetişme telaşımızla Rodos maceramız sona erdi.
Rodos ile ilgili şunları hatırlatmakta fayda var:
- Rodos'ta Türkiye'deki gibi her yerde kredi kartı ile ödeme yapabileceğinizi düşünmeyin. Mutlaka yanınızda nakit Euro bulundurun. Gittiğimiz restoranların neredeyse çoğunda kredi kartı geçmiyordu, e plajlarda şezlong ve şemsiye kiralayacaksanız zaten nakit ödemek zorundasınız.
- ATM'lerden para çekerim diyorsanız merkezi yerlerde ATM bulduğunuzda mutlaka ihtiyacınız olan parayı çekin; plajlar çevresinde ATM bulmak pek mümkün olmayabilir.
- Araba kiralayacaksanız yüksek sezonda arabasız kalmamak için önceden internetten rezervasyon yapmakta fayda var.
Rodos'la ilgili kendime notlarım:
- Buraya tekrar gelinebilir. Biz biri bebek biri çocuk iki bıdıkla yolculuk yaptığımız için her saat bir plaj şeklinde dolaş(a)madık. Ya da Rodos'un içindeki eski şehirde uzun bir yürüyüş yapamadık. Yani yapılacak/ gidilecek yerler konusunda normalde azimli olan Zeynep'ten farklı bir kişilik sergiledim. Aile sağlığımız için de çok iyi oldu:) Sakin ve bir yerlere yetişme telaşı olmayan bir Zeynep hepimize iyi geldi sanırım. Hepimiz sevdik Rodos'u, Mert bile dönüşte "Anne, Yunanistan'a tekrar gelelim!" dedi... Tabii bunda yediği kocaman porsiyon dondurmaların da etkisi büyük!
- Bir daha gelirsem yine TAMAM'da bir akşam yemeği yemek sözüm olsun. Çok çok sevdim işte... Bu arada belirteyim rezervasyonla çalışmıyorlar, yani kalabalıksa sıra beklemekten başka yol yok.
Son not:
İki ülke de Ege'ye bakıyor, iklimi benzer, ha oradasın ha burada pek bir fark yok diyorsanız... Belki kısmen haklısınız ama benim için iki ülke arasında çok büyük bir fark var: akşam üstü insanlar çekildikten sonra geri kalan plajlar iki ülkenin, iki kültürün farkını tüm netliği ile ortaya çıkıyor! Temizlik, çevre ve saygı... Maalesef bizim içinde yaşadığımız kültür çevreye, doğaya saygı duymayı bilen bir kültür değil, yiyelim, içelim, atalım, saçalım bizimkisi...Nasıl olsa bizim evimiz değil!!! Rodos'ta (ki bu sadece Rodos'ta değil, daha önce gittiğim başka ülkelerde de) insanlar plajlardan çekildiğinde plajlarda o gün insan var mıydı yok muydu pek anlamak mümkün olmuyor, işte fark burada!
Rodos sonrası gittiğimiz (Gökova Körfezi'ndeki) Akyaka'da da sürekli bunu söyleyip durdum... Muhteşem bir doğa, güzel bir deniz, harika bir iklim ama gün içinde plajda eline gelen, ayağına takılan sigara izmaritleri, pet şişe kapakları, hatta kırık camlar! Günün sonunda ise durum daha da vahim!!!
ve maalesef Akyaka Plajı gün sonu :( |
Etiketler:
2 çocuklu hayat,
çocuklu hayat,
gezi,
tatil,
yaz tatili,
yurtdışı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)