24 Haziran 2013 Pazartesi

hastane çantasını hazırlarken


Evet gerçekler yavaş yavaş yaklaşırken ben de hastane çantasını yavaş yavaş hazırlamaya başladım... Ben kendimce şöyle bir çanta hazırlıyorum, belki ileride ihtiyacı olup bakanlara da bir yardımım dokunmuş olur... Bu arada "Zeynep, yazmamışsın ama şunu da unutma sakın" diyen olursa lütfen eklesin yorumlara... Burçlara çok itibar etmeyen ama dün okuduğu bir yazı sonrası "evet tipik bir Oğlak burcu annesiymişim" diyen biri olarak listeler, listeler ve listeler.. Artık sıkıcılıklarım, planlarım ve listelerime de bir kisve buldum ya benden rahatı yok: n'apalım Oğlak burcu böyle diyip sıyrılacağım işin içinden:)))

Gelelim listeye:

ANNE İÇİN:
- Gecelik/ pijama
- Terlik
- Hastaneden çıkarken giymek üzere kıyafet
- Çorap (Mert'in doğumu öncesi ve sonrası ayaklarımbuz kesmişti; hoş o tarihte havaların pek sıcak olduğu da söylenemez ama tedbirli olmakta fayda var) ve çamaşır
- saç fırçası/ tarak
- makyaj malzemeleri (bilenler bilir benim konuyla pek alakam yok ama olmazsa olmaz diyenler olabilir)
- Diş macunu & diş fırçası ve diğer hijyenik ihtiyaçlar
- Kırmızı taç/ toka
- Kamera / Fotoğraf makinesi (şarj aletleri, gerekliyse boş cd vs gibi gerekli ekipmanları da unutmamak gerek)
- Cep telefonu şarjı
- (bu benim çantaya özel olabilir,hangi arkadaşım duyduysa "deli misin?" dedi) mini photo printer- hastaneye gelenlerle çekilen fotoğrafları basıp kendilerine vermek için- özellikle fotoğrafı dijitalde tutmaya alışık olmayan ve mutlaka ellerinde olmasını isteyen aile büyükleri için :)))
- varsa ikram edilecek çikolata, şeker ve türevleri ile kullanılacaksa süslemeler
- hatıra defteri

BEBEK İÇİN:
- Hastane çıkışında giyebileceği kıyafet (body, tulum, çorap, eldiven, bere vs)
- Ana kucağı

REFAKATTEKİ BABA VE (varsa) AĞABEY / ABLA İÇİN:
- Pijama ve yedek kıyafet
- oyuncak (boyalar, oyun hamuru, birkaç oyuncak araba vs..)




36. hafta doktor kontrolü ve 37. haftayı tamamlarken

Yaklaşık 40 haftalık (+/-2 hafta) hamilelik sürecinde 37. haftayı tamamladık... Tamamladık diyorum,çünkü bu süreci ben, Kerem, Mert ve İpek bebek birlikte sürüyoruz tüm keyifli anlarıyla, yorgunluklarıyla,krizleriyle ve hayat akışı ile...

Yerli/yabancı tüm kaynaklarda 37. haftanın tamamlanması ile artık erken doğum sürecinin bittiği ya da bir başka deyişle bu tarihten itibaren doğacak bebeğin normal zamanı içinde doğmuş olarak kabul edildiği yazıyor. Tabii bebeğin büyümesi halen devam ediyor(muş). Bu günü tamamlayarak ben psikolojik olarak rahatladım açıkçası; nedense 32-33. haftadan sonra sanırım sıcakların da etkisi, benim büyümem ve hareketlerimin zaman zaman kısıtlanması ve bu kısıtlanmadan evde zaten bir çocuk var olduğu için hiç hoşlanmamam nedeniyle erken doğuracakmışım hissi çok ağır basıyordu. Hatta geçen haftaki 36. hafta doktor kontrolümün ardından doktorum "seni 2 hafta sonra göreyim." diyince "e demek ki erken doğuracağıma dair bir ibare yok!" dedim kendi kendime... Zaten NST'ye (anne adayının karnına bağlanan ve bebeğin hareketlerini,kalp atışlarını, kasılmalarını kaydeden alet) bağlandığımda da içeridekinin çıkmaya hevesli bir modda olmadığını farkettik. 36 hafta boyunca kendinden görüntü vermekten kaçınan minik bebeğimiz bu hafta da yine yüzünü saklayarak bize pek fazla bir görüntü vermedi... 

37. haftanın sonlanması itibariyle 1çocuklu1gebenin dünyasında neler var? Tabii öncelikli olarak yapılacak işler listeleriyle dolaşıyorum; mesela:

- hastane çantamızı hazırlıyorum- İpek'e (inşallah her şey yolunda giderse) hastaneden çıkışında gerekli olacak giysileri ve bana hastanede gerekli olacak eşyaları ve tabii ki odamızı süslemek üzere gerekli olacak malzemeleri bavula koydum. Mert'e ve Kerem'e gerekli olabilecek eşyaları da koydum mu bavul arabanın bagajındaki yerini almaya hazır olacak. Mert'e eşya dedim,çünkü Kerem'le hastane sürecinde Mert'in de yanımızda olmasına karar verdik. Bakalım zorluğu mu kolaylığı mı ağır basacak ama biz hep birlikte hastanede olalım istiyoruz... Bu konuda yaşayacağımız tecrübeleri doğum sonrası buradan aktarırım umuyorum:))

- Doğuma kadar bitirmek istediğim kitaplarım var onları bitirmeye çalışıyorum: kimisi doğumla ilgili, kimisi kardeşlikle,kimisi de 3 yaş ve civarı krizleriyle:))) Bu kitaplardan da özellikle bloga yazmak istediğim notlar var, artık onları da uygun bir zamanda yazmaya çalışacağım. biri 0, diğeri 3.5 yaşında iki çocuk için bir anda kitap çeşitliliğim arttı... İşin kötü tarafı Mert'in bebekliğini unuttuğumu düşünerek yenidoğanlarla ilgili bir şeyler de okumam gerektiğini düşünüyorum ama sanırım ona zaman yok:))) Artık onları yaşadıkça okuyacağım ve hatırlayacağım; ya da daha iyisi okumama gerek kalmadan yaşadıkça hatırlayacağım.

- 37. hafta ve Haziran ayının ortası ile birlikte; yani benim büyümem ve sıcakların artması ile birlikte gece uykularım oldukça kesintili bir şekle girdi. Sürekli olarak "Eylül'de doğum yapacaklara kolay gelsin" diyerek dolaşıyorum. Bütün yazı hamileliğin son dönemiyle geçirecekleri için onlarla ciddi bir empati içindeyim:))) Bir de tansiyon hastası olan, ya da ayakları sürekli ödemli dolaşan teyzeleri anıyorum ve onlar için de kolaylıklar diliyorum... Mert'e hamileyken aldığım kilo ile başabaş gidiyor gibiyim;şimdiye kadar 13.5 kilo aldım ama sanki 25 kilo almışım gibi hissediyorum... Bu nedenle kısa zamanda yoğun kilo alımı yaşayanları da sıklıkla anıyorum. Kısacası bu dönemde empatim inanılmaz yüksek boyutta dolaşıyorum... Haaa hala Mert'i kucağıma alıyor muyum, hayatı normal akışında yaşamaya çalışıyor muyum, hala hızlı hareket ediyor muyum??? evet, evet, evet... Tabii sonra bir anda ne olduğumu anlamadan "dur ben bi' oturayım, ben bi' uyuyayım, ben bi' dinleneyim" modu açılıveriyor. İçimdeki "sonuçta hamileyim, hasta değil; hiçbir şey bunları yapmama engel değil" düşüncesi ile vücudumun arada verdiği "yeteeeeer!" sinyali kapışıveriyor... Bu kapışma arasında da zaman geçip gidiyor işte...

- Tabii bir de bu dönemin psikolojik çeşitliliği var anlatmak gereken... Kaygı seviyesi, merak seviyesi bu ara tavan yapmış durumda bende... Bebek sağlıklı olacak mı, doğumum iyi geçecek mi, doğum sonrası ev hayatımız nasıl olacak, Mert nasıl tepki verecek yeni hayatına, iki çocuklu hayatta anne babalık nasıl olacak, iki çocukta adaletli olmak zor olacak mı, gibi gibi gibi bin tane soru geliyor kafama... Kimine "bu dünyadaki ne ilk, ne son ne de tek iki çocuklu ev bizim evimiz olacak" diyerek kolayca cevap bulup geçebilirken kiminde "acaba"lar ile  takılı kalabiliyorum... Neyse okuduğum pek çok yazıya göre bu kaygılar da normal:))) Mert'e hamileyken bilinçli olarak doğum süreci ile ilgili kimseden hikaye dinlememeye çalışmış ve doğum hakkında detaylı yazılar okumamıştım; ama bu süreçte zaten daha önce doğum yapmam nedeniyle tüm sürece hakimim, ayrıca sanırım bu sefer etrafımda çok fazla bebekli insan var ve birçok hikayeye (neyseki çoğu pozitif doğum öyküsü:)) maruz kalıyor, pek çok şey okuyorum... Belki de tüm bunlardan dolayı en basitinden Mert'e hamileyken hiç hissetmediğim ya da anlamadığım yalancı doğum sancıları/ Braxton Hicks sancılarını son 2-3 haftadır çok net hissettiğimi düşünüyorum.

- Son olarak ara ara doğumun başlayacağı zamana ilişkin planlar yapıyoruz... Gece, sabaha karşı, gün içinde ya da akşam saati olması; Mert'in uykuda, okulda ya da uyanık ve bizimle olduğu saatlerden hangisine denk gelmesi durumunda nasıl ilerleyeceğimiz,kimi/kimleri arayacağımız vs vs gibi çeşitli planlarımız var mesela... Ama çok iyi biliyorum ki ne kadar çok plan olursa olsun bu doğum denilen şey hiç düşünmediğimiz ve planlamadığımız bir şekilde olabilir ve biz planlar yaparak sadece doğum öncesi süreçte kendimizi rahatlatmaya çalışıyoruz...

7 Haziran 2013 Cuma

İstanbul'da çocukla gezme kültürü alışveriş merkezi dolaşmak olmasın... #AVMleriboykotediyoruz

Geçen haftasonu Gezi Parkı'nda olaylar ciddi boyutta devam ederken, ben parka gidememenin bünyemde yarattığı rahatsızlıkla kendimce evden twitter üzerinde sağlıklı paylaşımlar yapmaya çalışarak ve televizyonların sessizliğinde en azından bizim sokaktaki sosyal medya bağlantısı olmayanlarda farkındalık yaratmak amacıyla kocaman bir kağıda "Diren Gezi Parkı" yazıp salonun camına astım. Hatta ben bu yazıyı astıktan 2 saat kadar karşı apartmanda bir pencerede daha bu yazıyı görünce çocukça sevindim bile...

Yazıyı hazırlarken tabii ki Mert de sordu... Ne yapıyordum, ne yazıyordum, o da bir şeyler yazabilir miydi vs vs... Ben de çok kısaca ona şehrin tam merkezinde bir park olduğunu ve onun yıkılıp yerine bir alışveriş merkezi yapılmasının istendiğini söyledim. Ama parkın yıkılmasını istemeyen insanların biraraya gelip parkın yıkılmasını istemediklerini söylediklerini ben de parka şu anda gidemeyeceğim için böyle bir yazı hazırladığımı söyledim birkaç cümle ile... Sonra çok fazla bir şey sormadı. Onun büyük resim defterinden 3 sayfa koparıp birbirine yapıştırıp pencereye asacağım yazıyı hazırlarken o da beni taklit etti kendince: defterinden bir sayfa çıkarıp kendince bir şeyler yazdı çizdi...

Neredeyse 1 haftadır pencerede yazımız asılı; o arada sadece eve gelenlere yazıyı park için astığımızı söyledi, daha da fazla bir şey sormadı/ söylemedi....

Bu akşam yurtdışından dün gelen eşimle 1 haftadır olanların detaylarını konuşurken parktan konuştuğumuzu farkeden Mert merakla "anne parka ne oldu?" diye sordu. Ben yine kısaca parkın yıkılmak istendiğini ama İstanbul gibi büyük ve kalabalık bir şehirde çok az park alanımız olduğu için parkın yıkılmasını istemeyen çok fazla insanın olduğunu ve onların parkta bulunarak parkın yıkılmasına izin vermek istemediklerini, şarkılar söylediklerini, hep birlikte yemekler yediklerini söyledim. "Hep mi oradalar?" diye sordu, ben de çok doğal "eveeeeet sürekli oradalar" dedim. "Peki gece ne yapıyorlar?" dedi. Ben de gece de orada olduklarını hatta bir kısmının çadır kurup parktaki çadırlarda uyuduğunu söyledim. Mert'in bir anda gözleri parladı ve "anne orada kaydırak var mı?" diye sordu, ardından da çok büyük bir merak ve şevkle "anne ne zaman biz de gideceğiz?" dedi... Valla o an
hemen onu alıp hemen parka gitmek istedim:)))

Ezelden beri çocuğuyla sürekli alışveriş merkezi gezen bir anne olmadım... Birinci sebebi buraların hastalık yuvası olduğuna inanmam, ikincisi ise alışveriş merkezlerinden çıkınca kendimi inanılmaz yorgun hissetmem... Hep kendimce alacağın bir şey varsa çık caddeden, Kadıköy'den al; çocuğunu gezdireceksen de Özgürlük Parkı'na / Göztepe Parkı'na git, sahile çık dedim. Bundan sonra bunu daha da
inanarak söyleyeceğim ve uygulayacağım sanırım... 35 haftası dolmak üzere olan 1çocuklu1gebe olarak Gezi Parkı'na gidip Gezi Parkı'nın direnişine bilfiil katılamadım ama kendi çapımda alışveriş merkezi çılgınlığının "her mahallede bir tane" kıvamına gelmemesi için kendimce böyle bir direniş buldum...



31 Mayıs 2013 Cuma

anne karnındaki kızıma ve 3 yaşındaki oğluma mektup

Bugün 31 Mayıs 2013... Babanızla "çıkmaya başladığımız" 31 Mayıs 1999 tarihinden tam 14 yıl sonra... 31 Mayıs'ın bizim kişisel tarihimizde değeri ve önemi çok büyük; ama bugün itibariyle doğduğumuz ve yaşadığımız ülke için de unutulmayacak bir tarih oluyor... Bugünden bir 14 yıl sonra neler yaşıyor,neler konuşuyor oluruz bilemiyorum ama hala ümit etmek istiyorum- sizlerle birlikte sağlıkla, keyifle, insanca, yaşayabileceğimiz,düşündüklerimizi açıkça konuşabileceğimiz, inançlarımızı inandığımız şekilde yaşayabileceğimiz, doğayla içiçe olabildiğimiz, evimizin yanındaki parkın hala yaşadığı, sahilimizde hala yürüyüş yapabildiğimiz, gidebilecek ormanlarımızın olduğu doğduğumuz, büyüdüğümüz yerde yaşayabilmeyi ümit ediyorum...

Bugün, içinde bulunduğumuz ortamda benim aklımın almakta zorlandığı şeyler yaşıyoruz: konu bu kez din değil, etnik köken değil, ideoloji ya da siyasi görüş değil; sadece bu şehirde yaşayan insanlar şehirlerine sahip çıkmaya, tercihlerinin, sayısı neredeyse yüzlerce olacak alışveriş merkezinden yana değil; parklardan yana olduğunu anlatmaya, seslerini duyurmaya çalışıyor... Ama şehrin orta yeri savaş alanına dönmüş halde; ben elimde telefonum ve bilgisayarım insanların durumlarını ve şehrin merkezinde neler olduğunu izlemeye çalışıyorum... Televizyonlar sessizlik içinde...

Dün ve ondan önceki gün "hiçbir şey değişmeyecek biliyorum ama destek için ben de orada olmalıyım" dediğim ve gitmek istediğim ama karnımdaki seni tehlikeye atamayacağım için gitmediğim park için uzaktan, evimizden kendimce ne yapabilirim diye düşünüyorum sadece... Bugün yaşananları okudukça ve gördükçe çok üzülüyorum, ama bir yanımda da içimde garip bir ümit dalgalanmaya devam ediyor... Her şey için sessiz kalan, koyun olmaya alışmış bizler acaba kendi hayatımız, çocuklarımızın hayatları için sesimizi çıkarmaya başlıyor muyuz diyerek ümitleniyorum...

Bilmiyorum...Gelecek günler bize ne gösterecek,insanlar isteklerini, tercihlerini söyledikçe saldırıya maruz kalmaya devam mı edecek yoksa daha toleranslı, sağduyunun hakim olduğu günlerin bugün bir kıvılcımı mı olacak; bilmiyorum. Tek bildiğim bugün şehrin göbeğinde parkımızı, çevreyi ve doğayı bir nebze olsun korumaya çalışan insanların dün, bugün yaşadıklarını hak etmedikleri...



Ben bugün, dün, ondan önceki gün orada bulunamadım ama elimden geldiğince sizin parkta, sokakta, sahilde, ormanda ağaç, çiçek, böcek görerek büyümeniz için çabalayacağım. Haaa bugün bunu niye yazdım- yukarıda bahsettiğim gibi bugün ileride çok anımsanacak bir gün olabilir ve karıncanın dediği gibi: "Ben de biliyorum yalnız başıma yangını söndüremeyeceğimi, ama hangi tarafta olduğum belli olsun..." Ben sizi alışveriş merkezleri içinde oradan oraya koşturarak büyütmek değil, benim de çocukluğumda büyüdüğüm gibi sokaklarda kirlenerek, parklarda sallanarak, denizin tadını çıkararak büyütmek istiyorum...

Ümit işte...

30 Mayıs 2013 Perşembe

İlk hamilelikle ikincisi arasında şimdiye kadar olan farklar (2)

Aslında farkları yazmadan önce her iki hamileliğimde de sürecin (en azından şimdiye kadar) normal devam etmesi en büyük şansım onu mutlaka belirtmeliyim... Hamilelik sürecinde pek çok sağlık sorunu ile boğuşanlar, hamileliğinin bir bölümünü ya da neredeyse tamamını yatarak geçirmek durumunda olanlar olduğunu bilince insan bazen günlük rutini içinde yaşadığı sıkıntıları anlatmaya ya da yazmaya çekiniyor gerçekten...

14. haftamda yazdığım ilk yazıda o döneme kadar olan farkları yazmıştım ancak onlar daha durumsal farklardı; ilk hamileliğimde çalışıyor olmam ve şimdi olmamam; uyku saatlerim ve kilo alımı gibi... Şimdi ise yine durumsal farklar olmakla birlikte hamileliğin ilerleyen döneminde evde bir"büyük çocuk" varlığının ciddi farklılık yarattığını söylemem mümkün...


  • Bir önceki hamileliğimde hem işlerin yoğunluğu hem de o dönemki direktörümle çalıştığım dönemleri doğum sonrası izin olarak kullanabileceğim şeklindeki karşılıklı anlaşmamız sonucu 39. haftaya kadar ofisteydim. Hiçbir zorluk da çekmedim, masamın altına konulan puf, insanların sürekli ilgili alakalı (bazen birbirinin aynısı olduğu için toplu bir şekilde yanıtlamayı arzu ettiğim) soruları, öğle yemeğimin her gün aynı saatte yemekhanede hazır olacağını bilmem, akşamları eve geldiğimde kimsenin benden bir beklentisinin olmaması tabii ki süreci inanılmaz kolaylaştırdı. İlk hamileliğimin son dönemlerinde gece uyanmalarımın tek nedeni tuvalet ihtiyacıydı diye hatırlıyorum... Şimdi ise durum epeyce farklı: Bir kere talepleri pek bitmeyen ve 24 saat oyun desem oyun oynayabilecek bir 3yaş "ergeni" ile aynı evi paylaşıyorum (ne mutlu ki:))) sabah erken uyanmaları, kahvaltı edeceğim/ etmeyeceğim krizleri, bitmeyen "anne hadi oynayalım" istekleri, "kitap okumaaaa!", "tuvalete girmeeee!", "yanıma geeeeel!" naraları, gece sebebi olmayan uyanmalar derken ben bayağı yorgun olabiliyorum günün sonunda... Ki bu ergen arkadaş günün 4 saati okulda (çok şükür:)) Dolayısı ile benim bir önceki hamileliğimdeki gece uyanmalarının sebebi olan tuvalet ihtiyacı bu hamileliğimde vuku bulduğunda genellikle "boşver mert uyanmadı sen de uykunu bölme" şeklinde geçiştirilebiliyor.
  • Bence 2. en önemli fark ise şu Mert, Mart ayında doğan bir bebekti; İpek'in Temmuz ayı içinde gelmesini bekliyoruz normal koşullarda... Bu da demek oluyor ki yaz günlerinin Mayıs ayında başladığı 2013 yılında sıcaklığın etkisiyle aynı kiloları almama rağmen daha şiş bir halde dolanıyorum... Hem sıcakların vücudu daha çok şişirmesi, hem de yazın daha ince kıyafetler ve tüm şişliğin meydanda olması ile çevremde "ooo bu seferkinde daha mı çok şiştin ne?" gibi süper harika yorumlar duyabiliyorum:)) Birkaç gün öncesine kadar böyle soranlara bayağı uzun "yok aslında aynı kiloyu aldım da ama yaz da ama su tuttum da ama bıdı bıdı da ..." diye anlatıyordum artık onu da kestim "e hamilelik işte" diyip geçiyorum...
  • Konu kilodan açılmışken 34. haftadayım 12 kilo almış bulunmaktayım, nerede kaç ile sonlanacağımızı artık göreceğiz bakalım. Mert'e hamileyken toplamda 16 kilo almıştım, sanırım aşağı yukarı aynı gidiyorum gibi gözüküyor; bakalım!!! :))
  • Mert'e hamilelik dönemimi hatırlamıyorum ama bu hamileliğimde şunu çok rahat söyleyebilirim: çok sabırsızımve tahammül seviyem normale göre daha aşağılarda... Örneğin dün bizim evin sokağına doğru yürürken normalde Minibüs Caddesi üzerinde gitmesi gereken minibüslerden biri beni görmeyip neredeyse çarpacağı için anında aradım 155'i; şikayet ettim...  Minibüs Caddesi'nde bitmek bilmeyen yol inşaatından  dolayı minibüsler neredeyse bütün ara sokaklarda inanılmaz bir hızla cirit atıyorlar! Bunun bence tolere edilebilir bir tarafı yok zaten ama ben bu aralar böyle bir şey gördüğümde daha hızlı aksiyona geçiyorum.Mesela parkta görüdüğüm bakıcıların tutumlarına, konuşma tarzlarına, bazılarının boşvermişliklerine daha da çok sinirleniyorum. Tabii tahammül sınırımın düşmesi sadece sokak hayatımı etkilemedi evdekiler de bu durumdan nasibini alıyor zaman zaman: her şey düzgün yapılacak, her şey kuralına göre olacak derken zaman zaman bir askeri disiplin modu açılıyor bende...
  • Olmazsa olmaz bir diğer fark da şu tabii: evde bir çocuk halihazırda olunca hamilelik ve doğumla ilgili her konunun onu etkileyecek yönleri de ortaya çıkabiliyor ve sürece evdeki "ergen"i de hazırlamak gibi çok çok önemli bir boyut daha eklenmiş oluyor.
  • İlk hamileliğimde doğumla ilgili çok fazla şey bilmemeyi tercih etmiştim, kimsenin hikayelerini dinlememeyi ve çok da fazla doğum süreci ile ilgili şey okumamayı tercih etmiştim.Amacım, yaşanmış olumlu ya da olumsuz hikayelerden etkilenip doğum sürecini etkilememekti. Doktoruma güvendim (iyi ki de öyle yapmışım) başka da bir şey dinlemedim ve çok rahat bir doğum süreci geçirdim. Ama bu süreçte durum farklı: bir kere daha öncesine ait benim bir hikayem var ve onun rahat bir süreç olması ya bu kez rahat olmazsa endişesi taşımama neden olabiliyor zaman zaman... Ama aklımda hep tutmaya çalıştığım bir şey var: evet ikinci bebeğimi de normal doğumla doğurmak istiyorum ama nasıl doğurduğum değil esas önemli olan; bebeğin ve benim sağlıklı olmam. Böyle düşününce bayağı bir kendime geliyorum.
  • Son olarak aklıma gelen bir diğer fark da bu hamileliğimde yoğun bir iş temposu içinde olmadığımdan ve yoğun ev temposuna zaman zaman 4 saatlik okul araları verebildiğimden :)) İpek'in odası, doğum süsleri vs gibi daha yumuşak konularla ben daha çok ilgilenebiliyorum. Mert'te kapı süsünün siparişini x yere, çikolatanın siparişini y yere verdik bitti derken; bu süreçte ben daha çok işin içinde olayım, süsleri ben hazırlayayım, gidip Eminönü'nde de gezeyim modundayım. (Bu arada Eminönü ile ilgili şunu söyleyebilirim, pek çok dükkan birbirinin aynısı ve çok estetik olmayan bin tane şey barındırıyor; ancak çok sevgili arkadaşım Tuba'nın önermesi ile gittiğim 3aaa diye bir dükkandan çok memnun kaldım; hem içerik hem de müşteriyle sonsuz sabırla ilgilenme anlamında oldukça başarılı buldum) Bakalım ne kadar ilerleyebileceğim? :))

bu aralar aklımdakiler...

Bu ara kafamda yazmak üzere aslında çok konu var ama kafamdaki konu sayısı ile içimdeki bir şeyler yapma isteği ters orantılı...


  • 34. haftası içinde olan 1çocuklu1gebe olarak ilk hamilelik ve ikinci hamilelik kıyaslamasını esas şimdi yapabilirim gibi  mesela...
  • Doğum zamanı yaklaştıkça Mert'i bu sürece nasıl dahil edeceğimi(zi) daha çok düşünür / konuşur olduk Kerem'le mesela... (ki tam bu hafta bu konu bizim önemli gündem maddemiz olmuşken bugün SlingoMOM aynı konuya değinmiş kendi soru işaretleri eşliğinde)
  • Doğumun nasıl (tabii nasıl? sorusuna cevap gerçekleşmeden pek verilemez ama konuşuyoruz işte) ve nerede olacağı bir başka konumuz...
  • Bu ara her şeye normale göre daha aşırı tepkiler veriyorum (mu acaba?) ; bu da bir başka konumuz
  • Ha bu arada Mert'in okulunda yıl sonu ile birlikte keyifli aktiviteler oluyor; geçen hafta büyükanne& büyükbaba günü... Bugün de okulun bahçesindeki sergi mesela... Yılsonu gösterilerinden (özellikle de pekçok blogger annenin yazdıklarından sonra, okul hayatı yılsonu ve bayram gösterileri ile yoğun olarak geçmiş olan biri olmama rağmen) hiç hazzetmediğimi farkeden benim için bu aktiviteler çok şeker:))
Ben en iyisi ilk aklıma gelenle başlayayım, belki yazdıkça yazasım gelir:))

21 Mayıs 2013 Salı

2 Çocuklu hayatın SWOT analizi :))

Geçenlerde Anne Bak!'ın Facebook hesabında bir soru sordum; dedim ki:  "Bir çocuk bir çocuk,iki çocuk çok çocuk" önermesi doğrudur; yaşadım biliyorum diyenler haydi yazın biz de başımıza neler gelecek öğrenelim:))) 
Sonra beklemeye başladım, bakalım kimler neler yazacak diye... Sonuç: kimse bir şey yazmadı!!! :))) Ben de şöyle bir çıkarımda bulundum:

- ya kimse konuyu paylaşıma değer bulmadı...
- ya da grubun çoğunluğu "2 çocuk yapacak kadar delirmedim henüz" diyenler:))
- veya "Zeynep deli misin yaşadıklarımızı yazacak kadar zamanımız var mı sanıyorsun??!!" diyenler:))

olabilir diye düşündüm... Veee kendi göbeğimi kendim kesmeye karar verdim... Daha henüz 2 çocuklu hayata geçmemiş 1çocuklu1gebe olarak haydi kendimce bir resmedeyim neler olabilir; sonra birkaç ay sonra da açar neler saçmalamışım, neleri tutturmuşum bakarım diyerek bir şeyler karaladım. Üniversite hayatı ve sonrasındaki "yoğun" kurumsal hayatın bize katkısı olan SWOT (Güçlü alanlar, Zayıf alanlar, Fırsatlar, Tehditler) analizini 2 çocuklu hayat için kurgulayayım dedim. Dedim de pek güçlü yön çıktı mı bilemedim... Ben de ileride geri dönüp bakılmak ve tekrar yorumlanmak üzere buraya koymaya karar verdim. Yorumu olan buyrun buradan paylaşsın:)))



Ha bu arada SWOT analizini biz kurumsal hayatta niye yapardık? Bir projeye, işe başlamadan önce yaşyacaklarımızı resmedebilmek, o projeye girme/ girmeme kararı verebilmek ve o projeye uygun bir strateji oluşturmak için... Böyle bakıldığında bu SWOT analizi için geç kalmış olduğumuzu söylemek mümkün... Sonuçta 32 haftasını tamamlamış ve artık doğum zamanının gelmesini bekleyen bir hamileyim; 2. çocuğu yapalım mı yapmayalım mı kararında olan 1 çocuklu bir ailenin anne kişisi değilim:))))

17 Mayıs 2013 Cuma

Cocuklarla gezmek ve sohbet etmek paha bicilemez:)))

Gecenlerde Mert televizyonda baby first kanalini acmami istedi ve karsimiza ara ara izledigimiz Li'l Vinnie's Art cikti. Izleyenler bilir cizgi filmin bas kahramani Vinnie unlu bir ressamin bir resmini secer, resmin icine girer ve uzerinde kendince cizimler / eklemeler yapar? Bizim denk geldigimiz bolumde Vinnie, Van Gogh'un Aycicekleri tablosunu secti ve ona eklemeler yapmaya basladi.

Ben mutfakta bir yandan yemegi hazirlarken diger yandan da gozum televizyonda ve Mert'teydi; o sirada Mert "anne bak! Van Gogh'un resmi..." dedi ve ben saskinlikla mutluluk arasi bir duyguda kalakaldim:)))

Sanirim gecen yil mayis civarlariydi Karakoy Antrepo'da arkadasim Tuba ile birlikte Mert'i de alip Van Gogh Alive sergisine gittigimizde... Tuba ile sergiye gidelim dedigimizde Mert'i de getirecegimi soylemis, hem boylece Kadikoy-Karakoy vapuruna binmek Mert icin eglenceli olabilir, sergide de resimler belki ilgisini ceker diye dusunmustum... O sirada Mert henuz 2 yasini geceli 2 ay kadar olmustu... Gercekten vapur gezisinden inanilmaz keyif aldiktan sonra sergide dolasirken Mert sıkılmasın diye resimleri de basit bir dille bir bir anlatmistim ona... Surekli sari renk kullanmasinin nedenini anlatirken de kendimce ressamin bunalimda olmasini basitlestirmek icin "kafasi cok karisikmis annecigim o yuzden genelde kafa karisikligini yansitan sari rengi tercih etmis" diye anlativermistim...

Aksam eve geldiginde sergi kafasinda yer etmis ki babasina da kendince kendi dilinde bayagi detayli sergiyi anlatmisti. Bu sergiye gitmemizin uzerinden neredeyse bir yil gectikten sonra tv'de gordugu Van Gogh resmini tanimasi bu yuzden beni hem sasirtti hem de mutlu etti. Mert dogdundan beri ben de Kerem de Mert'e her seyi anlatmaya calisan, anliyor mu anlamiyor mu ayrimina cok girmeden kisa cumlelerle iletisim kurmaya calisan bir anne ve baba olduk. Bazen kendimizle dalga gecsek de bazen Mert'in her konuda aciklama beklemesi yorucu olsa da bu aliskanligimizdan pek vazgecmedik. Bu tip ornekler yasadikca da iyi ki vazgecmemisiz diyoruz...


12 Mayıs 2013 Pazar

Muhalif bir Anneler Günü yazısı...

Son haftalarda yazı yazmak bir yana bilgisyarımı bile açamıyorum; her şeye yetişme isteğimin tavan yaptığı haftaların içindeyim sanırım... Ama bugün sabahtan beri niyetliydim,akşam eve gelince 3-5 cümle de olsa anneler günü ile ilgili  yazmaya...

Çocukluktan sonraki kendimi bildiğim dönemde her türlü "yaratılmış özel güne" yaklaşımım aynı oldu: piyasayı canlandırmak için süslenmiş günler olarak düşündüm: anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yılbaşı vs vs... Bu düşünceme "amaaaan sen de al hediyeni eğlen geç" diyenler olabilir...Evet doğru bu da bir yaklaşım ama ben zorunluluktan yapılan şeyleri ve dayatmaları sevmiyorum; sanırım bu yüzden bu tip günlerin içinde barınan bu yaklaşımı da sevmiyorum: inadına ticari sisteme katılmayasım geliyor :)) Biraz da içimdeki muhalif kişiliğin etkileri sanırım...

Bu yıl annemsiz geçen 12. anneler günüydü; bunu bilenler anneler gününe "normal bir gün" değeri vermemi annemin yokluğuna bağlayabilir ama Mert doğduktan sonra daha net olarak anladım ki: DEĞİL! Belki Mert doğmadan önce buna "belki" derdim... Ama Mert'in anneler gününün ne olduğunu anlamasının daha mümkün olduğu bu sene ben Mert'ten (okulun katkılarıyla) aşağıdaki resmin bulunduğu kartı hediye olarak aldım ve gerçekten çok hoşuma  gitti:) Ve içtenlikle de şunu istedim: Umarım Mert'e bana, babasına ve tüm sevdiklerine "zorunlu" günler dışında içinden geldiği için hediye alma, hediye yapma, sevdiğini bir şekilde mutlu etme fikrini aşılayabiliriz...

Kerem'in, Mert'le birlikte bana anneler günü hediyesi almaya niyetlendiğini anlayınca çok net anneler günü için Mert'in cuma günü okuldan geldikten sonra bana çok güzel bir hediye verdiğini ve başka bir hediye istemediğimi söyledim. Bugün için alınacak bir ayakkabı, kolye ya da normal zamanda çok beğeneceğim herhangi bir hediyeden çok daha değerliydi o resim benim için...

Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Kerem'le devam eden 14 senelik beraberliğimizde bir kere bile sevgililer gününü kutlamadık; biz kutlamak, birbirimize hediye vermek için kendimizce özel olan, bizim için anlamı olan günlerimizi tercih ettik...

Peki bundan kime ne, niye yazıyorum bunu? Belki bugüne ait reklamlardan fenalık geldiği için, belki anneler günü gibi günlerde hediye olarak öne çıkan  ev/ mutfak eşyalarının reklamlarını cinsiyet ayrımcı bulduğum için, belki Mert'e ve İpek'e benim anneler günü ile ilgili düşüncelerime ait birkaç cümle yazmış olmak için... Haa bir de dün ülkemizde yaşanan çok çok üzücü olaylardan sonra bugün twitter'da okuduğum bir cümle beni bu konuda yazmaya tetiklediği için: "bence annelerin ağlamadığı her gün anneler günü" gibi bir cümleydi sanırım... Kendince doğruları/ yanlışları olan bir anne olarak benim için bugünün bir anlamı yok ama huzurlu geçirdiğim, keyifle andığım, Mert'in keyifli olduğunu bildiğim her günün benim için anlamı çok çok daha büyük:))

Annelerinin hayattayken değerinin bilindiği, arandığı, sorulduğu, öpüldüğü, koklandığı, sarılıp, şakalaşıldığı, omzunda ağlayıp huzur bulunduğu günleri çok çok çok olsun tüm çocukların... Yaşları kaç olursa olsun:)))


28 Nisan 2013 Pazar

Evli evine köylü köyüne; her şey yerli yerine...

Oyun yaratma konusunda bizim evin en yaratıcı kişisi olmadığım kesin son 3 yıllık çocuklu hayatımıza bakınca... Bizim evde Kerem varken oyun yaratmaya kendimi zorunlu da hissetmiyorum açıkçası :))) Ben daha çok "hadi kitap okuyalım, puzzle yapalım, mutfakta yemek/kek yapalım, hadi sokaklarda gezelim" tip anneyim... Gittiğim bütün eğitimlerde, okuduğum bütün kitaplarda çocukla oynanan oyunun önemine vurgu yapıldıkça da vicdanımda bir sızı hissediyor muyum?- eh, bazen, yer yer diyelim... En son gittiğim bir seminerde "kitap okumak, puzzle yapmak, mutfakta bir şeyler üretmek de çocukla oyundan sayılır. Di mi?" sorusunu cılız bir sesle soran anne bendim işte; kendini bilmek de önemli; değil mi:))

Neyse oyun konusunda bu kadar yaratıcılıktan uzak olan ben birkaç hafta önce patenti tamamen bana ait bir oyun yarattım(!) :))) Oyunu yarattığım gibi adını da koydum, şarkısını da yazdım:  Evli evine, köylü köyüne; her şey yerli yerine... Evet fırsatçı / yararcı bir anne gibi gözükebilirim ama vallahi de billahi de Mert bu oyunu tuttu; hatta geçen gün "anne evli evine oynayalım mı?" diye sorunca evet kabul ediyorum yüzümde sinsi bir gülümseme bile belirdi!! 

Oyun (!) çok basit aslında, ihtiyaç duyulan malzemeler: dağılmış bir ev (ya da bir oda) ve evin her yanından duyulabilecek, dans ettirecek kadar hareketli bir müzik ya da playlist... Müziğin sesini sonuna kadar açıp çocuğunuzla birlikte dans etmeye/ koşmaya/ zıplamaya (ya da içinizden ne geliyorsa onu yapmaya) başlıyorsunuz ve dans ederek yerinde olmayan tüm eşyaları yerine götürmeye başlıyorsunuz. Eşyaları yerlerine taşırken arada da arka fonda çalan müzikten bağımsız tekerleme gibi "evli evine köylü köyüne her şey yerli yerine" diye bağırmak da ayrı bir motivasyon etkisi yaratıyor :)) 10 dakikanın (ya da daha uzun bir süre) sonunda evin içinde terlemiş bir anne çocuk, toplanmış bir ev görmek çok mümkün.... 

Al sana temelinde kazan-kazan felsefesi olan; süper yaratıcı ve eğlenceli bir oyun :))) 

bir doğumun hatırlattıkları...

1996 Temmuz'u 15 yaşındaydım... Ortaokulu bitirmiş 2 ay sonra liseye başlayacaktım. Kendimce artık kocaman kız olmuştum yani... Annemle babam da o dönemde "kendimce" büyüdüğümü düşünmüş olmalılar ki hayatımda ilk defa yalnız başıma beni 3 haftalığına İngiltere'ye dil okuluna göndermeye "tamam" dediler... Ben ki o döneme kadar bir arkadaşımın evinde kalmak istediğimde annem ve babamdan hep "arkadaşın bizde kalsın." cümlesini duymuş bir ergendim!!...

İlk kez yurtdışına, hem de yalnız çıkacak olmanın verdiği heyecanla havaalanında 3 hafta birarada olacağım gruptakilerle tanışırken sürekli konuşan, üstünde çamaşır suyu ile desen verilmiiş ilginç bir şortu olan bir kızla sohbet etmeye başladık. Konuştukça aslında yıllardır birbirimizin dibinde yaşadığımızı öğrendik, 2 ay sonra da tesadüf müdür kader midir bilmem aynı okulda okumaya, yan yana apartmanlarda oturmamız dolayısıyla da aynı serviste gidip gelmeye başladık...

17 sene olmuş neredeyse... O "bıdı bıdı" konuşan kız arkadaşım, dostum olmuş... Bugün sabaha karşı 5'te de minik Batucuk'un annesi oluvermiş...

Dün öğlendi beni aradığında "galiba doğuma gidiyoruz" dediğinde... Dün akşam hastaneye uğradığımızda sanki doğuracak o değilmiş gibi yine "bıdı bıdı" konuşuyorduk. Bugün hastane odasına girdiğimde kucağında bir bebek annesinin sütünü emmeye çalışıyordu... Çok fazla duygu ve düşünce geçti bugün kafamdan/içimden; ama en çok da Tuba'yı ilk gördüğüm günün resmi, havaalanındaki tanışmamız geldi aklıma... Bugüne ait olan bir resim olarak da buraya yazmak istedim... Hoşgeldin Batucuk, inşallah hayatın hep bugün doğmayı seçtiğin gibi kendi seçimlerinle ve güzelliklerle şekillenir, hep keyifle yaşarsın:)))

13 Nisan 2013 Cumartesi

yarı şaka yarı ciddi: çocuk büyütürken mahalle baskısı görenler buradan buyrun...

Mert, bence bebekler için güzel bir zaman olan Mart ayında doğdu bundan 3 sene önce... İlk hafta hastaneydi, ikinci hafta eve alışmaydı derken ben 13. günden itibaren bahar havalarının da başlamasıyla Mert'i pusetine koyup kendisi ile başbaşa her gün caddeye yürüyüşe çıkmaya başlamıştım. Evden yürüyerek caddeye iniyor sonra o dönem Şaşkınbakkal'da büyük bir binada bulunan Mothercare'e girip emzirme odasında soluklanıyor; Mert'i emzirip, bezini değiştirip tekrar eve doğru yola koyuluyordum. Tabii bu süreç her zaman güzel renklerle boyanmış,sevgi pıtırcığı anne ve oğlu resminde olmayabiliyordu. Bazen Mert pusetinde kıyametleri kopararak ağlıyor, ben bir durup bir hızlı hızlı yürüyerek eve kadar stresler içinde yürüyordum... Bu ağlamalar sırasında da mutlaka sokakta bir teyze durdurup bazen çok iyi niyetle "n'oldu yavrum?" ya da bazen beni azarlarcasına"bu soğukta çocuk dışarı çıkarılır mı tıt tıt tıt" diyordu...

O zamandan beri sinir olurum bu "mahalle baskısı"na... Üzerinden 3 yıl geçti hala zaman zaman Mert bir şeye takıp sokakta ağlamaya başlamışsa yanımıza gelip "n'oldu?" diyenlere sinir olurum. Bir yandan da çok merak ederim, acaba "n'oldu?" diye sorunca sorunu çözen bir teyze var mıdır diye... Yoksa çocuk ve anne olarak karşılıklı stres yükselmişken "n'oldu?" diye sorulduğunda stresi ve siniri 2 kat artan tek anne ben miyim, ağlama desibeli de katlanarak artan tek çocuk benim oğlum mu? Benzer durumda olanlar lütfen ses verin hep birlikte kendimizi iyi hissedelim en azından :)))

Ama geçen hafta şunu farkettim: E-bebek'e bir hediye almak için girerken hem uykusu başına vurmuş hem de bir konuya feci takılmış olan oğlum yaklaşık 10 dakika mağazada dolaştığımız sürece mızmızlandı, sonra da ipleri koparırcasına ağlamaya başladı. Konuyu orada ilk başta çözmeye çalışıp, sonrasında konunun orada çözülemeyeceğini anlayan anne kimliği taşıyan bendeniz oradaki işimi en hızlı şekilde sonlandırmaya ve kendimizi arabaya atmaya hazırlanıyorduk ki bir teyze yanımıza geldi "vah yavrum n'oldu ki?" dedi; Demesiyle de ağlama şiddeti hafifleyen Mert'in böğürerek ağlaması bir oldu! Fark ettim ki eskiden bu tip durumlarda utanan, sıkılan, stres olan ben; teyzeyi resmen duymazlıktan geldim, hiçbir cevap vermedim kasada en hızlısından ödememi yaptım ve kendimi arabaya atıverdim...

Sanırım toplum olarak çocukların bazen ağlamaya ihtiyacı olduğuna dair pek bir bilgimiz yok; annelerinin onları susturamadığı noktada kötü anne olmadıklarını düşünecek bir bilincimiz olduğunu da ara ara sorguluyorum açıkçası... Çocuğumu  bırakayım ağlaya ağlaya sussun değil ama ağlamanın da bir iletişim ya da rahatlama olduğunu hatırlamak lazım diye düşünüyorum...

Geçen sene de yine caddede Mert'le yürürken yaşlıca bir teyze beni durdurdu. Bahar sonu falandı, daha Mert'in saçlarını kestirmemiştik ve Mert'in saçlar arkada uzunca, önde de alnını kapatacakşekildeydi. Teyze: "kızım yazık, şu çocuğun saçlarını kestirin. Bizim filancanın oğlunun çocukluğunda hep alnında saçları ile dolaştı: bak şimdi koca adam oldu alnında kıllanma sorunu var sürekli." dedi ve gitti; benim de ağzım bir karış açık kaldı, ne bir şey diyebildim, ne gülebildim... Bu komik karşılaşmayı aynı hafta arkadaşlarıma anlatırken Mert yaşında bir oğlu olan arkadaşım da "aynı şekilde beni de bir kadın durdurdu bana da aynı şeyleri söyledi." dediğinde anladım ki teyzeler arasında bazı konular sosyal sorumluluk hassasiyeti taşıyor ve bu alna düşen saç da bu konulardan biri:))

Son olarak: bu sokaktaki mahalle baskısının genelde çocuk doğduğunda neredeyse her evde göze çarpan bir de ev versiyonu var ki o da ayrı bir şenlik!! :)) Anne doğum yapar, aile büyükleri, konu komşu, eş dost herkesten bir cümle duyulur: "Ay çocuğun başını tut...", "ağlıyor acıktı galiba,sen bunu bi' emzir.", "yok yok bu çocuk doymuyor, mama ver sen buna...", "içi yandı çocuğun bu sıcakta,birazcık su versen...", "gazı var galiba...", "ayyy bezini çok sıktın rahat edemeyecek!", "ayy bezini fazla gevşek bıraktın, çişi dışarı çıkacak!" gibi gibi :))))

Geçen hafta içinde Philips Avent'in Natural serisinin tanıtımında biz anneler kendi yaşadıklarımızı konuşurken etkinliğin moderatörü Sevinç Erbulak şöyle bir şey söyledi: "Dünyada kaç anne varsa o kadar annelik olduğuna inanıyorum;her anne kendi anneliğine sahip." Ben de şunu eklemek istiyorum: dünyada her çocuk da birbirinden farklı; birbirinden farklı annelerin birbirinden farklı çocukların reçeteleri de birbirlerine uymayabiliyor ve herkes kendi yolunu doğrularıyla yanlışlarıyla buluyor...

9 Nisan 2013 Salı

İstanbul Doğum Akademisi'nde "Keşkesiz Doğum" sohbeti

Geçen hafta kendimi dinlemeye, öğrenmeye adadım sanki... Geçen hafta pazar Cake Plus'taki kurabiye atölyesine katılıp doğumlarda, baby showerlarda, doğum günlerinde ikram edilen renkli, süslü kurabiyelerin nasıl yapıldığını kendi çapımda öğrendim, hatta bir kutu da kurabiye yaptım evdekiler de bayıla bayıla yediler:)) Bu hafta cumartesi de eş durumundan davetle #ilkyıllarınhikayesi 'nde blogger annelerle birlikte Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı/ Çocuk Gatroenteroloji ve Beslenme Uzmanı Prof Dr Benal Büyükgebiz'i dinledim. Hem çok keyif aldım hem de beslenme ile ilgili çok çok değerli şeyler öğrendim.

Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile  İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.

İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin  kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri)  net olarak anlatan bir bölüm  var, okumakta fayda olabilir...

Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:

* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık  olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...

Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.

Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama  ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))

Sevgiler, nokta:)))

30 Mart 2013 Cumartesi

son bir haftadan kısa kısa...

Mart ayı çok uzuuuun diyordum başında o da bitiyor... Mert'in okula başlama meselesi beni çok germiş; ne katı gıdaya geçmek, ne tuvalet eğitimi ne de emziği bırakmak.. Hiçbiri için bu kadar düşünmemişim içten içe(bu arada düşündüğümüz, içlendiğimiz, sıkıntı yaptığımız konular hayat boyu bunlarla sınırlı olur inşallah, Allah sağlık sorunları göstermesin)... Çocuklar anneyi zor bırakır, 0-3 yaş çocuğu anneyi kendine ait bir parça görür vs vs gibi yaklaşımlar var ya bence onları şöyle de değiştirebiliriz: anneler de çocukları zor bırakabilir, 0-3 yaş çocuğu olan bir anne çocuğu kendine ait bir parça gibi görebilir... Böyle yazınca çok hastalıklı bir şey yazmışım gibi geldi bana ama hemen şöyle düzelteyim: "eğer içlerine sinmeyen, gözlerine fazlasıyla batan bir durum varsa..." Ayın başındaki okul günlerimizle 2 hafta önce başlayan "yeni" okul günlerimiz arasında 180 derece fark olunca ben de bi' rahatladım, sakinleştim, güven duygum yerine geldi... Umarım böyle de devam eder...

Geçen hafta başında "anne ben neden okulda öğlen yemeği yemiyorum?" demesiyle Mert'in yarım güne geçişinin uygun olabileceğine karar verdik:) Salı gününden bu yana yarım gün okulluyuz, mutluyuz, gururluyuz:))

Tabii bu gelişmeyle birlikte ben de yapılmak için sırada bekleyen işlere odaklanmayı kendime görev edindim. Salı günü 24. hafta doktor kontrolüm vardı, merakla gittik, çok şükür her şey yolundaymış... Da ben biraz (!) irileşivermişim son 2 haftada!!! Bir iştah açıklığı, bir tatlı düşkünlüğü anlatamam!!  Ben ki hayat boyu iştahı açık ama öyle ballı tatlıya hiç merakı olmayan bir tiptim! Mert'e hamileyken sütlü tatlı dışında tatlı yiyemiyordum bile, şimdi alakası bile yok... "Ye ekşiyi doğur Ayşe'yi, ye tatlıyı doğur Hakkı'yı" bende tutmadı ey "her davranıştan cinsiyet yorumu yapan teyzeler":)))  Doktorumun tatlı uyarısı ve şeker yükleme sonrası değerlerim yüksek çıkarsa diyete girmek durumunda kalacak olmam beni endişelendirmedi desem yalan olur... Ama neyse ki şeker yüklemesinde normal sınırlarda çıktım ve büyüyerek, ortada dolaşan göbeğimle 25. haftaya geldim:)) Tabii son 2 haftada 2 kilo almamla birlikte vücudum da ağırlaşmaya tepki vermeye başladı, sanki uzun süredir spor yapmayan birinin ağır spor yapması sonucu tüm kaslarının ağrıması gibi bacak ağrıları başladı... Neyse ben de bu haftadan itibaren düzenli yürüyüşlerime başlıyorum ve kendime gelmeyi umuyorum:)) Zaten Kerem'in kilo almamla ilgili yorumu açılan iştahımdan ziyade Mert'le çok hareketli olan günlük hayatımızın son bir aydır okul meselesi nedeniyle daha durağanlaşması (en azından benim açımdan)... Tekrar hareketli hayatıma(!) geri dönüyorum öyleyse:)))

25. hafta oldu bebekle ilgili hiçbir hazırlığa başlamadık. Gerçi Mert'te de bu zamanlarda oda işini planlamaya başlamıştık. İkinci hamilelik olunca daha da sakin oluyor insan... Nasıl olsa uyuyacak bir yeri olacak, nasıl olsa bir şekilde ayarlanacak düşüncesi hakim oluyor... Oda konusu benim için "nasıl olsa hallolur" sınıfında bir konu iken hafta içi (şu anda 35 haftalık hamile olan) çok yakın arkadaşımın bebeği için oda takımı eve gelinceve  evin nasıl düzene girebildiğini görünce ben de konuyu bu hafta ele almaya karar verdim. Oda konusunda çok seçenek varmış gibi duruyor ama bence sadece dükkanların isimleri değişik ve kullandıkları malzemeden dolayı kalite farkı var. Tasarımda ya da kullanımda farklılaşma diye bir şey yok bizim ülkemizde... Bu farklılaşma olmayınca biz de kalite üzerine odaklandık biraz daha.. Mert'in odasını alırken o kadar detaylı incelememiştik, bilgimiz de yoktu zaten... Önemli olan güzel bir görüntü sağlamaktı... Ancak kullandıkça gördük ki yeğenimin 10 yıllık odası bizim 3 yıllık odadan daha sağlam... Bu da bize kullanılan malzemedeki farkı farkettirdi. Biz de şimdi yeğenimin oda takımının değişmesini fırsat bilip (artık büyüdüğü için odasının değişmesini istiyor;yoksa bence bi' 10 yıl daha odası aynı sağlamlıkta kalır:)) onun takımını boyattırarak kendi zevkimize göre kullanmayı planlıyoruz. Bakalım sonuç nasıl olacak; merakla bekliyorum...

25 Mart 2013 Pazartesi

evet Mert'e kardeşi olacağını söyledik :))

Geçen hafta okul serüvenimiz nisbeten olumlu geçince sıra gündemimizdeki diğer konuya geldi. Mert'e bebek haberini vermek üzere Kerem'in de benim de evde olduğumuz ve bir yere yetişme telaşımızın olmadığı pazar gününü seçtik. Hamileliğimin 24. haftasından daha geç bir zamana kalsaydık en sonunda Mert "benim annem neden top gibi yuvarlanmaya başladı" diyebilirdi:))) Ben yine öncesinde bir yerlerde bir şeyler okumaya çalıştım ama kardeş haberi vermekle ilgili çok detay bir şeyler bulamadım. Genelde yazılanlar bebek doğduğunda anne babanın neler yapması nasıl davranması ile ilgiliydi. Haber verme süreci ile ilgili olarak da her okuduğum yerde ortak nokta "kısa ve net açıklamalar yapmak ve çocuğun soracağı soruları yine açık ve net yanıtlamak kafa karışıklığına imkan vermemek"ti. Bu hafta içinde önce SlingoMom'da okuduğum "kardeş haberi vermek" başlığı altındaki iki kitabı aldım Mert'e: Marsık Yayınları'ndan "Bebek" ve "Vücudumuz"...Bayağı ilgilendi Mert buradaki resimlerle... Mert'e dün bebeği söyledikten sonra da sorduğu sorulara kitaptaki resimleri hatırlatarak yanıt verebiliyor olmak da beni oldukça rahatlattı:)

 
Diğer yandan da kendimi ileriye dönük hazırlamak üzere Blogcu Anne'de karşıma çıkan "Siblings Without Rivalry" kitabını kısa kısa okumaya başladım. Bu kitapla ilgili kendimce notlarımı bir ara yine buraya yazmayı planlıyorum.

Gelelim haberi Mert'le nasıl paylaştık konusuna: Mert'e kısa ve öz olarak benim karnımda bir bebek olduğunu ve (inşallah bir aksilik olmazsa) yazın çok sıcak havalar başladığında kardeşinin bizimle olacağını söyledik. Çok şaşırdı, hatta bizi bayağı gülümseten bir şekilde "karnında bir bebek olduğunu hiç bilmiyordum!!" dedi tüm saflığıyla:)) karnımı ellemek istedi, bebeği görüp göremeyeceğini, bebeğin onu duyup duyamayacağını ve bilumum pek çok soru sordu. Hatta dün gün içinde aklına geldikçe farklı farklı noktalardan kardeş/ bebek konusunda sorular sordu ya da yorumlar yaptı. Hatta en hoşuma giden yorumlarından biri dün akşam üstü caddede yürürken geldi:"Anne ben şimdi bu gri pusetime biniyorum ya..." Ben: "eveeeet??" Mert: "kardeşim doğduğu zaman o da sarı pusetime binebilir..." Evet biliyorum bebek geldiği ve Mert gerçek hayatı yaşamaya başladığı zaman paylaşımla ilgili pek çok yaklaşımı değişebilir ama ben bu ve buna benzer cümleleri duydukça mutluluktan ağlayasım geliyor:)) Bebeğin doğacağı zamanı nasıl anlayacağımızı sordu ben de ona daha önce de anlattığımız kendi doğuma gitme hikayesini anlattım: bebek anne karnının dışında yaşayacak kadar büyüdüğünde ve anne karnına sığmadığında dışarı çıkmak isteyecek ve ben de doktorun yardımıyla onu dünyaya getireceğim. O da bana "bu sefer arabayla gitme ambulansla git" dedi, neden diye sorunca ambulanslar daha hızlı gidebilir çünkü diyerek yine bizi dumura uğratan bir cevap verdi. Kendince kafasında neler düşünüyor, neler kuruyor çok merak ediyorum. Bakalım günler geçtikçe ne gibi yorumlar gelecek daha:))

Arada bebeğin ilk doğduğu zaman çok küçük olacağını, kendisi ile biraz büyüyene kadar oyun oynayamayacağını, belki uyumasının zor olabileceğini ve ağlayabileceğini de söylüyorum sorduğu sorularla bağlantılı olarak... O da bana/bize farkındayım tonunda "biliyorum" diyor... Çevremizde bu ara çok fazla bebek görmenin faydası bu sanırım:))

24 Mart 2013 Pazar

okula alışma sürecinde son gelişmeler...

Mert'in okul süreci ile ilgili 2 haftadır hiçbir şey yazmadım, çünkü okulun ilk haftasının sonunda kafamdaki karışıklık ikinci haftada bazı kararlar almamıza ve uygulamamıza, 3. haftada ise bu kararın doğruluğunu test etmemize neden oldu... Şöyle ki: ilk haftanın sonunda okula gitme fikrine nisbeten alışmaya başlayan ancak benden ayrılmayı kesinlikle kabul etmeyen bir Mert vardı... Ben sınıfına gelmemekte direndikçe o kendince bir oyun arkadaşı buldu ve okulun psikologu ve müdürü olan, benim de kendisinin de sevdiği "öğretmen"i kitlemeye başladı. Sadece onunla sınıfa giriyor, onunla bahçeye çıkıyor, onunla yemek yiyor durumuna gelmişti. Okul müdürünün bir veli görüşmesi ya da ofisinde bir işi olduğu zamanlarda da bizimki kıyameti koparıyordu!!Bu birkaç günlük süreçte ben Mert'i okulda tek başına bırakamadım, ama yanına da gitmedim; tüm süreci "fazlasıyla" yakından gözlemleyince aslında kendi sınıf öğretmeninin ne yazık ki duruma kesinlikle müdahale edemediğini, daha doğrusu küçük yaş grubunun her birinin kendince önemli önceliklerine yetişemediğini gördüm. Bu durumda da süreci uzatmanın hiçbir yararı olmadığını düşünerek, Mert'i 2. haftanın sonunda ilk anaokulu maceramızın geçtiği yerden alıp aslında anaokulu araştırma süreci başlamadan önce geçen seneden beri evimizin dibinde olduğu ve çevremde birkaç aileden olumlu sözler duyduğum için aklımda olan anaokuluna götürdüm.

Anaokulu maceramızın 3. haftası burada devam etti. Kısaca şöyle özetleyeyim: birinci gün orada olmamız gereken saatte okula gittiğimizde sınıf öğretmeni Mert'i bahçede karşıladı, bahçeye onun ilgisini çekebilecek birkaç oyun getirdi; sonra Mert'in bana olan bağlılığını görünce okul müdürüyle de bana bilgi verip Mert'i direkt sınıfa aldılar. Mert yaklaşık 1 dakikalık ağlama süreci sonunda benim de ara ara sınıfta onu izlediğim kadarı ile öğretmeniyle (ama diğer çocuklarla değil) 1.5 saat kadar oyun oynadı. İlk gün ikindi kahvaltısına gitmedi ama onun da sebebini sonra evde öğrendim. Öğretmeni ona "biz diğer çocuklarla kahvaltıya ineceğiz, sen de bizimle gelmek ister misin?" diye sormuş bizimki de "istemem" diyince ilk gün için 1.5 saatin de yeterli olacağını düşünerek Mert'i bana  teslim ettiler. Okuldan çıkınca Mert bana "anne ben diğer çocuklarla kahvaltıya gitmek istemedim." dedi. Ben de "tamam oğlum olabilir" dedim. Okul müdürünün tembihlemesi sonucu çok fazla "neden" sorusu sorup Mert'i sorguluyormuşum gibi olmayacaktım. Ben "neden" diye sormasam da Mert'in isterse zaten pek çok şeyi anlatacağını söylemişti okul müdürü, gerçekten de öyle oldu. "Çünkü bugün biz seninle kahvaltı ettik o yüzden bir daha etmek istemedim." diyince yüzümde büyük bir gülümseme belirdi. Mert'e sabah ve ikindi kahvaltısının farklı öğünler olduğunu anlattım, isterse ertesi gün ikindi kahvaltısına katılabileceğini söyledim.

2., 3. ve 4. gün ben yine okuldaydım; sadece benden ayrılırken ağladı, 2-2.5 saat arası sınıfında ve bahçede oyun oynadı, ikindi kahvaltısına katıldı, çıktığında da keyfi yerinde gözüküyordu. Cuma günü okula girerken elimi bıraktı, öğretmeni ile içeri girdi ve bana el salladı. Okul müdürü de aradan bana "isterseniz bugün beklemeyebilirsiniz, istediğinizde gelip alabilirsiniz; aksi bir şey olursa ben sizi ararım." dedi :))) O 2.5 saat bana 1 gün gibi geldi, kendimce ne çok iş sığdırdım o araya anlatamam:))

Bundan sonra nasıl ilerleriz, geri dönüşlerimiz olur mu zaman gösterecek tabii... Ama bu süreçte şunu gördüm: bu okul iyi, şu okul kötü diyemem ama her annenin ve çocuğun karakterine, iletişimine uygun okul  bulmak kilit olan konu ve benim daha önce anaokulu arama süreci ile ilgili yazdığım yazıdaki öncelik listemde baş sırada olduğu gibi öğretmen en en en önemli madde. Yani öğretmen ne kadar yetkinse, çocuk gözünde ne kadar çekici ise anne o kadar gözü arkada kalmadan çocuğu teslim edebiliyor, çocuk da öğretmeninin peşine düşebiliyor...

Son 1 haftalık süreçte ben yorgun değilim, kafam daha önceki 2 hafta kadar sorgulamalar içinde değil; Mert de (benden de mutlaka etkileniyordur) okul fikrini daha benimsemiş ve sevmiş gözüküyor, evde sürekli öğretmenini anlatıyor, şimdilik çok sık olmasa da arada sınıftaki arkadaşları ile ilgili kısa bilgiler veriyor, okuldan onu alınca mutlaka yarım saat bahçede oynamak istiyor:)))

Yarın yeni bir hafta başlıyor, bakalım neler yaşayacağız...

18 Mart 2013 Pazartesi

Psikolog Nilüfer Devecigil'den"oyunumu istiyorum" semineri notları

 Şu mart ayı anne eğitimleri,seminerleri ve workshopları açısından bayağı zengin; 2 haftadır Mert'in doğum günü ve bir takım işler sebebiyle katılamadığım ve üzüldüğüm anne aktiviteleri sonrası bugün yapılacağını öğrendiğim Psikolog Nilüfer Devecigil'in konuşmacı olacağı "oyunumu istiyorum" seminerini kaçırmak istemedim. Hatta online katılım imkanının da mevcut olduğu seminere aman 2 adımlık yol, evde kalırsam çok bölünebilirim diye düşünerek hem beynen hem fiziken katılmış oldum...

Konu başlığı "oyun" olunca konu benim için ekstra ilgi çekici oldu... Genel olarak Mert ile sürekli konuşan, sohbet eden, birlikte gezen, mutfakta paylaşımları olan bir anne olmama rağmen süper oyunbaz bir anne değilim ya da şöyle diyeyim"her konuyu anında oyuna çevirebilirim" diyenlerden değilim. Bazen de evde zaten bu yeteneğe sahip bir baba var,anne böyle olmasa da olur herhalde diyerek (belki) kolaya da kaçıyorum...



Neyse... yukarıdaki düşüncelerimi doğrulamak, hatalıysa hatalarımı düzeltmek, kendimi bukonuda geliştirmem mümkünse geliştirmek gibi düşüncelerle seminere katıldım. İyi ki de katılmışım:)

Geçen ay katıldığım "sınır koyma & kuralları belirleme" seminerinde olduğu gibi bugünkü konuşma da geçmişte kalan bizim çocukluğumuzla şimdiki çocukluk arasındaki farkla başladı: eskiden biz sokakta oynama imkanına sahipken şimdiki çocuklar oyun denilince ekran oyunlarını anlıyorlar maalesef. Bu nedenle de bizim çocuklarımızla tüm gücü ve oyun düzenini onlara bırakarak oyun oynamamız çok büyük değer ve önem taşıyor.

Oyun demek...

Nilüfer Hanım ilk olarak "regulasyon" kelimesi ile başladı konuşmasına. Elektrik akımı normalden az ya da fazla geldiğinde eskiden nasıl regülatör denilen alet elektriği olması gerekn seviyeye getiriyordu. Oyun da çocuğun düşük ya da yüksek olan stresini düzenleyip normal seviyeye getiriyor. Hatta burada Nilüfer Hanım genelde sakinleşme ihtiyacı olan/ aşırı uyarılmış çocuğu regüle etmek gerekir diye düşünülür, sakin sakin oturan çocuğun da uyarılarak regüle edilmesi gerektiği pek akla gelmeyebilir diyerek aşırı sakin çocuğun da regüle edilmeye ihtiyacı olduğunun altını çizdi.

Benim bugünden aklımda oyun ile ilgili şu tanımlar kaldı:
* oyun, çocuk için bir çeşit regülatör.
* oyun, gündelik hayattan sıyrılmak için bir fırsat.
* oyun, ilişki ve iletişimin önemli bir parçası.

Duyguları anlamak çok önemli

İlişki ve iletişimin önemli bir parçasıymış çünkü çocuk ilk 3 yıl tamamen sağ beyinle yaşıyor yani varlığı tamamen duyguları üzerine... Sol beyin bu dönemde "yapım aşamasında". Bu nedenle de anne baba olarak bizler çocuğumuzun duygularını anlar halde olmalıymışız... Bir durum karşısında uzun uzadıya açıklamaya girmemizden ziyade onun duygularını anlamaya çalışmamız gerekirmiş... Örneğin "işe gidiyorum, çünkü para kazanmam gerek, para kazanıp sana oyuncak, yiyecek vs vs alacağım"gibi bir açıklamayı yapmamızın çocuğun dünyasında pek bir anlamı yokmuş... Oyun sırasında bizi çocuk,kendisini işe giden anne/baba rolüne soktuğunda, rol gereği anne/baba olan çocuğumuz "ben işe gidiyorum" dediğinde biz rol gereği çocuk olarak (ama aslında gerçek hayattaki anne/baba olarak) mesaj verme odaklı "tamam git,bye bye" demek yerine bir anda "gitmeeee" diyerek ağlamaya başlarsak çocuğumuzun nasıl şok olacağını görebilirmişiz... Büyük olasılıkla şaşıran çocuk böyle bir duruma gülecek, keyif alacak "bir daha yap!" diye tepki verecektir. Bu oyun sırasında da annenin ya da babanın kendisinin gerçekteki duygusunu yansıtır şekilde davranması anlaşıldığını  hissetmesine neden olabilir.

Çocuklarımız ağladığı zaman ihtiyacı olduğunu gözlemliyorsak ona sarılıp "seni anlıyorum" demek bile yeterli, daha fazlasına gerek olmayabilir. Tabii gerçekten onu anlıyorsak böyle yapmamız bir anlam ifade ediyor yoksa altı boş kalabilir bunu da çocuklar hemen anlıyorlar zaten...

Bir de "gözümün içine baka baka yapma dediğim şeyi yapıyor" dediğimiz şeyler var. Nilüfer Hanım'a göre bunların hiçbirisi bizi çıldırtmak için yapılan şeyler değil. Bizim anne/baba olarak aynı konuda ona daha önce verdiğimiz muhtemelen abartılı tepkiden dolayı sınırını denemek için bu şekilde davranıyor olabilir. Abartılı tepki yerine yumuşak bir geçiş ile bu konuyu geçmemiz mümkün. Aslında biz ne kadar büyük tepkiler verirsek konuyuo kadar kalıcı yapabiliyoruz...

Oyunun direktörü çocuk olmalı

Oyunun içindeki "güç"ün yani oyunun direktörünün çocuk olmasına izin vermek bir diğer kilit nokta. Çocuk, kendi yazdığı ve yönettiği oyunda anne/babaya ne rol verirse biz de onu oynarız. Oyunda anne/baba olarak bize istemediğimiz bir şey yaptırmaya zorluyorsa bizim ağlama rolü yapmamız bir seçenek olabilir. Ağlamamıza karşılık olarak çocuğun hoşuna gider ve bize "bir daha yap" derse bilelim ki orada çocuğun kendisi ile ilgili bir şey yakaladık. İletişim ve ilişki için önemli bir noktadayız...

Yaratıcı ebeveyn olmak neden önemli

Nilüfer Hanım'ın anlattıkları arasında özellikle aklımda kalan ve dinlerken de gülümsediğim bir konu daha var: çocuklar sınırlarını zorlamak isterler, nereye kadar gidebileceklerini bilmek isterler. Örneğin okulda bir çocuktan duyduğu "b.k" kelimesini eve gelince bin kez söyleyip bizi ve ne söyleyeceğimizi sınamak isteyebilirler. Biz de bu kelimeyi duymaktan çok rahatsız oluyor olabiliriz. "söyleme" dediğimizde daha çok söyleyeceği ve bu konuda dikkat çekici olacağımız neredeyse kesin... oysaki Nilüfer Hanım'a göre yaratıcı olup çocuğumuza "bana her şeyi de ama esas koko deme" gibi bir cümle kurarsak dikkatini diğer kelimeden uzaklaştırmamız ve eğlenceli olmamız daha mümkün gözüküyor.

Oynarken sıkılıyorsak...

Benim bu 2 saatlik sohbetten aklımda kalan bir diğer önemli nokta ise şu oldu: çocukluğunda kendisi ile oynanmış ebeveyn çocuğuyla çok kolay bir şekilde oyun kurabilirken,çocukluğunda kendisi ile (çok) oynanmamış ebeveyn kendi çocuğu ile oyun kurmakta zorlanabiliyor ya da oynamaktan sıkılabiliyormuş... Sıkıldığınız an duygularınızı bastırmayın dedi Nilüfer Hanım, kendinize 15 dakika oyun oynayacağım ve kendimi bir laboratuvar ortamındaymış gibi gözlemleyeceğim diyebilirsiniz ve gerçekten de kendinize ne oluyor onunla yüzleşin... Bu süreçte kendi duygularımızı anlamaya çalışmamız aslında çocuğumuzun duygularını anlamamızı kolaylaştırabilirmiş... Bu arada Nilüfer Hanım'dan iyi bir haber de aldık: çocuğumuzla keyifli bir oyun süreci geçirmek, oyun oynamayı öğrenmemiz mümkünmüş:))

itiş kakış oyunları

Genelde babalar ve erkek çocukları arasında sıklıkla olan güreş ve benzeri fiziksel oyunların çocukların gelişiminde önemli paya sahip olan oyunlar olduğunu dinleyince çok şaşırmadım açıkçası.. Bu itiş kakış oyunları önemli ölçüde stres atıcı aktiviteler olmasının yanısıra çocuğun matematiksel zekasına katkı yapan,bir adım sonrasını planlamasına yardımcı olan aktivitelermiş aynı zamanda. itiş kakış, güreş, kovalamaca tipi oyunlarda tek sınırınız "gıdıklamama" olsun "çocuklarınızın sınırlarına müdahale etmeyin,  çocuğunuza saygı gösterin" dedi Nilüfer Hanım.

oyun önerileri

* anne baba çocuk emekleme pozisyonuna geçip birbirini yakalamaya çalışır,yakalamaya çalışırken kim kimin çorabını çıkaracak? - bu oyunu oynarken kıkırdamayacak çocuk olmaz sanırım:))
* çok uyarılmış birçocuğu sakinleştirmek için- çocuğunuzu kucağınıza oturtun,birbirinize makyaj yapma/ traş etme oyunu oynayın. Böylece gözgöze olunacak, birbirine dokunma fırsatının olacağı
regülatör özelliği olan bir oyun oynamak mümkün.
* En iyi oyuncak ANNE/BABA
*Oyuncak alacaksak olabildiğince basit olanları tercih etmemiz elzem. %90 çocuğun kendisini katabileceği, %10 oyuncak mantığıyla hareket etmek gerek

birkaç öneri

- anne/baba olarak konuşmalarımızdan "AMA"yı kaldırmak. "Seni anlıyorum AMA evden çıkmamız lazım" dediğimizde AMA'dan öncesini çöpe atıyormuşuz.
- Çocuklarımızla bu yaşlarda yaşadığımız zor anların her biri birer fırsat, şu an yanımızdalar ve onları olumlu şekilde şekillendirmemiz ve duygularını anlamamız mümkün... 15-16 yaşında yanımızda olmayacaklar... Duygularının anlaşılmadığını düşünen çocuk 15-16 yaşında kendisini anladığını düşündüğü (olumlu ya da olumsuz )kişilere daha kolay yönlenebilirler.

Aklımda kalanlar, aldığım notlar bugünden bunlar... En başta seminere giderkenki merakım üzerine de içim rahatladı: mutfakta birlikte bir şeyler üretmemiz, gezmemiz, arabada şarkı söylememiz her biri iletişim ve ilişki sürecinin bir parçasıymış,bunu da uzmanından dinlemiş oldum:))

İnternet annelerine organizasyon, Psk Nilüfer Devecigil'e de konuşması için ben kendi adıma çok teşekkür ederim:)

16 Mart 2013 Cumartesi

kitaplardaki ve tiyatrolardaki olumsuz mesajlardan ders çıkartmak üzerine...

Bugün Mert'e akşam uyumadan önce içinde kısa öyküler olan bir kitaptan "Ağustos Böceği ile Karınca"yı okuyordum. Öyküde yaz bitip kış başladığında Ağustos Böceği yemeksiz kaldığında Mert'in gözler yaşardı, alt dudak büzüştü; anladım ki hikaye biraz daha kötüye giderse Mert bayağı üzülecek ağustos böceği için!! "Merak etme oğlum birazdan karınca ağustos böceğiile yemeğini paylaşır" dedim, baktım normale döndü:) hikayenin sonuna gelirken hızlıca sonu bi' taradım ki ne göreyim: karınca, ağustos böceğine "madem bütün yaz yan gelip yattın, kışın da aç kal da gör gününü" demesin mi?!!! Ben hemen sonu kendime göre uygun bir kapanış cümlesi ile bitirip, ağustos böceği karıncaya yemeğinden vermiş çünkü arkadaşlar arasında paylaşma ve yardım çok kıymetli bir şeymiş türevinden bir cümle kuruverdim. Kitaptaki son bana bile ağır geldi; bırak 3 yaşındaki çocuk bilmeyiversin...

Bugün öğlen gittiğimiz çocuk tiyatrosunun çıkışında da benzer bir şey düşündüm:çocuklara mesaj verirken neden acaba negatif olaylar üzerinden bir mesaj vermeye çalışıyoruz/ çalışıyorlar?? Bu sabah 3.5 yaşında bir oğulları olan arkadaşlarımız bizi arayıp öğlen Caddebostan Kültür Merkezi'nde bir çocuk oyununa gideceklerini, bizim için de uygunsa onlara katılıp katılmayacağımızı sordular. Bugüne dair bir planımız olmadığından yapılı bir plana hızlıca uyum sağlayıp evden attık kendimizi... Mert'le danslı gösteri / sirk dışında ilk kez bir tiyatro oyununa gideceğimiz için yolda onu kısmen hazırladık nasıl bir şey olacağına dair, sanırım o da bayağı bir  meraklandı. Oyun genel olarak temizliğin sağlığımız için ne kadar gerekli olduğunu, temiz olmayan bir dünyada sağlığın olamayacağını, yediklerimizin ve içtiğimiz suyun ne kadar sağlıksız olabileceğini anlatan yani aslında temel mesajı "çevremizi temiz tutalım" olan bir oyundu. Fakat 1 saatlik oyun süresince bu mesaj sürekli olarak pislik, hastalık gibi olumsuz temalar üzerinden verildi ki Mert "oyunu sevmedim" demeye başladı. Belki bu sadece Mert'e özel bir durum da olabilir ama beni yine de düşündürdü ve daha önce bazı çizgi filmler ile ilgili okuduklarımı hatırlattı: "tüm hikaye boyunca negatif temaya maruz kalan çocuk hikayenin sonunda bağlanan olumlu mesaja odaklanmaktan çok hikayenin bütününde gördüğü olumsuzluklara odaklanıyor." gibi bir şeyler okumuştum. Bugünkü tiyatro ve akşamki öykü bana bunu hatırlattı.

Bu konuda yazmak isteyen ebeveyn ve uzmanlar olursa merakla yorumlarını okumak isterim...

7 Mart 2013 Perşembe

anaokulu günlüğü- 4. gün

Dünkü yazıyı bitirirken bugünün biraz zorlayıcı olabileceğini yazmıştım. Bugün de şöyle cevap vermek istiyorum:"biraz mı?!!!" Belki kendimce bugünün zorlayıcı olacağına inanmam belki de Mert'in yavaş yavaş benim geri çekilmemi ve bunun kalıcı olabileceğini idrak etmesi sonucu bugün önceki 3 güne göre çok daha zor geçti:( Çok detaylandırılacak bir durum da yok zaten,kısa ve öz: sabah Mert sınıfa girdi, ben biraz onu bekledim/ izledim sonra da  bankadan para çekmeye gideceğimi hemen geleceğimi söyledim zaten cümlem bitmeden Mert bacağıma yapışıvermişti. Hafta başında kendi kendime verdiğim sözü hatırlatıp kendime bu haftayı olabildiğince "light" geçireceğimizin altını çizdim ve sınıfın hemen dışında kalmaya devam ettim. Bana oturmam için getirilen sandalyeye oturmamı istemedi, sınıfa girmek istemedi, resim çizmek, şarkı dinlemek vs vs hiçbirini istemedi. Tek istediği yerde benimle oturmak oldu. Birara öğretmeni gelip arabayla oynaması konusunda aklını çeldi bi'5-10 dakika sınıfa girebildi ancak sonra yine bacağımda bitiverdi. Yukarıda annelerin bekleme odasında oturacağımı söyledim "hayır" dedi. Tüm gün boy unca okulun psikologunun sınıflarına gelip gelmeyeceğini sordu. Kendisi ile birebir oyun oynayıp ilgilendiği için şu an okuldaki en has arkadaşı okulun psikologu bence:)) arada ona bakmak istediğini, onun odasına bakmak istediğini söyledi, "peki" dedim,tek başına gitti, onunla sohbete başladı. Onunla büyük grubun sınıfına girip İspanyolca ve İngilizce derslerine girdi.Sonra aşağıya kendi sınıfına beraber indik, yemek saati olduğu için yemeğe inmesi gerektiğini söyledim.Evde yemek yiyeceğini söyledi Mert Bey, ben de  "peki" dedim ama isterse yemeği merak ediyorsa aşağı inip yemek salonunda yemeği kontrol edebileceğini söyledim. Bu kez Mert "tamam" dedi, okulda yemek yemeye karar verdiğini söyledi.Sonra sınıfla birlikte gideceğini ve benimle gidemeyeceğini öğrenince yaygara koptu!! Belli bir süre ağladıktan ve okulun psikologu Sena Hanım'ın onu sakinleştirme çabalarından sonra benim yanıma geldi. Bugünlük bu kadar zorlamanın yeterli olacağına ya da artık daha fazla dayanamayacağıma inanan ben (hikayedeki zavallı anne!!) Mert'e yemeği evdeyemeği ve ardından hemen uyumayı teklif ettim ve bu teklif kabul görerek evin yolunu tuttuk.

Tabii bu arada sabrı tükenmiş anne olarak Mert'e oyun, eğlence, yemek, faliyet gibi zamanlarda ağlayarak bu zamanları çöpe attığını; oysaki bu zamanları güzel geçirirse bunların çöp değil hafızasında hep kalacak güzel zamanlar olacağını ve gün içinde neler yaptığını akşam bana ve babasına anlatarak ne kadar çok sohbet edebileceğimizi anlatan bir nutuk çektim. Anladı mı bilmem, ben anlatabildim mi onu da bilemiyorum... Bugün kendimi çaresiz hissettiğm günlerden biri oldu o yüzden hangisi en doğru, hangisi yanlış sorgulamadan kendimce konuştum işte!!!

anaokulu günlüğü 4. gün benim için 1. günden de daha önceki bir gün oldu!!! bu süreçte geri dönüşler,zorluklar yaşanabileceğini biliyorum pek tabii ama bazen sabır ilk günde olduğu dolulukta olmayabiliyor...

anaokulu günlüğü- 3. gün

Mert'in dünkü hinliğinin ardından bugün ben de hem onu nasıl üzmeden hem de oyuna gelmeden nasıl kendi haline bırakabilirim diye düşünerek gittim okula... Bu arada şunu söylemem lazım 3 günde bu okul işi bize feci disiplin kazandırdı, saat 10 civarı okulda olacağız diye daha düzenli bir havada giyinip kahvaltı ediyoruz, yoksa geç kalmamak mümkün değil... Bunu yaşayınca küçücük yaşta ilkokula giden çocukların nasıl daha gözleri açılmadan kahvaltı yapıp giyindikleri ve okula gidip sıralarına oturup ders dinleyebildiklerine bir kez daha şaşıyorum...

Bu sabah da okula karavan göreceğimiz düşüncesiyle bir haves gidiverdik. Gittiğimizde bugünün konusu olan mini karavan okulun kapısının önünde park etmiş duruyordu. Biz sınıfa girdik, ben Mert'e sınıfta duran orgu gösterince bir anda ilgisini çekti ve beni de unutarak orga yöneldi. Ben de arkasından "Meltem Hanım'ın odasına çıkıyorum" diye seslendim sadece:)) yaklaşık 35 dakika beni aramayan oğlum sıra karavan gezisine gelince "anneeee" demeye başladı ve beni görünce de 40 yıllık hasretmişiz gibi bana sarılıverdi... Ne yalan söyleyeyim bence anne olarak ben de bir yanımla "hemen alışma sürecimiz sorunsuzca geçsin" derken diğer taraftan onun tüm çocukluğunu, bebeksiliğini yaşamaya bayılıyorum:))

Karavan ve çadır ziyareti sırasında Mert sanki tekrar ayrılmayalım der gibi sürekli yanımdaydı.Arada çok merak ettiği karavanla ilgili karavanın sahibine sorular sormak istese de hani eskaza anneyi kaybederim düşüncesiyle beni de yanında taşıyarak sorularını sordu.

Sonrasında sınıfa girerken yine beni yanına istedi ancak yemek saati geldiği için herkes sırayla yemeğe inerken Mert beni de alarak yemeğe inmek istedi. Bu sefer dünkü gibi bir senaryo yaşamak istemediğim için Mert'e çorbasını içmesinde yardımcı olup sonra yine yukarıya çıkmam gerektiğini söyleyip yukarı çıktım ve yemek saati, ardından da oyun saati aşağıya hiç inmedim. Ara ara öğretmeninden iyi olduğu bilgisini aldım... Sadece yemek yerken "annemle yiyeceğim" demiş öğretmeni de "yemeğini bitir anneye sürpriz yapalım"diyince aklına yatmış herhalde yemeğini kendi bitirmiş. Sonra beni görünce ilk iş zaten yemeğini bitirdiğini anlattı bana...

Aşağıdan yavaş yavaş mızmızlanma seslerini duyunca öğretmenine "yarın da rahat getirebilmem için bugün çok zorlamayalım" diyerek yukarı çıkmak isterse benim yanıma getirebileceklerini söyledim ve 5 dakika kadar sonra zaten Mert Bey nisbeten sakin bir şekilde yanımdaydı.

Bugünkü bırakma çalışması sonrası yarın günümüz nasıl geçecek (sanki biraz zorlayıcı olabilir gibi geliyor ama) göreceğiz:))

5 Mart 2013 Salı

anaokulu günlüğü-2. gün

Biraz önce eve geldik ve (bugünün ardından) eve girdiğimiz gibi Mert'i odasına ve tabii ki yatağına sokup uyuttum... Son 1 aydır kendi kendine öğle uykusunu yok eden oğlum için bugün baktım ki okul süreci ile birlikte öğle uykusu olmazsa olmaza dönüşmek üzere...

Sabah yine dünkü düzende kahvaltımızı edip evden çıktık ve okula yine sorunsuzca girdik. Bu sefer biz gittiğimizde bahçe saati başlamamıştı, çocuklar sınıflarında oyunlarıyla meşgullerdi. Mert yine önce gitmek için çok istekli görünmedi, tam da o sırada İspanyolca öğretmeni gelip şarkılara başladı. Bununla da ilgilenmeyen Mert Bey kendince gidip sınıftaki bisiklete binmeye başladı, kendince oyuncaklarla oynadı... Ben de o oyuna daldıkça sandalyemi daha da arkalara iterek görünmez olmaya çalıştım:)) şunu farkediyorum ki beni gördüğü bir ortamdaysa kendisi ile ilgili hiçbir şeyi öğretmenlerine yaptırmıyor hemen "anne yapsın" modu açılıyor. Ben eğer o sırada kendime meşgul süsü veriyor ve onun tarafına bakmıyor gibi görünüyorsam süreç öğretmenle normal akışında devam ediyor.

Bahçeye çıktıklarında yine beni parka istedi ama bu sefer tutturmadı ben de bankta oturup bilgisayarımı açtım "bir şeyler okuyorum Mert, sen oyna ben seni izliyorum" dedim sorun çıkmadı. Hatta bu sefer öğretmeniyle arka bahçeye (yani beni görmediği bir ortama)bile gitti...

Ben de dünün nisbeten rahat geçmesi,bugün bahçede beni çok aramaması "iyi gidiyoruz" derken sorun yemek saatinde patlak verdi! Zaten "insana anneliğin öğrettiği bir şey varsa o da...." gibi bir ahkam kesme cümlesi kuracaksam bu cümleyi şöyle bitirmek isterim: "her şey yolunda diye düşünmeyeceksin.Düşündüğün an resim 180 derece değişebiliyor!!"

Bahçe saati bitip çocuklar sırayla yemek için içeri girerlerken Mert "ben bugün evde yemek yiyeceğim." dedi. Ben de "Peki" diyerek "içeriden eşyalarımızı alalım o zaman hem de en son oynadığın oyuncağı kontrol et bakalım yerinde duruyor mu" dedim. İçeri girince belki yemeği burada yemek isteyebilir diye düşünerek bir yem attım aslında...Ve gerçekten içeri girince Mert yemeği burada yemek istediğini söyledi biz de diğer çocuklarla birlikte yemeğe indik. Mert sakince yemeğini yedi/ ben yedirdim. Tabağı bitmemişti ki "doydum"dedi. Ben de "peki kalkalabiliriz" dedim. Kalktık. Tam yukarı sınıfa çıkıyordu ki "ben aslında doymadım yemeğimi bitireceğim." dedi. Ben yine "peki" dedim bu süreçte çok uyumluyum:)) Tabii yemek salonuna girdik ki bizimkinin tabağı kaldırılmış, mutfağa götürülmüş bile... Hemen yeni bir tabak hazırlandı geldi, ama tabak aynı tabak olmadığı için mızıltı, ağlama ve "ben tabağımı istiyorum" feryatları birbirini kovaladı. Hemen görevli teyzemiz Mert'in kullandığı tabağı yıkamış tabak Mert'e taktim edildi!!!! "yok bu değil" diye konu uzadıkça uzadı, ben bir şeyler söyledim, öğretmenler bir şeyler söyledi falan filan... Sonra sakinleşen Mert Bey yemeğini yedi, "sakinleştim ben anne" dedi... Sonra bir baktım ki aslında yukarıdaki oyun saati de bitmiş bizim neredeyse eve gelme saatimiz gelmiş. İşte o an jeton düştü bende: Mert kendince benimle geçirdiği zamanı uzatmıştı, her ne kadar oyun oynamaya gitmeyi istese de hatta sonra yukarıdaki serbest oyun saatinin bitip diğer çocukların ya evlerine ya da uykuya gittiklerini görüp bence üzülse de çok da fazla takmadı kafasına...  Zamanı benimle geçirmişti, çünkü dün de bugün de sınıfa ve parka girmeyen ben yemek salonunda onun yanındaydım!!!! TA-TA-TA-TAM!!!

Okuldan çıkarken yine öğretmeninin ayakkabılarını değiştirmesine ve montunu giydirmesine izin veren oğlumu izlerken bu gerçek beynimde dalgalanıverdi ve dedim ki "çocuklar bizden çok çok daha akıllı ve biz onlar için plan yaptığımızı düşünelim onların planları daha derinlikli ve amaca yönelik oluyor"...

2. günden bana kalan ana fikir de bu oldu işte:))

4 Mart 2013 Pazartesi

anaokulu günlüğü- 1. gün

Bu sabah saat 7 buçuk civarı Mert uyanınca hiç mırın kırın etmeden ben de kalktım ve hiç oyalanmadan yapılan sabah kahvaltısı ve toparlanma sonrası saat 10'da okulda olmak üzere evden çıkıverdik. Mert evden çıkarken bir de sürekli şarkı söyleyen oyuncak köpeği mavi kulağı yanına aldı, bilmiyorum bunun kendini daha rahat hissetmek istemesi ile bir bağlantısı var mıdır?

Yarım gün olarak başlayacağımız okul hayatının ilk gününün maksimum 2 saat kadar olacağını kafamda planlayarak okula girdik.  Tam kapıdan içeri giriyorduk ki Mert'in yaş grubunun o sırada bahçeye çıktığını gördük ve okuldaki ilk günümüzün ilk saati havanın da güzel olmasıyla bahçede nisbeten kolay bir başlangıçla geçti. Mert ilk olarak bahçedeki oyuncak arabalarla oynadı, arada kendini futbol kalesinin arkasında bir yere sokuşturup etrafı izlemeyi tercih etti. Öğretmenler onun dikkatini farklı şeylerle çekmeye çalışsalar da o ara ara bana seslenip "anne sen de gel" vs dedi, ben de ona "ben çitlerin dışından seni izliyorum anneler çitlerin içine girmiyorlar" vs dedim. sonra bir ara ikna oldu bahçenin arkasındaki kaydıraklara gitti, bir ara dans ediyordu, sonra diğerçocuklarla birlikte oyun evine girdi. Aman iyi gidiyor galiba derken bindiği oyuncak arabayı bir başka arkadaşına kaptırdı ve orada kıyamet koptu. Araba paylaşılamayınca Mert başladı "bu araba benimdi" diye ağlamaya... Neyseki o sırada bahçe saati bitti, Mert'in tuvaleti geldi ve içeri girdik. Ben de bu arada Mert'e "bak annecim buradaki oyuncakların hiçbiri hiçbir çocuğun eğil, bunların hepsi okulun ve sizler de birbirinizle paylaşarak bunlarla oynayabilirsiniz." dedim. Mert'in yanıtı kısa ve net oldu "hayır onlar benim!!"

Neyse içeri girip tuvalet işini de halledince bahçedeki sorun unutuldu, Mert oyun hamurları ile oynamak üzere sınıfa girdi ben de sınıfın kapısında onu izlemeye koyuldum. Bu arada sınıf kapısı derken bildiğimiz sınıf formatı değil. Bir binanın bir katı  onların sınıfı aslında ve merdivenlere tek başlarına gitmelerini engellemek üzere yapılmış minik bir çit var. Ben o çitin dışında onu izledim, Mert de içinde oyun oynadı. Ara ara benim yanıma geldi, yanımda durup diğer çocukları izledi, sonra ilgisini çeken bir şey oldukça içeri girdi. Örneğin İngilizce şarkıların söylendiği bölümde gitti geldi, ama dans dersi(ders demek komik geliyor çünkü bu da bizim anlayacağımız şekilde bir dersten çok daha basit ve formatsızdı çocukları sıkmamak için) sırasında tamamen benim yanımda kaldı.

Yemek saati geldiğinde ben 2 saatlik zamanı kazasız belasız atlatmış olmanın verdiği huzurla "hadi anneciğim biz de eve gidip yemeğimizi yiyelim" dedim. Önce "tamam" diyen Mert Bey sonra diğer çocuklar gibi aşağı inmek ve yemeklere bakmak istedi, sonra da yemeği orada yemek istediğini söyledi. Tabii benim için şamda kayısı :)) yemek sonrası da kendini yine oyuna kaptırdı. Hatta bir ara fırsattan istifade denemek istedim ve Mert'i oyunla başbaşa bırakıp kayıt evrakları için üst kata çıktım,yaklaşık 20 dakika ortalıkta yoktum. Döndüğümde gayet güzel oynamaya devam ediyordu, tabii bu benim için nasıl bir mutluluk anlatamam:))) İlk günden çok uzun süre kalmayalım derken 3 saati geçkin bir süre biz okulda kaldık sonra da Mert el sallayarak okuldan ayrıldı...

Bugünü beklediğimden çok daha yumuşak ve keyifli atlattık, darısı diğer günlerin başına:)) Ama bugünden çıkardığım ders şu: okula gelirken kendi kendime "Mert ne derse olumlu yanıt vereceğim ve hiçbir şeye onu zorlamayacağım." dedim ve bunu uyguladım, ilk yarım saatte "eve gidelim" dese de "tamam" diyecektim, o kafada gelince her şey sanırım daha rahat oldu. Tabii bunda bir gün önce Kerem'le yaptığımız konuşmanın da etkisi büyük: "ilk gün zorlarsan ikinci gün evden çıkaramazsın, üçüncü gün pijamasını çıkartamazsın!!" sözü bütün gün aklıma kazınmış şekilde benliğini korudu:))

Tabii bu başlangıç evresinin ardından esas ayrılma evresinde neler yaşayacağız onu merakla bekliyorum!!

3 Mart 2013 Pazar

Anaokulu süreci öncesindeki anneden notlar...

Daha önce de yazdığım gibi anaokulu arayışı sürecimizin sonunda Kerem'le benim içimize sindiğini düşündüğümüz bir yer bulmamızla birlikte yarın Mert'le anaokulu sürecimiz başlıyor... Kafamda nasıl bir gün olacağını resmetmeye çalışıyorum, bazen ediyorum, bazen edemiyorum... Biraz önceki gibi Kerem'in koçluk yaptığı anlar kendimi daha iyi hissetmeme neden oluyor. "Bak sonuçta biz onun anne babasıyız ve onu en iyi biz tanıyoruz","hiçbir şey için zorlama, yarın zorlarsan öbür gün evden çıkaramazsın...","Bırak kendisi seçsin, bırak oradaki ortamı izlesin, kendisi oyuna katılmak istesin..."

Bunları aklımda tutup yarın sabah evden çıkmayı planlıyorum Mert'le birlikte... Sadece yarın değil tüm alışma sürecimizde bakalım neler yaşayacağız, hissedeceğiz? Bunları yarın ve sonrasında paylaşırım artık.

Gelelim bizim araştırma sürecmize... Nereden başladık,nelerle karşılaştık, araştırma öncesinde çok belirgin bir "önceliklerimiz" listemiz yokken gezdikçe önceliklerimiz ortaya çıktı, belirginleşti. Şimdi düşünüyorum ki anaokulu sürecini yaşamaya başlamamızla belki hiç aklımızda olmayan başka öncelikler listeye girecek, çok önemli dediklerimiz önemini biraz ya da çok kaybedecek.

Ben geçen yıl işi bırakıp Mert'le birlikte kalmaya karar verdiğimde ve birlikte olduğumuz dönemde annesiz bir oyun grubundaki 2 haftalık denememizin olumsuz sonuçlanmasının ardından Kerem'le Mert'i 3 yaşına kadar evde benimle tutmaya ve okul meselesini kapatmaya karar vermiştik. Hamilelik ve Mert'in 3 yaşının yaklaşması ile okul konusu bundan 2 ay kadar önce tekrar açıldı. Bizim kafamızda nisbeten net bir karar vardı, hemen arka sokağımızdaki anaokulundan hem memnun olduğunu duyduğumuz kişiler vardı hem de evin balkonundan görünecek kadar çok yakındı... Biz de bu okuldan yana seçimimizi kullanacaktık. Taaaa ki bir akşam Kerem'in "ya burası iyi midir kötü müdür diye bir yorum yapamayız çünkü diğer yerlerle kıyas yapacak, hatta neyle kıyaslanabilir konusunda en ufak bir bilgiye sahip değiliz." cümlesine kadar... Kendimize küçük çaplı bir liste yaptık,ilk listemiz evin yakınındaki birkaç anaokulu idi.Bunları gezelim, ne aradığımızı / ne istediğimizi bulalım dedik. Ve ben başladım gezmeye...Gezdikçe ne istediğimiz / istemediğimiz daha da netleşti gözümüzde, bu sefer de istediklerimizin olabileceği yerler nereler olabilir diyerek başladık yeni bir arama/taramaya...

Sonuçta önceliklerimiz şöyle ortaya çıktı:

* Biz Mert'i oyun oynaması için anaokuluna göndermek istiyoruz. Amacımız öğrensin, eğitilsin vs vs değil... Zaten bunun için upuzun bir eğitim & öğretim yılları silsilesi var çocuklar için. Kısacası, amacımız dil öğrensin, matematik profesörü (!) olsun değil; oyun oynasın, keyif alsın...
* (Tabii ki) sevecen bir öğretmeni olsun. (bunu yaşadıkça göreceğiz tabii)
* Eve yakın olsun (mümkünse yürüme mesafesi)
* Temiz olsun ama gösterişe prim vermesin
* Yemekleri okulda yapılsın ve mümkünse menüsünde hiçbir faydası olmayan (hatta çocuklar için zararlı) saçmasapan yiyecekler olmasın.
* Televizyon olmasın.
* Çocukları daha 3 yaşında standardize etmeye başlayacağı sinyalleri vermesn (örneğin bir örnek forma giydirmek gibi)
* Bir de yaklaşık 10-15 yerle görüşünce farkettim ki bazı okulların yöneticileri/ pedagogları/ kurucuları karşılarındaki velinin neye önem verdiğini anlamaya çalışıp velinin duymak isteyeceği cümleleri sıralamaya başlıyor ki bu süreçte sanırım benim için en itici olan okullar bu tip konuşmaları hissettiğim yerler oldu.

(Bu arada görüştüğüm okullardan birinin kurucusu beni görüşme sonrasında kararımız sormak için aradı ve ben o okulla devam etmeyeceğimizi farklı bir seçim yaptığımızı söyledim. Temel nedenimin de okulda tv izlenmesi olduğunu ilettim. Okulda tv'nin 17:30'dan sonra annelerini bekleyen çocuklar için açıldığını onun dışında da öğrenme sürecinde görsel destek sağlamak için tv'yi kullandıklarını söyleyerek tüm anaokullarında tv olmasının zorunlu olduğunu iletti. Bu konunun uzmanı değilim zorunluluk kısmını da hiç bilmiyorum ama benim tercih sürecimde olumsuz bir madde bu. Başka aileler için durum tamamen farklı olabilir. Ancak bu yeri seçmememizin doğru olduğunu telefonda karşımdaki hanımefendinin "hangi okula göndereceksiniz peki?!!!" sorusunu duyunca bir kez daha anladım. Böylece listeye kendimce bir madde daha ekledim: anaokulu sürecini bütünüyle direktiflere bağlı  görmeyen bir yer olsun)


Bu öncelikler doğrultusunda bir karar verdik bakalım yaşayıp göreceğiz listemize neler eklenecek neler çıkacak bu listeden:)

İnsan ömrü boyuna pek çok seçim yapıyor, kararlar veriyor. Bu da onlardan biri; ne çok önemsizce öylesine bir seçim yapmak ne de hayatımızın en önemli kararını veriyormuşuz modunda olmamak lazım diye düşünüyorum...

2 Mart 2013 Cumartesi

gündem bu ara yoğun

Neler mi var?

* Geçen 2 hafta boyunca Mert için sanırım 10-12 civarı anaokulu (Mert için daha kabul edilir olması için oyun okulu demeyi tercih ediyoruz) gezdik. Önümüzdeki Pazartesi başlamak üzere içimize en çok sineninde karar kıldık. (bu konu bence apayrı bir yazı konusu zaten)

* Geçen hafta 20. hafta kontrolümüz ve detaylı ultrasonumuz vardı. Her şey şimdilik yolunda gözüküyor:)) Cinsiyet bir önceki muayenemizdeki gibi kız ve halen isim arayışımız devam ediyor:))

* Okul süreci başlayacak diye bir süre benim uğrayamayacağım pek çok yere uğradık/ yapamayacağım pek çok ziyareti bu hafta yaptık.

* Mert'le haftada bir katıldığımız "Almanca" oyun grubumuz da tüm keyfi ve eğlencesi ile devam ediyor...

* Mert'in 3 yaş doktor kontrolü bugün bir araya sıkışıverdi. Hem anaokulu gezilerimizden hem de bugünkü doktor muayenesi öncesi/sonrası bekleme odasında farkettiğim kadarıyla salgın hastalık konusu hala gündemde sıcak sıcak duruyor!!!

* Haftaya Mert'in doğum günü, organizasyonel pek çok detay beni bekler.

Kısacası 2 haftadır hiçbir şey yazmadım ama bu hiçbir şey yapmamaktan değil; yerimde pek de oturamamaktan kaynaklanıyor. Evi ve evde yayılmayı özledim desem yalan olmayacak:)) Sanırım Mert de özlemiş ki bugün akşam üstü eve girdiğimizde oyuncaklarının bazılarıyla ilk defa oynuyormuş gibi oynadı:))

20 Şubat 2013 Çarşamba

"çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın hiçbir koşula bağlamadan alın" ve " 'hayır'lar 'evet'e dönerse tutarsız ebeveyn olmazsınız"

Cumartesi günü keyifli bir eğitim /sohbete katıldım. www.anneysen.com 'un düzenlediği ve "Daha mutlu ebeveyn çocuk ilişkisi için sınır koyma/ kuralları belirleme" başlıklı etkinliğin ilk konuşmacısı Psikoloji İstanbul'dan Psikolog Tolga Erdoğan'dı. Tolga Bey biz annelerle(ve sanırım birkaç baba da vardı) her şeye sınır koyan ebeveynlik ile hiç kural koymayan ebeveynlik davranışları ve çocuklardaki yansımalarını paylaştıktan sonra özellikle benim için çok ilgi çekici olan "ödül/ceza" başlığına geçti. Tolga Erdoğan'dan sonra Blogcu Anne Elif Doğan'ın kendi evinden tecrübelerini paylaştığı bölümü dinledik.

Her iki bölüm de benim için yer yer düşündürücü, yer yer eğitici, yer yer de eğlenceliydi...

Neler aklımda kaldı peki bu söyleşilerden:

Tolga Erdoğan'a göre bugünkü ebeveynlerin işini zorlaştıran temel konu şu: biz çocukken bizlerin sokaklarda harcadığı enerjiyi bizim çocuklarımız şimdilerde evde/ okulda yetişkin kontrolünde boşaltmak zorundalar. Bu da bizim sınırları daha çok arttırmamıza neden oluyor. Ayrıca hayatımız neredeyse 3. sayfa haberleri duymakla/ okumakla geçiyor. Bu da elimizde olmadan kaygı düzeyimizi arttırıyor ve sonucunda da (belki) gereğinden fazla kurallar koymaya başlıyoruz. Bu girişin ardından Tolga Erdoğan benim aklımdaki ilk soru ışığını yaktı: "Bu kuralların ne kadarı gerçekten gerekli? Kaygılarımızı azaltmak için mi bu kuralları koyuyoruz?"

Hiç kural konulmayan/ sınırların belli olmadığı bir evde öncelikle anne/babanın kendi hayatları yok oluyor. Çocuğa yatırım çok yüksek boyutta olduğu için beklenti yükseliyor, beklentiye karşılık alınamadığında anne/babanın hayal kırıklığı ve öfkesi artıyor ve ardından da tükenmişlik geliyor. MUŞ!! Ardından çocukta ise kendi sınırlarını çizememe sorunu ve hatta yetişkin olduğu dönemde "hayır" diyememe sorunu başlıyor. MUŞ...

Tam tersi durumda, yani gereğinden çok kuralları olan evde ebeveynin çocuğa verdiği otomatik mesaj ise: "sen kendi hayatını kontrol edemezsin; senin için en iyiyi BEN/BİZ bilirim/z." Örneğin 8 aylık bebek topunu koltuğun altına kaçırdı, ve topu almak istedi, anne "hayır" dedi ve topu alıp bebeğe verdi. Çocuğun ağır, uzak, yüksek vs gibi ilk matematiksel kavramları öğrendiği bu dönemde deneyimleyemediği için ilk matematik dersi boşa geçmiş oluyor.

Mert doğduğundan beri belki de Kerem'le en çok konuştuğumuz konulardan biridir bu: "Hayır"ları ekonomik kullanalım, gerçekten gereken hayati konular dışında "hayır" demeyelim." Bunu Kerem'in çok iyi uyguladığını, benimse evin daha kötü polisi rolünü üzerimde taşıdığımı kabul ederek Tolga Erdoğan'ı dinlemeye devam ettim. Hatta dayanamadım Tolga Bey'e de sorumu sordum: "Bizim ev hayatımızda hayati "hayır"larla ilgili şimdiye kadar bir sorunumuz olmadı. Mert'e gerekçesi ile elektrik prizine dokunmasının, kabloları ellememesinin vs neden hayır olduğumuzu anlattığımızda gizli saklı onları kurcalarken bulmadık kendisini. Ancak ben bir kitap alacağız diye girdiğimiz kitapçıda Mert'i 2-3 kitap alacağım diye tuttururken bulabiliyorum. Buradaki ve benzeri "hayır" meselesini nasıl değerlendireceğiz?" diye sordum Tolga Erdoğan da benim için hayati değeri olan bir yanıt verdi: "BAZEN HAYIRLAR EVETE DÖNEBİLİR" nasıl yani dedim kendimce... Sonuçta biz "Hayır diyorsam hayırdır" diyerek büyümüş bir nesiliz. Biz zannediyoruz ki bir kere "Hayır" dediğimizde sonra bunu "Evet"e dönüştürürsek tutarsız anne baba olabiliriz. Meğerse olmazmışız:)

Son dönemde benim de çok yararını gördüğüm bir konunun daha altını çizdi Tolga Bey. Ağladığı zaman çocuğun ağlamasına izin ver ve onunla göz temasını kesme, öfkeli değilsen ve duruma ayak uydurabileceksen o ağlarken yanında kalarak ona eşlik et ama ayak uyduramayacak durumdaysan  (ben bunu acelen varsa, o sırada anne olarak psikolojin ağlamasını kaldıramayacaksa vs) dikkatini dağıtarak çocuğun dikkatini başka yere çek. Ancak ağlamasına izin verip, hayalkırıklığı/ üzüntüsü ile yüzleşmesini sağlayıp konyu orada sonuçlanırmak en iyisi... Bizde dikkat dağıtma işi kesinlikle işe yaramadığı, Mert'in ağlama anında dikkatini dağıtsak ve konuyu değiştirsek bile konunun dönüp dolaşıp o çözülmemiş konuya gelip yeniden ağlamaya bağlandığını bildiğimizden biz artık  dağıtmayı pek kullanmaz olduk bizim evde... Ama tabii her çocuğun mizacı farklı...

Erken ergenlik denilen 2 yaş krizi ile ilgili de konuşurken bazen sorun çözülemeycek gibi olur, o zaman anne/baba olarak sorunu çözmeye uğraşmak yerine "bırak dağınık kalsın" düşüncesiyle yaklaşmak bazen hayatımızı kolaylaştırabilirmiş. Bunu da beynime yazdım illa her konu sorun olduğunda çözülmeli diyen bir anne olarak!!

Ödül/ceza başlığında ise beni derinden yakalayan cümlesi şu oldu Tolga Erdoğan'ın: "çocuk yetiştirirken özül kullanıyorum, ceza kullanmıyorum diye bir şey yoktur. Ödül ve ceza bir bütünün iki parçasıdır. Ödül veren ama ceza vermediğini düşünen bir ebeveyn aslında ödüle alıştırdığı çocuğuna ödül vermediğinde ceza vermiş olur."dedi ve ben yine deriiiiin düşüncelere daldım... Bu başlıkta aldığım notları kısaca şöyle paylaşmak isterim:

* ödül ve ceza ile "iyi şeyler yaparsan iyi, kötü şeyler yaparsan kötü şeyler hakedersin" diyoruz ve bu hikayede iyi ile kötünün tanımı anne ya da bize olarak bana ait.
* insan ceza aldığı zaman bedelini ödemiş olduğu için vicdani sorumluluk taşımamaya başlar.
* anne/ baba olarak "benim onayladığımın dışına çıkarsan seni reddedebilirim" mesajı taşıma riskin var.
* sürekli ödül ve ceza ile büyüyen kişinin kendisini kendi olarak değil de karşısındaki kim ise onun istediği şekilde ifade etmesi mümkün olabilir.
* ödül ve ceza ile aslında kişinin iç motivasyonu yok oluyor/ azalıyor ve dış motivasyon ile bir şeyleri yapmaya başlıyor. Örneğin öğrenmek (iç motivasyon) için ders çalışmıyorum, sene sonunda ailemin bana alacağı bisiklet (dış motivasyon) için çalışıyorum.
Tolga Erdoğan burada şu cümleyi kurdu ve aklıma kazındı: "çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın, almak istediğiniz için alın; bir sebep aramayın,8 kırığı da gelse alın. Sınıfını geç bisiklet alacağım dediğinizde çocuk bu sene bisiklet için çalışacak seneye tablet için, peki öbür sene??"

Ben bu ödül/ ceza konusunun bana bu şekilde anlatılmasını çok sevdim, çok da mantıklı geldi burada anlatılan her bir söz. Gel gör ki ödül ve ceza dna'mıza işlemiş bir nesil olarak bunu tamamen bir kenara atmak gerçek hayatımızda nasıl mümkün olabilir ben onu düşünüyorum Cumartesi'den beri... Şu anda bu bilincin varlığı ve farkındalığın oluşmasının bile bir artı olduğunu düşünen içimdeki polyanna bu konuda ilerleme gösterebileceğime dair bir umut barındırıyor kendisinde; umarım becerebilirim:))  Cumartesi günü bu etkinliğe giderken burnu tıkalı olan ve burnuna tuzlu su damlattırmamak için benimle savaşan oğluma "sen ilacı damlattırmadın ben de seninle konuşmuyorum." diyen (kara vicdanlı) anne olarak,  Tolga Bey'in sözleri ile vicdan azabım tavan yaptı tavan... O andan itibaren "Al sana ceza Zeynep" diyorum...

Şunu da yazmadan geçmeyeyim: çocuklara bağırmak, bir şeyi yüksek sesle söylemek kontrolümüzü kaybetmek üzere olduğumuz mesajını veriyor çocuğumuza ve ciddiye alınmamamıza neden oluyor. MUŞ!!...

Tolga Erdoğan'ın konuşmasının ardından Blogcu Anne Eilf Doğan'ın sohbetiyle de pek çok kez gülümsedim, pek çok kez evlerde yaşanan durumlar,çocuklarla ilişkiler, eşler arası diyaloglar, iyi polis- kötü polis olmalar birbirine ne kadar benziyor düye düşündüm. Kısacası en başta da belirttiğim gibi keyifli, çoğunlukla düşündürücü ve öğretici birkaç saat geçirdim ben kendi adıma.