2 Aralık 2013 Pazartesi

#BlogFırtınası : 2. Gün


"...Tarih ve toplum arasındaki ilişki hangi yönde olursa olsun tek yönlü olmamalıdır..."* tarihçi olmamış bir tarih mezunu olarak evlendiğimde "çeyiz" namına kitaplarımı getirdim ben bizim eve... Bugünün görevi de "Herhangi bir kitabın, herhangi bir sayfasını açın ve bir satır seçin. O satırla yazıya başlayın, gerisi sizden…" olunca okul zamanındaki kitaplarımın önüne oturdum... birkaç kitap karıştırdım ama benim için pek de herhangi bir kitap olmayan bir kitabı seçtim, içini karıştırdım bu cümleyi görünce durdum sayfayı okudum... 

Düşündüm... Bundan 10 ve fazlası yıl önce okuldaydım ve o döneme dair en çok özlediğim anlar ders içi ve dışı gündemle, politikayla, tarihle, toplumla alakalı derinlemesine yaptığımız konuşmalar... Bugüne baktığımda yargılar, yorumlar maalesef geçmişe göre daha keskin, daha net, daha çerçeveli. Ya biz büyüdük, tartışmaya fırsat vermeyecek şeklide "insan sarrafı" olduk, net yorumlar yapıp her şeyi "çok" bilir olduk ya da içinde yaşadığımız dönem bizi tartışmalardan, farklı fikirlere saygı duymaktan alıkoymaya başladı.

Ve ne yazık ki çocuklar da bu kadar keskin hatlarla, siyah ve beyazlarla, "biz" ve "onlar" ile büyüyorlar; oysaki arada binlerce, milyonlarca renk; farklılık ve zenginlik var. Bir şeyin bize göre doğru olması her zaman ve herkesçe doğru olacağı anlamı taşımayabilir. 


En başta, tarih ve toplum arasındaki ilişki tek yönlü olmamalıdır diyerek başladım. Bence bu her türlü ilişkiyi anlamak, yorumlamak için doğru... Karşıdan bize gelen mesajları yorumlamakta çok ustayız da acaba bizim mesajlarımız nasıl anlaşılıyor onu da düşünmek gerek... Biri bize ya da çocuğumuza çaaat diye yaftayı yapıştırdı diye kızıyoruz da peki biz hiç mi etrafımızdaki insanları yaftalamıyoruz!! 


Tarih, tek yön, çift yön, düşünceler, tartışma, çeşitlilik, çocuklar, yaftalamak derken oradan oraya atladım, dağıldım... Aslında söyleyeceğim çok kısa ve öz: "biraz saygı!"


* "Geçmişin Sesi" Paul Thompson

1 Aralık 2013 Pazar

#BlogFırtınası : 1. gün :)

Bir varmış bir yokmuş... Zeynep, twitter'da timeline'da #blogfırtınası etiketi ile yazılmış tweetler görmüş, bu ne acaba demiş, gördüğü şu linke tıklamış, fikir hoşuna gitmiş haydi ben de yazayım demiş... Bugün 1 Aralık, 31 günlük ödevin ilk günü... Gün 2 Aralık olmadan yazayım istemiş...

Bir varmış bir yoknuş... yazı yazmak Zeynep'e hep iyi gelmiş, kendini en iyi ifade etme yolu olarak yazıyı hep öncelikli olarak tercih etmiş. Günlük tutmuş, notlar yazmış, anı defterleri doldurmuş, bunları saklamış... Okulda genelde "sıkıcı" bulunan kompozisyonları yazmaktan zevk almış, dönem ödevleri hazırlamış, arkadaşlarıyla mektuplaşmış... "Paper"lar yazmış üniversitede... Günlük tutmaya ara ara devam etmiş... Sonra ufak bir bebek vesile olmuş, bir blog tutmaya başlamış ama pek devamı gelmemiş. E ne de olsa çalışıyor o zamanlar... Ama çalışırken de bir bakmış yine yazmakla ilgili bir şeyler yapar olmuş yaptığı ana işin yanında; "çalışan iletişimi" ile ilgili kişi oluvermiş... Sonra iş hayatına ara vermiş, derken 2. bebek haberini almışlar... Zeynep, "bu blog tutmaya yeniden başlasam" demiş ve aklına geleni, ileride hatırlamak istediği her şeyi  bloguna taşımaya başlamış...

Gökten 3 elma düşmüş: biri kocasına, biri oğluna, biri de kızına...


29 Kasım 2013 Cuma

minik bir DUYURU: başka bir sayfaya haftada bir misafir oluyorum:))

Artık kendi sayfam Anne Baaak! dışında haftada bir www.internetanneleri.com 'da da yazılarım konuk yazar :) sayfasında yer bulacak... Benim için çok keyifli olacağını düşündüğüm bu durumu ve internet annelerinin adres bilgisini buradan da paylaşmak istedim. Zira www.internetanneleri.com 'da pek çok konuda annelerin kaleminden yazılar bulmak mümkün...

Şimdiye kadar emzirme odası ve "evde Montessori" eğitimi ile ilgili 2 yazım yerini aldı bile...   

26 Kasım 2013 Salı

okulu tamamlayici olarak "evde Montessori" eğitimi

Biz Eylül ayından bu yana Mert vasıtasıyla Montessori felsefesiyle içli dışlı bir haldeyiz.  Montessori nedir merak edenler buradan okuyabilirler. Sadece Mert değil "biz" diyorum çünkü Kerem de ben de çocuğun gelişim (biz gelişim süreci derken okul buna "normalleşme" süreci demiş bu tanımlamayı çok beğendiğim için ben de bu şekilde kullanacağım.) sürecinde ev ile okulun birbirini tamamladığına inanıyoruz. Mert'in okulu da bu şekilde düşünüyor ki  3 hafta kadar önce okuldan şöyle bir davet aldık:

"Normalleşmiş çocuk, biz Montessori öğretmenlerinin ulaşmak istedikleri en üst noktadır. Ancak; normalleşmiş çocuk, evde sağlanmış uygun koşullarla birlikte bizim onun için düşünüp hazırlayacağımız uygun koşullarda kendini gösterir. Evde, Montessori eğitimi adına nelere dikkat edebilirsiniz? Evinizde yapacağınız ufak değişikliklerle atabileceğiniz büyük adımların farkında mısınız?..

Bir süredir merakla beklediğim eğitimin daveti gelmişti ben de hemen akşam gerçekleşecek bu eğitim için organize oldum; babaanne ve hala bizim evin iki bıdığıyla ilgilenmek üzere bize geleceklerdi, biz de Kerem'le birlikte bu eğitime gidecektik. Bu eğitim için mümkünse kulaktan kulağa yapmayalım, ikimiz de anlatılanları birinci ağızdan dinleyelim istedik.

Bizim çocukların öğretmenlerinin bize anlattıklarını kısaca paylaşmaya çalışacağım: 

  • Montessori sadece bir eğitim sistemi değil; daha fazlası- ev, okul ve çocuk işbirliğinde bir yaşam biçimi, bir felsefe.
  • Amaçları:
    • Öğrenmeyi öğretmek
    • Bağımsız olmayı öğretmek
    • Dünyaya/ diğer insanlara saygı duymayı öğretmek
    • Kendine seçenekler yaratabilmeyi öğretmek
  • Okulda ve evde farklı şeyler öğrenmek karmaşaya yol açıyor.(Zeynep'in notu: kesinlikle! Ben de buna inanıyorum diyerek geçenlerde burada "Aile ile okulun aynı felsefeye inanması büyük Şans" demiştim.) 
  • Temel Noktalar Neler?
    • Özgürlük (limitler içinde)-Sınıfta çocuklar her çalışmayı yapmakta özgürler ama limitleri belirleme önemli. Örneğin istediği çalışmayı yapan başka bir çocuk varsa onu beklemesi gerektiğini bilmeli.
    • Bağımsızlık- Birinci yılda pek çok şeyi kendi başlarına yapabilmeyi öğreniyorlar.
    • Emici Zihin=Model çıkarma - Çocuklar ne görürse onu yapar. Her şeyin yeri bellidir, düzen vardır sınıfta; bu kendi evinde/ odadsında da sağlanabilir.
    • Hassas Dönemler- en önemli hassas dönem düzen dönemi- bu dönemde rutinler önemli. Diğer hassas dönem ise dil dönemi- bu dönemde de dil çok hızlı gelişiyor. Bu hassas dönemleri kaçırmamak çok önemli.
    • Hareket İhtiyacı
    • Tekrar Etme İhtiyacı 
  • Nasıl Bir Çocuk Odası?
    • Çocuğun kendi hareket edebileceği bir alanı olmalı.
    • Alçak ve açık raflar kullanılabilir. Kocaman bir oyuncak sepeti içine doldurulmuş oyuncaklar çocukta karmaşa yaratır.
    • Oyuncak ve kitap sayısını karşılıklı anlaşıp azaltmak ve kaldırmak yararlı olacaktır.  (Zeynep'in notu: biz bu hafta sonu bunu gerçekleştirebildik; inanılmaz bir nefes alma ve rahatlama sağlıyor özellikle anneye:))
    • yeni oyuncak alınacağı zaman "yeni bir şey alacaksak eskiyi birine verelim" diyerek vermek çoğalmayı engelliyor.
    • Odada sanat bölümü olması gerekli- yapılandırmaya gerek yok; atık malzeme, boya, kağıt vs konulan bir kutu olabilir.
    • Ortak alanlarda sadece kendi kararı/ tercihi geçerli değil; başkalarına da saygı duyması gerektiğini bilmeli.
    • Kitaplık az sayıda kitaptan oluşmalı- kitaplıklıktaki kitaplar her hafta değişebilir.
    • Duvarlarda resim olabilir ama dikkati dağıtacak kadar çok değil.
    • Beden farkındalığı sağlaması için odada ayna bulunmalı.
    • Odada saat bulunmalı.
    • Holde veya odasında kendi boyunda elbise askısı olmalı.
    • Mümkünse ışık açma düğmeleri boy hizasında olabilir.
    • Çocuğun dolabı kendi ulaşabileceği bir boyda ve düzenli olmalı.
    • Model olmak çok önemli- bizim hayatımız, dolaplarımız, odalarımız sadeleşirse çocukların dolapları ve odalarının sadeleşmesi daha kolay olacaktır.
  • Giyinme
"Yapılan her gereksiz yardım çocuğun gelişimini baltalar." Maria Montessori
    • Çocuklar bağımsız olmak ister.
    • Kendi giyebilecekleri kıyafetler alın.(lastikli pantolon, düğmesiz üstler gibi)
    • Kendileri giyinmeleri için zaman verin.
    • Çocuğunuz yardım istemeden yardım etmeyin.
    • Yardım istediğinde küçük gareketlerle yardım edin.
    • Giyindikten sonra "çok güzel giyindin aferin!" demek yerine "haydi gel birlikte aynaya bakalım" denilebilir. 
  • Mutfak
    • Çalışabilecekleri bir alan sağlamak önemli
    • Kullandıkları eşyaları ulaşabilecekleri yerde tutmak gerek.
    • Buzdolabında onlara ait bir raf bulundurulabilir.
    • Acıktıklarında kendi karınlarını doyurabilecekleri bir alan sağlanabilir.
  • Temizlik
    • Yerleri silebilecekleri bir paspas, bez ya da süpürge bulundurulabilir.
    • Çamaşır katlama görevi verilebilir (Zeynep'in notu: hem sorumluluk bilinci hem de motor gelişimi için faydalı bir çalışma-tabii anneye katkısı da yadsınamaz; sonsuz destekliyorum:))
  • Yeme Alışkanlıkları
    • Yemek konusunda rutininiz olsun.
    • Model olduğunuzu unutmayın; onlarla beraber aynı şeyleri yiyin.
    • Çok uzun zaman alsa bile kendi yemeklerini kendilerinin yemesini sağlayın.
    • Bir çok çocuk 1 yaşındayken çatal-kaşık tutmaya hazır olur. Çocuklarınıza kendi başlarına yemeleri için fırsat verin.
    • Düzenli beslenme alışkanlıkları kazandırın.
    • (Zeynep'in notu: Mert'in son dönemde artan sorumluluk alma isteğine bağlı olarak yemekte kendi servisini kendisi yapıyor. Ancak yemekte pilav, makarna gibi alternatifler olduğunda bunları tabağına gereğinden fazla doldurabiliyor, bu da diğer yemekleri yememesineneden olabiliyor. Bu durumda ne demek gerekir, okulda ne yapıyorlar sorusunu öğretmenlerine yönelttim, cevap şöyle: "yemekten, önce 2 kaşık al; sonra doymazsan tekrar 2 kaşık alabilirsin." - bunu uyguladım ve işe yaradı)
  • Banyo
    • Tuvalet kağıdı ulaşabileceği yerde olsun.
    • özbakım ürünleri bir sepette olabilir.
  • Kişisel Bakım
    • Her alanda model olun.
    • Kişisel temizlikleri için ulaşabilecekleri alanlar yaratın.
    • Sürekli hatırlatıcı tolde olmayın; geri çekilin ve takip edin.
    • "Burnunu sil!" yerine "Gel aynada yüzüne bakalım."
    • "Sifonu çek!" yerine "Çıkarken unuttuğun bir şey var mı?"
    • küçük yaştan itibaren tuvalet temizliğini kendisinin yapmasına izin verebilir(miş)iz
    • Alışkanlık kazanılana kadar konuya eğlenceli yaklaşılabilir.
  • Ortak Yaşam Alanları
    • Çocukların boyunda askılık sağlanmalı.
    • Ayakkabıları için ona özel bir sepet kullanılabilir.
    • Salon oyun alanı değildir. Salonda anne babasının yanında vakit geçirmek isteyen çocuk odasından getirdiği bir oyuncağı ile salonda uygun bir oyun köşesinde oynar ve sonra yerine götürür.
    • Çocuklar sorumluluk almayı sever- örneğin meyve/sebzelerin bittiğinin haberini verme sorumluluğu çocuğa verilebilir. Sebze ve meyveleri kontrol eder, lite hazırlar, birlikte alınır ve buzdolabına yerleştirilir.
  • Ev Dışında
    • Eline büyüteç verip inceleme yapmasını sağlamak çok değerli; bu arada annne babalar da onları izleme keyfini yaşayabilir.
"Dünyaya çocuklarınızın gözlerinden bakın; yere yakın ve dikkatli..."
  • TV
    • Ne izlediği ve ne kadar izlediği önemli
    • 3 yaşın altındaki bir çocuğun TV izlemesi hiç yararlı değil. Gerçeklik ve hayal ayrımı yapamıyorlar.
    • Kumandayı eline verip  seçmesine izin vermek yerine dvd almak, download etmek ve kayıt etmek daha kontrollü bir TV izleme süreci sağlar.
    • Yine model olmak çok önemli.
    • Aile zamanında, örneğin yemek saatinde TV olmamasına özen gösterin. Çocuklar mümkünse haberlere şahit olmasınlar!
    • Ipad, akıllı telefon gibi kullanımlar limitli ve kontrollü olmalı. Bazı eğitsel materyaller izlettirilebilir.
"Çocuğun eline koyamadığınız hiçbirşeyi zihnine koyamazsınız." Maria Montessori

Başta da söylediğim gibi bu eğitim bizim için çok önemliydi. Eğitimden çıktığımızda Mert'le neler yapabileceğimiz kadar bizim kendimizde neleri değiştirebileceğimizi de konuştuk Kerem'le. Sonuçta çocuklar model alıyor ve bizleri dikkatlice izliyorlar... Biliyorum bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız ara ara şöyle demiş olabilirsiniz: "yok artık!" "bu kadar da olamaz!" "bu koşuşturmacalı hayat içinde nasıl olacak!!"; biz de eğitimin son yarım saatinde izlediğimiz 20 aylık bir Montessori çocuğu olan Edison'un bir gününü (internette bu videonun bir linkini bulamadım;dvd'si var- bir yerde karşınıza çıkarsa mutlaka izlemenizi öneririm) izlediğimizde aynı tepkiyi verdik. Ama ben inanıyorum, "emek olmadan yemek olmaz" denir ya, biz inanırsak ve çocuklarımıza sorumluluklar verebilirsek ve genlerimize inat kendimizi biraz geride tutabilirsek çocukların pek çok şeyi kendi başlarına yapabileceğini ve gün içinde ne kadar daha az mızmızlandıklarını görebiliriz. 

Geçen yıl henüz 10'lu yaşlarına girmiş olan yeğenimin okulunda ablamla "ergenlik" konulu bir seminere katılmıştık. Oradan da aklımda kalan en temel nokta: "çocuklara sorumluluk vermenin ne kadar kritik olduğu"ydu. Yani yaştan bağımsız ve de yaklaşımlardan, aslında çocuklarımıza güvenmemiz, onlara sorumluluklar vermemiz, sonra da onları keyifle izlememiz ne kadar da güzel olur:)

Bu arada son bir nokta,eğitimde bize önerilen bir kitap vardı onu da paylaşmak isterim,son zamanlarda sosyal medyada pek çok anne de bahsetti bu kitaptan: "Daha Sade Bir Hayat"... Sadeleşmek isteyen aileler için faydalı olabilir, ben henüz okumadım ancak sırada bekliyor, okuyanların ve de uygulayanların yorumları olursa buyrun buradan paylaşın:)

Biz bu eğitimden temel olarak ne öğrendik?
  •  model olmayı
  • çocuğuna sorumluluk vermenin ne kadar önemli olduğunu
  • çocukların da birer birey olduklarını
  • sadeleşmenin hayatı kolaylaştırabileceğini

21 Kasım 2013 Perşembe

aklıma gelenleri öylesine yazdım...

Aslında başka bir yazı yazmak için oturdum bilgisayarın başına o sırada Blogcu Anne'nin "ödül yok tanıklık var; ceza yok sonuç var" başlıklı yazısına takıldı gözüm; önce onu sonra o yazının içindeki bir bağlantıyla "Devlet okulu hata mıydı?" yazısını okudum yorumlarıyla beraber hızlıca...Ödül- ceza konusuna neredeyse hepimizin çocukluğundan gelen alışkanlıkları reddederek ödülsüz cezasız çocuk büyütmeye her geçen gün daha çok inanıyor ve yaşantımıza genlerimiz elverdiğince (!) katmaya çalışıyoruz:)) Bu nedenle bu başlık direkt ilgimi çekti. Ödül-ceza ikilemi ile ilgili geçen aylarda katıldığım Psikolog Tolga Erdoğan'ın seminerinden oldukça etkilenmiş seminer notlarını da buradan paylaşmıştım.

Ödül-cezadan yola çıktım eğitim sistemine girdim, çocukların yeteneklerine göre değerlendirildiği bir eğitim sistemimiz/okullarımız/öğretmenlerimiz olsa yazılarını/yorumlarını okudum, devlet okulu özel okul ayrımına tekrar 1500. kere takıldım ve sonra dün haber sitelerinde okuduğum "artık şaşırmam sanıyordum ama pes" dediğim açıklama aklıma geldi. Kendi kendime oflanıp "her geçmiş gün yaşadığımız güne göre daha felsefik /daha değerli konuları tartışıp düşünüyormuşuz" dedim!!! Yani her geçen gün daha şekilci, korkutucu konular giriyor gündemimize!!! Her sene bu ülkede eğitim sisteminin (ki bence sınav sisteminin adı eğitim sistemi oldu artık!) değiştiğinden yakınır dururuz, alternatifler konuşulur, tartışılır belirli bir çevrede; ama yavaş yavaş (bazen çok hızlı) bu tartışmalarımız daha sığ noktalara çekiliyor ve ne yazık ki bizler de bu sığ noktalara gitmekten hiç çekinmiyoruz... Keşke öyle bir ortam olabilse ki çekilmeye çalıştığımız sığlığı kaale almamayı başarsak :( Keşke Ödül-ceza, sorumluluk bilinci, başarı kime göre nedir ne değildir, ve buna benzer pek çok konuyu tartışsak ve ortaya çocukların ruhsal gelişimine hizmet edebilecek, onların geleceğin "sağlıklı" bireyleri olmasına imkan sağlayacak çıktılar koyabilsek...

Bu hafta yine yazmıştım "aile ile okulun aynı felsefeye inanması büyük şans" diye...Doğru ama eksik! Biz çocuklarımızı istediğimiz kadar inandığımız felsefeye, düşünceye, vs uygun/ yakın/ benzer okullara gönderelim (bulabiliyorsak tabii); toplum genelinde baktığımızda eğitim felsefelerinden ziyade şekilci, hatta ayrımcı bakış açılarıyla büyüyen "neyi ne için yaptığını" bilmeme ihtimali yüksek bireylerle birarada yaşayacaklar "aman o okula mı gitse, yok bu şekilde mi eğitim alsa" dediğimiz çocuklar(ımız)... Trafikte, sokakta, işyerlerinde, hatta hatta belki kendi evlerinde... Şimdilerde bile sokakta insanların birbirlerine tahammülleri bu kadar azken, en ufak bir şey birbirimize öfkelenmemize neden olabiliyorken, küçücük bir tartışmanın sonunda insanlar birbirlerini öldürebiliyorken bundan 20-30 sene sonrasına dair ümit besleyemiyorum!

Kafamda uçuşan bir sürü şeyi sırasızca aklıma geldi şekilde düzenlemeden yazdım; galiba bir anda içimde birikenleri yansıttım. Ama her geçen gün konuşulanları duydukça, yazılanları okudukça üzülüyorum, sonra da üzülüyorum diye kendime kızıyorum. "Üzüleceğine ne yapılabilir onu düşünsene" diye!!! Sonra yine ümitsizlik!!!

20 Kasım 2013 Çarşamba

Aşure yapmayan bi' ben kalmıştım sanırım:)


Bazı konular var diyorum ki: "annem hayatta olsa ve görse bunu benim kızım yapmış olamaz derdi"... Bu aşure de öyle bir konu benim için, ne bileyim geçenlerde Mert'in okulundaki kostüm partisi için kalın çoraba diktiğim kuyruk da öyle bir şeydi, yazın yaptığım kışlık domates hazırlığı da:))) Çalışıyorken bunlar benim için acayip zaman alıcı, çok uzun süren ve "zor" işlerdi... Şimdi çalışmıyor olmamın verdiği ek zaman mı yoksa yaşımın getirdiği "aman canım bir şekilde yapılır bütün işler" anlayışı mı bilmiyorum bu tip işlere girmekten keyif alıyorum... Bir de temelinde Mert ve (biraz büyüyünce) İpek'in "benim annem bunları da yapardı" diye düşünmeleri isteği var sanırım... Çünkü insan bana göre büyüdüğünde çocukluğundan en çok tatları ve kokuları hatırlıyor; bir de o dönemde birlikte olduğu büyüklerle birlikte ürettiklerini...

Neyse... Ben bu sene kendi kendime"şu aşure nasıl yapılıyormuş bir deneyeyim" dedim; valla sonuç da fena çıkmadı:)) Tariflere baktım önce nasıl yapılıyormuş diye, farkettim ki aşurenin içine koyacağın malzeme çeşidi kadar çok tarif var her yerde... Ben de kendi damak zevkime göre bir şey bulmaya, bulduklarımı kendi zevkime göre uyarlamaya çalıştım. Selin Kutucular'ın "Büyükada Yemekleri" kitabı evlendiğimden beri en çok kullandığım yemek kitabıdır, oradan ne yapsam hem kendim beğenirim hem de tadanlar beğenir. Aşurede de çıkış noktam yine Selin Hanım'ın kitabı oldu; oradaki malzemeleri kendi damak zevkime göre azaltıp çoğalttım.

Şöyle ki: 

  • 2 su bardağı aşurelik buğday
  • 1 su bardağı nohut (neyseki geçen aylarda haşladığım ve kabuğunu soyup buzluğa attığım nohutlar henüz bitmemişti onları kullandım)
  • 1/ 2 su bardağı kuru fasulye
  • 1 avuç sarı üzüm
  • 1 avuç pirinç
  • 250 g. kestane
  • 5-6 tane kesilmiş kuru kayısı
  • 600 g. kadar şeker (çok tatlı olmasını istemediğim için 1 kg ölçü yerine ben bu kadar kullandım- tercih sizin)
  • süslemek için: kuş üzümü, file badem, antep fıstığı, nar,ceviz, kuru incir, kuru kayısı, tarçın

Buğdayı iyice yıkayıp 2 lt suda yarım saat kadar haşladım akşamdan ve sabaha kadar tencerede beklettim. Geceden fasulye, sarı üzüm ve içe konulacak kayısıyı ıslattım. Sabah tencereye biraz daha su ekleyerek orta ateşe koydum. Fasulyeyi haşladım, nohut zaten haşlanmıştı daha önceden. Haşlanan fasulye, nohut ve bir avuş pirinci tencereye ekledim. Bir arada kaynattığım kuru üzüm ve kayısıları ekledim. Kayısıları eklemeden önce küçük küçük kestim. Kestaneleri haşlayıp ayıklayıp onları tencereye ekledim. Bence tüm işlemin en zahmetli kısmı kestaneleri ayıklaması. Nohutlar daha önceden ayıklanmış olmasaydı o da diğer zahmetli kısım olabilirdi. Malzemelerin hepsi pişince kestaneleri ekledim. En son da şekeri ekledim ve tencere yi dinlenmeye bıraktım. Orijinal tarifinde sıcakken kaplara konulup süslenmesi yazıyor ama ben tüm aşureyi ikram zamanına kadar tencerede tutmayı tercih ettim. Üstleri açık olmadığı için sertleşmiyor tencerede, daha taze kalıyormuş gibi geliyor bana ama bu işin ustaları varsa yorumlarını iletsinler lütfen:)) Sonrasında da ikram edeceğim zaman üstünü süsleyip ikramı hazırlıyorum.

ve sonuç:


e afiyet olsun:))

19 Kasım 2013 Salı

Aile ile okulun aynı felsefeye inanması büyük şans...

Bu konuyu uzun zamandır yazacağım, biraz daha zaman geçsin süreci daha sağlıklı anlatabileyim istiyorum; bu nedenle de bilerek erteliyordum anaokulu sürecinde geldiğimiz noktayı...

Geçen sene Şubat ayı boyunca Mert için evimize yakın pek çok anaokulu gezdim. Aslında Mert 2 yaşındayken öğrendiğim, gidip konuştuğum ve hatta Mert 3 yaşına gelince kesin buraya gidecek dediğim bir anaokulu vardı kafamda ancak eve çok yakın değildi ve bingooo ben hamileydim- her gün Mert'i evden çıkar, arabaya bindir, okullara taşı yapmak istemedim ve o dönemki muazzam (!) araştırma sürecim başladı. İlk içimize sineceğini düşündüğümüz anaokulunu denedik, oraya sadece 8 gün gidebildik. (Blogu takip edenler o dönemki içinde bulunduğum hali hatırlayabilirler belki... okumak isteyenler buradan buyursun) Sonrasında da hep aklımızda iyi bir alternatif olarak düşündüğümüz bizim evin balkonundan bahçesini görecek kadar bizim eve yakın olan anaokuluna gitmesine karar verdik.

Bu çevrede olumlu bir algısı olan, temiz, güleryüzlü öğretmenleri, genişçe bir bahçesi olan keyifli bir okuldu... Ve ne güzel ki Mert burayı 3 günde benimsedi, ne bana ne de kendisine sıkıntı yaratmadan okuluna gitmeye başladı; bunda çokcana yakın olan ve Mert'in o dönem çok sevdiği öğretmeninin etkisi çok büyük bence...
Mert okula başladı, ancak bizim Kerem'le evdeki okul sıkıntısı muhabbetlerimiz bitmedi. Öncelikli olarak Kerem, sonraki dönemde de ben Mert'in okuldan "mızmızlanarak" gelen bir çocuk olmaya başladığını düşündük. Mert okula gitmeden önceki süreçte bize isteklerini yapmamız için çeşitli nedenler öne süren bir çocukken okul süreciyle birlikte tutturma, mızmızlanma, bağırma, ağlama "güçlerini" kullanabileceğini farketti. Bu dönemde Kerem ısrarla bunun okulda çevre koşulları ile öğrenilen davranışlar olduğunu söylerken ben içinde bulunduğu yaş döneminin ve benim hamileliğimin etkili olabileceğini savunuyordum. Ama için için de neredeyse tüm anaokullarında olan ve benim kabul edemediğim ödüllendirme, yemeği bitmediyse yedirme, sınırlı boyama yapılması vs gibi konulardan da sıkıntı duyuyordum.

Haziran sonu gibi, daha İpek aramıza katılmadan önce, Mert'in huysuzluklarının tavan yaptığı günlerden birinde (ara ara kendimi lojistik olarak zorlasam ve oraya mı göndersek dediğim-iz) okulu aradım ve kayıt alıp almadıklarını sordum.Okul müdürü bana kayıtların dolduğunu ancak yer açılma durumunda yedek listeye dönüş yapacaklarını söyledi. Kayıtların dolması, yedek liste vs diyince hamilelikte listeye yazılan okul zamanı gelmeden kayıt yapılıp yer tutulan okullardan zannetmeyin lütfen... Küçük, minik bir okul bizimkisi... Az çocuk var, bu nedenle liste miste işlerine girmek zürunda kaldık...

Neyse ben ümidimi kaybettim... Ara ara acaba Mert'i okula göndermesek mi, bir sene daha evde mi kalsa, ama kardeş de geliyor, ben n'apacağım, off bu çocuk sürekli bağırarak ağlamaya devam mı edecek dediğimiz yaz ayları içinde bir de kardeş konusu eklendi gündemimize... Sezar'ın hakkı Sezar'a, İpek nedeniyle şimdiye kadar Mert bizi çok zorladı dersem hakkını yemiş olurum. Ama benden talepleri İpek'in doğumuyla ciddi ölçüde arttı. Bu arada okul tatile girdi, okul açıldı,3-4gün okula gitti, sonra biz tatile gittik... Derkeeen araya okula gidilmemiş uzunca bir zaman girdi ve biz tatildeyken bir gün telefonum çaldı... Okuldan aradılar ve eğer hala düşünüyorsak yedek listede sıranın Mert'e geldiğini söylediler. Hala düşünüyor muyduk? Tabii ki evet; evet ama tek sıkıntım İpek yeni gelmişti, Mert halihazırda gittiği okulundaki öğretmenini çok seviyordu ve ben  Mert'i birşeylere ikna etmek için zayıf bir dönemdeydim...

Mert'e uygun (ve tabii kararlı) bir şekilde yeni okuluna gideceğini anlattık, bu okulu aslında eskiden beri bildiğini hatırlattık, İpek'in evde benimle kalacağını bilmesinin verdiği zorlukla yeni okul sürecimize Eylül sonu başladık... Şimdi ne durumdayız? Mert dile getirmese de davranışlarından, anlatmasından, paylaşmak istemesinden anladığım okulunu çok seviyor. Dile getirmiyor çünkü hala onun okula gidiyor benim onun bulunmadığı herhangi bir ortamda İpek'le yalnız kalmamı merak ediyor ve aslında durumun böyle olmasından sanırım rahatsızlık duyuyor. Okuluna alışmasının, sevmesinin yanında biz Mert'in eski davranışına geri döndüğünü görüyor ve çok mutlu oluyoruz. İstemediği (ya da istediği) bir şey olduğunda bizi konuşarak ikna etmeye çalışıyor, bağırarak değil (ağlamalar ara ara hortluyor tabii hala)... Belki bu da bir yaş ve dönem konusu, belki okulla hiç ilgisi yoktur, artık İpek'in varlığına alışmıştır ve krizli dönemi geride bırakmıştır... Ama Kerem de ben de bu olumlu değişiklikte okulun önemli bir paya sahip olduğuna inanıyoruz. Geçen hafta okulda anne babalara verilen eğitimde de Mert'in davranışlarına yansıyan noktaları gördükçe de buna inancımız pekişti.

Okul konusunda son 6-7 ayda yaşadıklarımıza bakınca herkes farklı şeyler düşünebilir ama bizim için şunları söyleyebilirim:


  • Okul önemli bir konu ama hayatta bundan çok çok daha önemli konularla uğraşabiliriz gelecekte. Hiçbir konuya hayat memat meselesi diye bakmamak lazım. 
  • Hangi konu olursa olsun insanın en başta içine sinmeyen bir taraf varsa o bir şekilde dönüyor dolaşıyor ortaya çıkıyor.
  • Aynı şekilde, en başta içine sinip uygun olduğunu düşündüğün bir şeyi/yeri bir nedenden ötürü tercih edememişsen sonunda o nedeni bir şekilde olduracak bir yol buluyorsun.
  • İyi okul/ kötü okul diye bir ayrım olabilir belki ama bizim için daha çok "aileye uygun okul" diye bir şey var- yani ailenin benimsediği eğitime yakın/benzer felsefede, tercihlerde olan okul... İşte onu bulunca mutlu oluyorsun, okulla ev birbirini tamamlıyor.
Biliyorum bu okul mevzusu burada bitmez, inşallah bunun daha ilkokulu, ortaokulu, lisesi, üniversitesi var; Türkiye'de heryıl değişen eğitim sistemi, sınavları var; ama şimdilik biliyoruz ki anaokulu için keyifli bir yerdeyiz, okulla aynı dili konuşabiliyoruz... 

#AnneBenNerdenGeldim

Geçen hafta Perşembe günü HT Hayat tarafından düzenlenen Psikolog Iraz Toros Suman'ın #AnneBenNerdenGeldim semineri vardı. Duyurusu yapılır yapılmaz kayıt oldum, konu çocuklara cinselliği anlatmak gibi bir konu olunca hepimizin çuvalladığı, kendi çocukluğundan taşıdığı 'ayıp' kavramlarıyla şekillenmiş bir konu olabiliyor... Ancak ne yazık ki gidemedim; aynı gün aynı saatte Mert'in okulunda "evde Montessori" eğitimi vardı ve ona katılmayı önceliğimize almak zorundaydık. O da başka bir yazı konusu mutlaka yazmayı istediğim...

Evet ben Iraz Hanım'ın bu seminerine gidemedim ancak twitter'da #AnneBenNerdenGeldim başlığıyla yazılan neredeyse tüm tweetleri, blog yazılarını okudum. Okuduğum blog yazılarının linklerini burada paylaşmak, konu ile ilgili bir şeyler okumak isteyen varsa aracı olmak isterim; ayrıca bu derece önemli bir konuda yazılanları bu şekilde derlemek ve aklım her karıştığında açıp okumak isterim. Konu aynı, konuşulanlar aynı ancak her yazıda kişilerin yorumlamasıyla ya da önemsemesiyle öne çıkan noktalar farklı olabilir... Ben her yazıda "haaaa bak böyle demek gerekiyormuş,böyle anlatılmalıymış" dediğim mutlaka bir şey buldum...






17 Kasım 2013 Pazar

Lohusa olmak ya da olmamak...

Konu ne olursa olsun annelik, çocuklar, bebekler üzerine bir sohbet oldu mu annelerle biraraya gelmeyi seviyorum... Bu buluşmaların ardından genelde kendimi daha bi' hafiflemiş hissediyorum... Perşembe günü de annelerle ve anne adaylarıyla İnternet Anneleri'nin düzenlediği "lohusa depresyonu" konu başlığında buluştuk.

Mert de İpek de doğduktan sonra bir lohusa depresyonu yaşadığımı düşünmedim ama ara ara ani çıkışlarımın, sabırsızlıklarımın da bu hormonal değişikliklerden etkilendiğini pek de göz ardı etmedim... Bakalım bu konunun uzmanı ne diyecek, bu durumu yaşayanlar/ yaşamayanlar ne anlatacak diyerek ben de Mert'i okula bıraktıktan sonra İpek her zamanki gibi çanta formatında üzerime bağlı olarak yerimi aldım...

Neler konuştuk?

  • Lohusa depresyonu demek yerine lohusa sendromu demeyi tercih ettik öncelikle.
  • Lohusa sendromu, doğum sonrası genelde 6 hafta içinde başlayan ve 7-10 gün süren, kendiliğinden düzelen bir süreç.
  • Geçmişte bir depresyon yaşanmışsa, evlilikte sorun varsa ortaya çıkma ihtimali daha yüksek
  • Eskiden duygu bozukluğu olarak nitelendirilirken şimdilerde daha çok düşünce bozukluğu olarak nitelendiriliyor.Annenin bebeğe hazır olup olmaması, hem annenin hem babanın bebeği istemesi sendromun ortaya çıkışını belirleyen önemli etkenler. Ayrıca kişinin kendi geçmişinde kendi ailesi/ anne-babasıyla sorunlarının olup olmaması da bu durumun belirleyicilerinden.
  • Genelde sıkıntı gün içinde değil hava karardıktan sonra başlıyor.
  • Bu durumda "bebeği görmek istemiyorum" diyebiliyor anne...
  • Baba desteği varsa sorun yaşama ihtimali azalıyor. Eşlerin daha önceden halı altına attığı sorunlar varsa sorunlar doğum ile birlikte ortaya çıkabiliyor.
  • Bu süreçte bedensel rahatlama çok etkili - spor yapılması, ter atılması vs...
  • Bu süreçte duygusal boşalım da çok önemli- ağlamak 
  • Sözsüz müzikleri dinlemek, nefes teknikleri kullanmak rahatlatabilir.
  • Hepimizin adaptasyon sürecine ihtiyacı var. Yeni bir eve taşındığımızda, yeni bir işe başladığımızda bile alışma süreci yaşıyoruz.
  • İnsan hayatında 'an'ın iki hırsızı var: biri 'geçmiş pişmanlığı', diğeri 'gelecek kaygısı'...
  • "Neden" sorusu yerine çözüme yönelik "nasıl?" sorusunu sormak daha doğru.
Uzman Psikolog Aycan Bulut'tan bunları dinlerken arada biz anneler kendi hikayelerimizi anlattık. Sanırım bu hikayeleri dinlerken en çok gülümsediğim cümle: "ben lohusa sendromu yaşadığımı düşünmüyorum ama eşim düşünüyor!!!" oldu:))) 

Bence lohusalık ve devamındaki süreçte es geçilmemesi gereken bir konu daha var, sohbet sırasında herkes kendi yaşadıklarını anlatırken ben de bunu paylaştım: doğum sonrası mutlaka tiroid ile ilgili kontrollerimizi yaptırmalıyız. İlk doğumumda, 6 ay kadar sonra işe yeni döndüğüm zamanlardı, sürekli yorgunluk halindeydim ve bunun bebek-iş-ev üçgenindeki koşuşturmacadan, süt verme ve işte süt sağma süreçlerinde yorulmuş olabileceğimden dolayı olduğunu düşünüyordum. Aşırı kilo verme ve sinirlilik hali de eklenince Kerem, benim bir endokrin uzmanına görünmemi önerdi ve tiroid değerlerimin yüksekliği ile orada tanıştım! Konunun uzmanı değilim ama o dönem hayat kalitemdeki düşüşü hatırladığımda etrafımda doğum yapacak ya da yeni yapmış tüm arkadaşlarıma bu konuda bir hatırlatmada bulunuyorum mutlaka...

Perşembe günü bu konuyu konuşmamıza, anneler arası paylaşım yapmamıza vesile olan İnternet Anneleri'ne, bize değerli bilgiler veren Aycan Hanım'a ve buluşma için alan sunan Brandium Joker Mağazası'na teşekkür ederim. Bu sohbet süresince Kindyroo da henüz yürümeye başlamamış bebeklerle bir aktivite yaptı ancak bizim minik hanım tüm sohbet süresince uyuduğu için kendi yaşına uygun :)) aktiviteye katılamadı ancak arada duyduğum keyifli seslerden bebeklerin ya da en azından annelerinin çok eğlendiklerine eminim...

Bu arada google'da "lohusa" kelimesini yazınca "lohusa sendromu", lohusa şerbeti, geceliği, tacı, pijaması, gecelik sabahlık takımları, şekerinin ardından 7. sırada çıkıyor... Bundan bir anlam çıkarılabilir mi bilmiyorum ama güzel bir temennide bulunmak istiyorum: bizi sıkıntıya sokacak konular umuyorum hep böyle son sıralarda yer alır...




4 Kasım 2013 Pazartesi

Bugün mıknatıslı ahşap blokları denedik...

İlk kez geçen günlerde Blogcu Anne Elif Doğan'ın şu yazısında okumuştum Logy Toys'u, sonra da bu hafta içi İyi Cüceler Çocuk Kitabevi'nin haftalık aktivite duyurusunda pazar günü Logy Toys'un ahşap bloklarını deneyimleyebileceğimizi öğrenince bugün maaile İyi Cüceler'e damladık... İyi Cüceler, Mert'in kendisini evde gibi hissettiği, uzun zamandır kitap almak, aktivitelere/atölyelere katılmak ya da sadece uğramak/bakınmak için gittiğimiz ve çok sevdiğimiz "mahallemizin kitapçısı"...

Bugün de tam saatinde İyi Cüceler'e gittiğimizde Çetin Bey, Logy'nin yaratıcısı, ahşap blokları çantasından çıkarıp masanın üzerine koymaktaydı... Mert önce uzaktan uzaktan inceledi blokları... Çetin Bey'in daveti üzerine masaya oturup kendince "eserler" yapmaya başladı. Bu arada ben de Çetin Bey'den Logy Toys'un hikayesini dinledim kısaca...

Boğaziçi Üniversitesi'nde farklı farklı bölümleri deneyimlemiş, uzun yıllar çeşitli şirketlerde bütçeleme ve stratejik planlama yöneticiliği yapmış olan Çetin Bey şimdilerde ahşap oyuncaklar tasarlıyor ve kendi atölyesinde yine kendisi üretiyor. Bu %100 doğal ahşap blokların özelliği şu: içindeki minik top şeklinde olan mıknatıslar sayesinde her yönden çekim sağlıyor ve tahtalar birbirine manyetik olarak yapışıyor ve istediğiniz şekli ortaya çıkarabiliyorsunuz. ince, kalın prizmalar, tekerlekler, üçgenler... Hepsi biraraya gelerek çocukların hayal güçlerinin yansımasıyla binbir çeşit şekil ortaya çıkarıyorlar... Kaptırınca uzuuuun uzuuuun oynanan cinsten oyuncaklardan...

Keyifle oynanan bu oyuncakların içinde bulunan özel mıknatısları nedeniyle maaliyetinin yüksek olması bence tek dezavantajı. Küçük ya da büyük paket seçeneklerini seçmek mümkün; fiyatları 30 ile 190 TL arasında değişiyor ya da kendi tercihinize göre Logy Toys'un internet sitesinden istediğiniz parçalardan kendinize uygun bir set oluşturup satın alabiliyorsunuz.İnternet'ten başka bir yerde satılmıyor mu derseniz de İstanbul'daki bazı çocuk kitapçılarında ve bazı oyuncakçılarda da bulmak mümkün...



Yaklaşık 1 saat Mert aralıksız bu ahşap oyuncaklarla oynadı. Sonrasında İyi Cüceler'de başlayan kitap okuma saatiyle kitabı dinlemek üzere diğer çocuklar gibi masadan ayrıldı ve masadaki tüm ahşaplar bizim evin baba kişisine kaldı, o da bayağı ciddiyetle upuzun bir tren yaptı fırsattan istifade...

Ben hayatlarında önemli bir risk alarak, keyif aldıkları hobilerini işleri haline getirebilmiş insanlara hep hayranlıkla bakmışımdır; insanın sevdiği işi yapmasının, bu işten de hayatını kazanabilmesinin çok çok değerli olduğuna inanırım. Umuyorum Logy Toys ile keyif aldığı işi gerçeğe dönüştürebilmiş olan Çetin Bey de çok yeni olan Logy Toys ile keyif aldığı işi yapmaya çok uzun zaman devam edebilir. 

Logy Toys'un tanıtım videosu için: http://logy.com.tr/videolar
Twitter'da takip etmek için: https://twitter.com/logytoys


28 Ekim 2013 Pazartesi

Gezenti anne için önemli bir konu: Emzirme Odası

İpek doğduktan sonra sanırım 5. günden itibaren dışarılardayız... Bu dışarılarda gezinmelerimiz (İpek de nisbeten uyumlu bir bebek olduğundan) artık daha uzun sürmeye başladı. Bazen Mert'i sabahtan okula bırakıp dışarıdaki işleri halletmeye ya da yürüyüş yapmaya İpek'le birlikte çıkıyoruz öğleden sonra Mert'i okuldan alma saatine kadar bazı günler dışarıda kalıyoruz, sonra Mert'i okuldan alıp hep birlikte eve dönüyoruz... Bu gezilerin bir de haftasonu daha kalabalık yaptığımız versiyonları var tabii..

Bu ara farkettim ki gideceğim yerle/yerlerle ilgili ilk dikkat ettiğim şey İpek'in uyku saatinin ardından nerede olma ihtimalimiz olduğu ve İpek'i rahatça emzireceğim bir yer olup olmadığı... Aslında ben İpek'i emzirme örtümüzle her yerde emzirebiliyorum ama İpek bundan pek memnun olmuyor ve üzeri örtülü bir şekilde emmek istemiyor çoğu zaman. Ve bence de çok çok haklı, hangimiz yemeğimizi özellikle de çok aç olarak uyandığımız bir uykunun ardından sıkış tepiş bir şekilde kendimizi kısıtlayarak yemek isteriz? Bana kalsa emzirmek çok çok doğal bir eylem olduğundan kendimize uygun rahat edebileceğimiz her yerde örtü var yok derdi olmaksızın emzirebilmeliyiz!! Ama şu toplumsal normlar,kurallar vs yok mu onlara uymadık mı herkes bir anda fazlasıyla rahatsız oluyor!!! e dolayısıyla biz de bir anda suçluluk (!) duygusuna yeniliyoruz... 

Neyse konudan çok sapmayayım.. Bu ara benim için emzirme odası olan yerler, restoranlar, mağazalar ayrı bir sempati kazanıyor... Biz çok alışveriş merkezi alışveriş merkezi gezen bir aile değiliz ama tabii ihtiyaç durumunda İstanbul'da adım başı varolan güzide merkezlerimize uğruyoruz. Şimdiye kadar içinde emzirme odası olmayan bir alışveriş merkezine rastlamadım. İyileri var, bir de yapılmış olmak için yapılmış olanları var diye ikiye ayırabiliriz avm'lerdekileri... 

Sokaklardaki emzirme ihtiyacına bağlı olarak avm dışı yerlerdeki emzirme odalarının bir listesini hazırlamaya çalışıyorum. Lütfen bilen, gören, deneyimleyen varsa eklesin yorumlara... Twitter'da #emzirmeodası başlığıyla da ekleyebilirsiniz. 

Ben listeyi başlatıyorum, haydi el birliğiyle uzatalım listeyi. Biliyorum çok uzun bir liste olmayacak belki, ama kim bilir belki bir bilinç başlatırız da mekan sahiplerinin bu ihtiyaçla ilgili farkındalıkları artar ve bu liste daha da uzar:))

Ben en yakınımda, son zamanlarda gittiğim yerlerle başlıyorum:

  • Şaşkınbakkal Mothercare mağazası: Mothercare mağazası Mert yeni doğduğunda o dönemki bu civarda yaşayan ya da bu tarafa gezmeye gelen tüm bebekliler gibi benim de kurtarıcımdı. Eski binasında 2. katta kocaman bir emzirme odası vardı. Hatta orası anneler arası önemli bir sosyalleşme alanıydı... Gel zaman git zaman Mothercare yine Şaşkınbakkal'da başka bir binaya taşındı, orada da yine 2. kata bir emzirme odası koydu ancak bir önceki kadar kapsamlı ve büyük bir alan olamadı maalesef burası. Bir alt değiştirme sehpası ve bir emzirme koltuğundan ibaret küçük bir odacık... Ama yine de biz emziren annelerin aklına ilk gelen yerlerden biri... Keşke Mothercare yetkilileri eski kapsamlı emzirme odası gibi bir yer ayırabilseler bu binada da...
  • Şaşkınbakkal Joker mağazası: Joker buradaki mağazasını açalı çok olmadı aslında,bir süre önce de üst katlarını da bünyesine katıp daha büyük bir mağaza haline geldi. Bir ay kadar önceydi uğradığımda emzirme odası yapıp yapmadıklarını sormuş mağaza içinde iki tane emzirme odası olduğunu öğrenmiştim.Biri giriş katında yeni hazırlanıyordu, dçğerini görmemiştim. Dün alt kattaki küçük odayı kullandım emzirmek için. Küçük, içinde bir koltuk ve alt değiştirme sehpası olan bir odaydı. Emzirmeyi tamamlayınca bir de en üst kattaki odaya şöyle bir göz attım. Bu oda, diğerinden daha büyük olmakla birlikte aşağıdaki gibi koltuk ve alt değiştirme sehpası bulunduruyor. Her iki odada da lavabo bulunmuyor.
  • Şaşkınbakkal Marks&Spencer mağazası: Yine tek annelik emzirme odalarından bir tanesi. Mağazanın çocuk/bebek reyonunun bulunduğu katta tuvaletlerin yanında yer alıyor. Sallanan bir koltuk, ayak uzatmak için bir puf ve portatif alt değiştirme sehpası bulunuyor. Burada da lavabo bulunmuyor.
Katlı mağazaların emzirme odalarını denerken aklıma Şaşkınbakkal Boyner de geldi ve orada da bir emzirme odası olup olmadığını sorduğumda bir alt değiştirme odası olduğunu öğrendim. Bir tuvalete eklenmiş portatif alt değiştirme sehpası var burada sadece... Gerçi Şaşkınbakkal çevresinde zaten yukarıda yazdığım alternatifler bulunuyor. Bağdat Caddesi üzerinde Şaşkınbakkal- Suadiye çevresinde alternatifler var iken bu konuda Caddebostan çevresi oldukça eksik kalıyor diye düşünüyordum...

Geçtiğimiz günlerde Caddebostan Kültür Merkezi'ne gittiğimde İpek'i emzirmem gerektiğinde Kültür Merkezi içinde kesin bir emzirme odası vardır inancıyla odanın nerede olduğunu sordum ve kültür merkezi içinde emzirme odası olmadığını öğrendim. Keşke olsaydı dedim hem kendi kendime hem de twitter üzerinden Kadıköy Belediyesi'ne... Belki bir gün olur kim bilir...

Caddebostan Kültür Merkezi'nde emziremeyince ve İpek'in süt krizinin başlayacağını düşünerek o gün kendimi uzun zamandır gide gele kendimi evimde gibi hissetmeye başladığım İyi Cüceler Çocuk Kitapçısı'na attım:)) Bu arada twitter üzerinde #emzirmeodası başlığında yazarken Caddebostan Nivokido'dan orada rahatlıkla emzirebileceğimizi belirten bir tweet aldım... En kısa zamanda İpek'i orada da emziririm artık, Mert oyuncaklarla haşır neşir olurken...

Son olarak emzirme odasını kullandığım ve memnun kaldığım iki restoranı da eklemek isterim buraya:

  • Et-inn Restoran Sahrayıcedid: Et-inn bence ciddi anlamda çocuk-bebek-anne dostu bir restoran. Mert için oyun parkları, İpek içinse emzirme odası ve bizim için de rahatlığıyla ön plana çıkıyor... Emzirme odasında "yok yok" diyebilirim. Lavabo, emzirme koltuğu, alt değiştirme sehpası, emzirme minderi, bebek bezi, ıslak mendil, pişik kremi gibi gerekli olan her malzeme odada mevcut. Tek annenin emzirmesi için düzenlenmiş, ancak genişçe bir oda.
  • Kırçiçeği Pide Ataşehir: Kırçiçeği'nin de yine tek annelik, ama lavabosu, emzirme koltuğu ve alt değiştirme sehpası var. Bu arada Kırçiçeği'nde çocuklar için ayrı bir tuvalet de var, bu da özellikle Mert'in beğenisini kazandı:)
  • Krispy Kreme Şaşkınbakkal: Henüz buradaki emzirme odasını deneme fırsatım olmadıben de varlığını twitter'daki #emzirmeodası başlığından öğrendim.
Restoranlar kısmında eminim eklenecek daha çok yer vardır. Ben genelde İpek'i yemek öncesi uyuttuğum için farkettim ki restoranlarda emzirme odalarını yeni yeni deneyimlemeye başlıyorum. Deneyimledikçe de bu listeye eklemeye devam edeceğim. Alışveriş merkezlerini ise bu yazıda hiç yazmadım, ehemn hemen hepsinde iyi ya da kötü bir emzirme odası olduğu için...

Ancak bence esas ihtiyaç Kadıköy, Beyoğlu, Bakırköy, Nişantaşı gibi sokakta alışveriş ya da yürüyüş yapılan yerlerde emzirme odasına sahip mağazaların olması... Lütfen siz de bu tip yerleri biliyorsanız paylaşın listeyi uzatalım...

21 Ekim 2013 Pazartesi

eskinin "inek öğrencisi"nin bugünkü pazartesi sendromu...

Vallahi billahi ben tatillere karşı değilim, hele de uzun tatillerde hepimiz birlikteyiz ya seviyorum...Arada evet tırlatıyorum "burası ev, insan yaşıyor burada" türünden çıkışlarım ya da tatilin sonlarına doğru fazla birlikteliğin getirdiği şımarıklıkların doz aşımı oluyor ama bir arada bir şeyler yapmayı da seviyorum...

Seviyorum da... Çalışmayan (ya da evde çalışan mı demek gerekir:)) bir anne olarak yıllar sonra yeniden bugün pazartesi sendromum tavan yaptı! Geçen Mart-Nisan aylarında Mert okula başladı alıştı derken Temmuz'da İpek'in doğumunun da hemen ardından yaz tatiline giren okul ve okulun başlamasının 1 hafta ardından tatile giden biz, tatilden gelince değiştirilen okul, tam okulda oryantasyon dönemi bitmek üzereyken çıkagelen 9 günlük tatil....

Ve 3 gündür gündüzleri meme emmememe savaşları veren İpek...

Ve dün gece sadece 4 saat kadar uyumuş bir anne...

Pazartesi sendromu içimde patladı! Zaten sabah 6'da uyumuş bir anne olarak sabah uyanıp ilk cümlesi "ben bütün gün uyuyacağım anne!" olan oğluma pek de alışık olmadığı biçimde "tamam oğlum." dedim ve uyumaya devam ettim... Sonra bu cümlenin doğasına uymadığını fark eden oğlum yeni bir cümle attı ortaya: "ben artık okula gitmeyeceğim anne!" ve buna da hiç alışık olmadığı şekilde "tamam oğlum" dedim ve uyumaya devam ettim... Neyse bu denemeleri birkaç cümleyle daha devam etti, beni çıldırtamayacağını anladı ki sanırım "Ben okulumu seviyorum ama bugün gitmek istemiyorum" dedi sonra da "Bir tane Miki izleyeyim sonra götürürsün beni" dedi...

Sonra da onu bugun normale göre daha erken alacağım konusunda söz verdim kendisine... Valla yukarıda yazdığım cümlelerle sınanma sürecim yaklaşık 1.5 saat sürdü sonunda da okula bıraktım ama bırakırken hala bir şeyler söylüyordu. Bir yandan "aferin Zeynep bak bu işler sakin sakin de hallediliyormuş" derken kendi kendime diğer yandan "valla yarın da zorlarsa gücüm yok" diyordum... Bu okul meselesi var ya tam anlamıyla "ne seninle ne sensiz" durumu... İşin zor kısmı şu ki hayat boyu okulu seven bir "inek" öğrenci olarak Mert'le bu konuda empati kurmam da zor oluyor!!

15 Ekim 2013 Salı

BU-GÜN BAY-RAM ERKEN KALKIN ÇOCUKLAR....

en sevdiğim bayram şarkısı.....  herkese iyi bayramlar:)))

Bir elin beş parmağı aynı değil...

Dün akşam evdeki iki bıdığın uyku sürecinde ben de daha fazla dayanamayıp 9'da uyuyuverince sabahın 5'inde ayağa dikiliverdim işte "bugün bayram erken kalkın çocuklar" tadında...

Biraz önce İpek'i emzirirken aklıma geleni buraya yazmak istedim:

Evin ilk çocuğu "adapte olunan", ikinci çocuğu ise "adapte olan" oluyor dedim kendi kendime... Yani en azından bizim evde böyle sanki...

Yani ilk çocuk doğmadan önce tüm ortam ona göre hazırlanıyor, doğduktan sonra anne baba olan bizler ona göre günümüzü, hayatımızın akışını planlıyoruz... İkinci ise akışın içinde kendine yer buluyor,kendini o akışa adapte ediyor... Şanslı şanssız ayrımına, haksızlık muhabbetine girmeyeceğim çünkü ben daha önce de yazdığım gibi evin birinci çocuğu da ikinci çocuğu olmanın da kendine özgü şansı ve zorlukları olduğuna inanıyorum. Ve bu şans ve zorlukların da ileriki yıllarında insanın hayatına izler bıraktığına...

Çok kısa bir örnek: Mert doğduğu zaman (tabii gazlı bir bebek olmasının da etkisiyle) uykuları çok kısa süreli olunca ve ben yorgunluk içindeyken damarlarımda olduğunu düşündüğüm "otoriter murebbiye" kanı etkisiyle "bu çocuğu bir düzene sokmalıyım" demiş 3. aydan sonra bir uyku düzeni sağlamaya başlamıştım. Ama aslında Mert bizi kendi düzenine sokmuştu bence... Gündüz uyku saatiyse evde olalım, aman akşam rutinini bozmayalım, banyosu, emmesi ve uykusu üçlemesini  sarsmayalım derken biz bayağı bayağı kendimizi Mert'e uydurmuştuk. Şimdi bakıyorum da İpek bizim düzene kendini uydurma sürecinde sanki... Tabii bunda artık her yazımın içinde geçen, olmazsa olmazımız "carrierımız da çokama çok etkili... İpek, bizim günlük düzenimiz içinde uykusunu da uyuyor, emmesini de tamamlıyor (ya da bazen reddediyor), etrafını da anlamaya çalışıyor... Hangisi daha iyi ya da doğru diye bir soru olsa bence bu işin tek doğrusu falan yok hepsi dönemine göre kendi doğrusunu bulmaya çalışıyor... Benim için Mert'in bebekliğinde düzen kurmak çok çok çok önemliydi şimdi ise şunu farkediyorum zorunlu bir düzen kurmasan da çocuk/bebek kendi düzenini yaratıyor... Tabii bu şimdi içinde bulunduğumuz zaman için geçerli kimbilir gelecek günler neler gösterecek, neler düşündürecek???

Ha bu arada "kıskanma" ya da ilk çocuğun ikinciyi "kabullenme" sürecinin bizim evdeki izleri önümüzdeki günlerde yazmayı planladığım "deriiiiiin" bir yazı konusu:)))

Hep söylediğim hep derinden hissettiğim esas gerçekse şu: "sağlıklı olsunlar da geri kalanı detay"... İstediğimiz çıkarımları, psikolojik analizleri yapalım, uykusu için şu, aman okulu için bu, yemekleri için bunlar diyelim... önce sağlık... Tabii sağlıklı olmaları için yemekleri, uykuları  ve pek çok konunun peşinde dolaşıyoruz, "en doğruyu" yapalım istiyoruz bu inkar edilemez ama sağlık olmadığı zaman kendimizi bazen didikleyip durduğumuz konular da ne kadar basit kalıyor... Sabahın bu erken saatinde uyanmışken, bilgisayrı elime alıp bir şeyler yazmak istemişken ve kendimi konudan konuya atlama potansiyelinin en üst noktalarında bulmuşken her şeyin ötesinde tüüüüüüm çocuklara "sağlık" diliyorum...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Bu köşe kitap köşesi:))

Tatil dönüşü yeni "eğitim yılı"nın başlamasıyla Mert de yeni bir okula başladı... "yeni okul" dediğime bakmayın aslında bizim okul serüvenimiz daha başlamadan önce aklımızdaki tek okuldu burası ama hamilelik döneminin etkisiyle eve en yakın okul bizim için en iyi tercihmiş gibi gözüktü... Nisan ayından itibaren Mert'in devam ettiği okuldaki öğretmenini çok sevmesi, okulun bizim balkondan gözüküyor olması, ortamın çok renkli olması gibi nedenlerden dolayı tatil dönüşü okul değişim sürecimizin zorlu olabileceğini tahmin ediyordum... Tabii bu başlı başına başka bir yazı konusu olur... Sadece şunu söyleyebilirim: anne babaların kendi çocuk yetiştirme tarzlarına uygun ve/ya kendilerine örnek olabilecek, anne&babayı da geliştirebilecek bir okul bulduklarında onun peşini bırakmamaları gerekirmiş...

Neyse konu aslında kitap okumayla ilgiliydi, ben bunu neden okuldan başlattım? Çünkü Mert'in okulunda çok güzel, insana huzur veren, insana "ben de kitabımı alsam da şuraya oturup okusam" dedirten birkitap okuma köşesi var. Ve sanırım Mert de bu köşeyi çok seviyor ve sürekli burayla ilgili bir şeyler anlatıyor... Ben de birkaç gündür evin her tarafına yayılmış kitapları topladığımızda yine raflara tıkmak istemiyordum. Okul bana çok güzel bir örnek oldu; bugün Mert okuldayken odasında minik bir okuma köşesihazırladım. Yatağının yanındaki komodini kitaplığa çevirip onun yanına da minik bir açılır kapanır koltuk koydum; bakalım beğenecek mi okuldan gelince?

 Mert ona kitap okunmasını çok seven bir çocuk, bir süredir de eğer o anda biz ona kitap okuyamıyorsak bizim ona okuduğumuz kitapları neredeyse ezberlediği için kendi kendine resimlerine bakıp hikayeyi kendine anlatıyor. Ona ne yaptığını sorarsak da "kitap okuyorum" cevabını alıyoruz. Bu için için beni çok mutlu ediyor ve inşallah hayatı boyunca bu ilgisi hiç değişmez diyorum. Ben çocukluğumdan itibaren çok severdim kitap okumayı, hala da öyle... Hatta Kerem'le evlendiğimizde Kerem'e "benim çeyizim kitaplarım" demiştim. Her ne kadar eskisi kadar yoğun kitap okuyamasam da hala elimde bitmesi bazen uzun zaman alsa da bir kitap oluyor. Mert'e ve İpek'e hangi huylarımız,özelliklerimiz geçer bilmiyorum ama umarım hep merak eden, okuyan, araştıran, hayal güçlerini zenginleştiren bireyler olurlar.

Mert'in kitap ilgisi tuvalet alışkanlığı kazanma sürecinde de bize yardımcı oldu. Bazen uzun süren bekleme süreçlerinde kitap dinlemek, resimlere bakmak Mert'ebence çok iyi geldi. Bu resimdeki banyo tipi kitaplık da bize tuvalet alışkanlığı kazanma sürecinden miras kaldı:))


Bugünkü düzenlemenin ardından raftan 5 kitap düştü onlar da İpek'in kısmeti oldu:))






3 Ekim 2013 Perşembe

Bugün sıkılmışım içimi dökesim gelmiş!!

Bu ara bazen sinir olduğum, bazen de "amaaaaan boşver" dediğim bir konu var: Bazı insanların etrafındaki insanların hayatı ile ilgili ahkam kesmesi!! Bugün de dün gece Mert ve İpek ikilisinin uykularının bolca bölünmesi benim neredeyse hiç uyku uyuyamama ve dolayısıyla da bugün asabi bir halde olmama neden olunca "amaaaan boşver" havasında takılamadım! 

Özellikle çocuğunuz / bebeğiniz varsa insanların sizinle ilgili ahkamlar kesme ihtimali bir anda artıveriyor!! 

"Aman havalar çok soğuk dışarı çıkarma bu çocuğu bu kadar hasta olur!", "Alışveriş merkezine bebekle gitme, oralar mikrop yuvası!", "emzik yere düşünce içme suyuyla yıkıyorsun değil mi?!!", wrap slingle ilgili söylenenleri yazmıyorum bile artık!!! Bir de Mert ve İpek'le birikte iken sanki Mert'in anlaması mümkün değilmiş gibi "nasıl kıskanıyor mu kardeşini?" sorusu var!!!

Tabii ki çocuklarımın başına kötü bir şey gelsin istemem, çok pimpirikli bir tavır takınmamakla birlikte hem Mert hem de İpek için elimden geldiğince ortamlarını güvenli ve sağlıklı halde tutmaya çalışıyorum ama tabii ki yetemediğim/ yetemeyeceğim anlar olacaktır. Ama insanlara kalsa çocukluysan hele hele bebkliysen evde oturacaksın, her şeyi maksimum sterilize edeceksin, çoğunluğun alışkanlıklarını taşıyacak ve öyle davranacaksın. Farklıysan yanlış yapıyorsun!!!

Bazen böyle kendince çok doğruları vurgulayan didaktik tiplere "ne biliyorsun da ahkam kesiyorsun hayatımla ilgili" demek istiyorum... 

Bu tip tutumdaki insanları gördükçe kendimce şöyle bir çıkarım yapıyorum: bizim toplumumuzda kendinden küçüğe güvenmek, doğruyu yapabilir diye düşünmek yok. Bu, yaşı büyüklerin gençlere güvenmemesi olarak da ortaya çıkıyor; anne babaların çocuklarına güvenmemesi olarak da... Çocuk ya genç ya nereden bilecek... Tecrübesi yok ya beceremez!! Bu yüzden kazık kadar olana kadar çocukların arkası toplanıyor, sorumluluk kazandırmakta zorlanıyor bizim toplumda bence... 3 yaşında bir çocuk sürahiden su koymaya kalktığında da "aman! düşürürsün ben koyayım suyunu" ile başlıyoruz 30'una gelip de çocuğu olduğunda o çocuğa bakamayıp kesin(!)hasta edeceği inancıyla devam ediyoruz.

Bi' güvenilebilse ah bi' güvenilebilse... Hem üste vazife olmayan işlerden kurtulacak bu insanlar hem de gerçekten kendine güvenen çocuklar/ gençler yetişecek. Oysaki bizde "kendine güvenen" çocuk denilince çok konuşan, her şeye cevap yetiştiren çocuk anlaşılıyor çoğunlukla... Sonra bu çok konuşan kendine güvenli çocuklar büyüdüğünde o güne kadar pek bir sorumluluk alıp gerçekte sorun çözücü olmadıkları için içi boş "kendine güven"leri ile oradan oraya savruluyorlr...

Neyse etrafta laf olsun diye konuşan insanlardan sosyolojik / psikolojik çözümlemelere girdim kendimce... Sosyal psikoloji ya da toplum psikolojisi üzerine çalışan uzmanlardan bu konu üzerine araştırma yapanlar varsa/ olursa merakla okumak isterim kesinlikle...

2 Ekim 2013 Çarşamba

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Semineri'nin ardından...

Dün Mert'i okula bıraktıktan sonra son zamanlardaki klasik görünümümde yani İpek üzerime bağlı halde evin kızları olarak "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Semineri"ne katıldık birlikte:)

İz Koçluk, Sınır Tanımayan Ebeveynler Topluluğu Derneği ve İnternet Anneleri'nin ortaklaşa düzenlediği bu seminerde İz Koçluk'tan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) Koçu Elgiz Henden ve dünyada DEHB'li gençlere koçluk hareketini başlatan Amerikalı koç Jodi Sleeper-Triplett'i dinledik. Bu seminere katılmamdaki ana neden Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite sözcüklerini gündelik hayatımızda çok duymam ve aslında ne olduğu ile ilgili bilgilenmek ve farkındalık kazanmak istememdi. Çocuklar biraz hareketli oldu mu yerinde duramadı mı sokaktaki insanların bile "hiperaktif galiba!!" diye teşhis (!!) koymaları kaçınılmaz, okula giden çocuklardan disiplinaltına girmeyen çocuklara "hiperaktif" sıfatının eklendiğini son yıllarda çok duyuyoruz...Ben de bu hem hiperaktivite ve dikkat eksikliği gerçekten ne demek, bu bir  rahatsızlık mı, nasıl anlaşılır gibi sorulara yanıt bulmak için seminere katıldım, aldığım notları konuyu merak edenlerle paylaşmak isterim:

* DEHB nedir?- DEHB beyin temelli,gerçek tıbbi bir bozukluktur. Yaş,cinsiyet, zeka seviyesi,din, ırk, sosyoekonomik duruma bakılmaksızın herkesi ve her yaşı etkileyebilecek bir bozukluktur.

*DEHB'nin nedenleri zor bir doğum, düşük doğum ağırlığı, beyin hasarları, hamilelikte sigara ve alkol kullanımı olabileceği gibi çevresel faktörler de olabilir.

*DEHB'yi teşhis etmek karmaşık bir süreçtir. DEHB'nin varlığını teşhis edebilmek için kişinin, semptomların en az 6 ay boyunca önemli bir kısmını gösteriyor olması, günlük yaşamında belirgin sorunlar yaşıyor olması gerekir. Teşhis sürecini karmaşık hale sokan,bu semptomlar normal davranıştaki sivrilik formunda görülebilir.

(İz Koçluk DEHB Koçu Elgiz Henden ile yapılan bir röportajdan alıntı: Eğer çocukları yerinde duramıyorsa, sessiz ve sakin oynamakta güçlük çekiyorsa, yerli yersiz koşup tırmanıyorsa, oturması gereken yerde uzun süre oturamıyorsa, çok konuluyorsa, sırasını beklemekte zorlanıyorsa ve sözünü sürekli kesiyor ve sabredemiyorsa bu tür çocuklar için hiperaktivite konusunda, yönergeleri başında sonuna izleyemiyorsa, evde ve okulda malzemelerini unutuyorsa, detayları atlıyorsa, bir işe konsantre olmakta zorlanıyorsa, düzensiz ise, ilgileri kolayca kayboluyorsa dikkat eksikliği konusunda şüphelenmek gerekir. http://workingmother.com.tr/index.php/no-menu/item/707-çocuğunuzda-dehb-olduğunu-nasıl-anlarsınız)

*DEHB'li bir çocukla iletişim kurarken ebeveynlerin zorlayıcı dili değiştirmesi ve olumlu bir iletişim dili seçmesi önem taşır. Yargılayıcı cümleler yerine destekleyici cümleler tercih edilebilir. Çünkü dil değişmeden düşünce değişmez. (Zeynep'in notu: ben bu dil değişikliğinin sadece DEHB'li çocuklarda değil tüm çocuklarda olumlu sonuç verebileceğine inanıyorum) :

- "bunu yapmana izin veriyorum" yerine "senin için iyi/ senin için sorun değil"
- "-meli/-malı" yerine "olabilir"
- "zorundasın" yerine "tercih edersin"
- "bu bir ayrıcalıktır" yerine "bu senin için özeldir"
-"uyarıyorum" yerine "hatırlatıyorum"
- "bekliyorum" yerine "tercih ediyorum"
- "söylemiştim" yerine "istemiştim"

*Anne babalığın zorluğu doğruyu bilmeye rağmen yanlışa izin vermek...
* Evde DEHB'li bir çocuk/ genç varsa mutlaka başka bir DEHB'li birey daha vardır.DEHB'nin genetik özelliği var ve bu nedenle ebeveynler DEHB'li çocuklarının en az kendileri kadar başarılı olabileceğine
inanmalı.

*DEHB'li bir çocuğa yapacakları adım adım listelenerek verilmelidir. Örneğin "git odanı topla" demek bir şey ifade etmeyecektir, çocuk nereden başlayacağını bilemez. Pencereyi aç, çamaşırları sepete at gibi yapılması gerekenler adım adımlistede belirtilmelidir. Okuma yazmayı henüz öğrenmemiş çocuklar için resimli liste hazırlanabilir.Listenin sonuna da "ihtiyaç duyduğunda ben buradayım" eklenmelidir.

Öğretmenler için kısaca...

 DEHB olmak nasıl bir şey?
- yağmurlu havada silecekler olmaksızın son sürat ilerlemek gibidir.
- parazitli bir radyoda sevdiğin müziği dinlemeye çalışmak gibidir.
- Şefi olmayan orkestrayı dinlemek gibidir.

Bir dersi anlatmaya başlamadan önce DEHB'li öğrenci hazırlanmalıdır. Konuya ait kilit kelimeler verilmelidir.

Beden dilini kullanmak önemlidir. Öğretmenle öğrenci arasında sınıfın geri kalanının bilmeyeceği bir dil geliştirebilirler. Sınıf içinde öğretmen bir soru sorduğunda DEHB'li öğrencinin elini kalem tutarak kaldırması "bu sorunun cevabını biliyorum.", kalemsiz kaldırması "bu sorunun cevabını bilmiyorum" olarak kodlanabilir örneğin. Çocuğu anlaşılmak motive edecektir.

6 basamakta DEHB'yi ele almak:
1. harekete geçmek: planlamak,önceliklendirme yapmak ve aksiyona geçmek
2. odaklanmak: kimse sevdiği bir aktiviteden daha sıkıcı bir aktiviteye geçmek istemez bu nedenle sıralama tam tersi şeklinde olmalıdır.
3. çabalamak:
4. duyguları kontrol etmek: örneğin bir öğretmenin keskin bir şekilde "hayır bu söylediğin yanlış" demesi çocukların duygularını yönetmesi açısından zordur
5. zihin açıklığını düzenleyecek bir aktivite bulmak: bazı kişiler için bu spor olabilir.
6. hatırlamak: kısa süreli hafızaları zorlayıcı olabilir. Yapılacakların sıralı olarak belirtilmesi ve tekrarlanması önemlidir.

* Jodi Sleeper-Triplett'in uyguladığı ve bizlere anlattığı DEHB koçluğunun modelindeki anafikir şöyle: sadece önceliklendirmeyi öğrenerek DEHB'li bireyin hayatı daha kolay bir hale gelebilir. Koçluk süresince uygulanan model şöyle: önce hedefleri belirle, aksiyon adımlarını koy ve uygula, aksiyon sonrası ödüllendir ve kendine güvenin gelişimine katkı sağla.

İz Koçluk'un okuma materyalleri arasında ise yararlı olabileceğini düşündüğüm şu notları paylaşmak isterim...

DEHB olan çocukların anne babalarına tavsiyeler (Dr. Russel Barkley):

1. Kurallar koyduğunuz zaman bunların çok spesifik olmasına dikkat edin ve kuralları yazıp asın.
2. Ödülleriniz çocuklarınız için anlamlı ve güçlü ödüller olsun.
3. Sık sık geribildirim yapın, çocuğunuza onun ne yaptığının farkında olduğunuzu gösterin.
4. Çocuğunuza beklentileri ve planları konusunda yardım edin.
5. Çocuğunuzun iyi günleri olabileceği gibi kötü günleri de olabileceğini göz önünde bulundurun.
6. Olumsuzlar, yapamadığı şeyler, cezalara odaklanmak yerine olumlulara odaklanın.
7. Bir karakter sorunu ile değil bir biyolojik sorunla mücadele etmekte olduğunuzu her zaman hatırlayın.
8. Çok konuşup nasihat vermeyin, davranışlarınız daha öğretici olacaktır.
9. Espri anlayışınızı kaybetmeyin ve sabırlı olun.
10. Kendinize ve çocuğunuza karşı hoşgörülü olun. Bu işte birliktesiniz ve elinizden geleni yapıyorsunuz.

Seminerin sonunda kendisinde DEHB olduğunu belirten bir katılımcının sözleri aklımda çok yer etti: "DEHB'nin bir hastalık olmadığı ve bu durumda olan çocukların aslında 'normal' dediğimiz insanlardan farklı düşünerek dünyamızda farklılıklar yarattığı, daha yaratıcı olabildikleri ve bu insanlarla zaman geçirmenin çok keyifli olduğu..." cümleleri aklıma kazındı. Genel olarak "farklı" olanı kırmızı kalemle işaretleyen bir toplum olduğumuzu düşündüğüm için bu cümleler bana çok çok anlamlı geldi.

24 Eylül 2013 Salı

Babywearing 101: "bebeği üzerinde taşıma"ya giriş...

Sanırım 6 aylık falan hamileydim... Blogger annelerin bir aktivitesinde anneler yemek yaparken annesinin (http://legabebe.com/) sırtında kendiliğinden uyuyakalan küçük kız çocuğunu görünce merak ettim ve nasıl bu durumda uyuyabildiğini sordum ve bebekliğinden beri bu şekilde taşındığı için alıştığını ve bu şekilde rahatça uyuyabildiğini öğrendim... Sonra yine aynı dönemde bir başka blogger aktivitesinde http://www.minikaynam.com/ blogunun yazarı Nihan Kayalıoğlu'nu gördüm; üzerine kızını bir slingle bağlamış ve konuşmayı dinlemeye gelmişti. Bebek, annesinin göğsünde çok huzurlu olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde uyuyordu. Yakın aralıklarla gördüğüm bu iki resimden çok etkilendim. Çünkü Mert özellikle ilk 3 ayında oldukça gaz problemi olan bir bebekti ve ne bu dönemde ne de (bebekliğinde) sonrasındaki dönemde dışarıda böyle sakince uykuya daldığını hatırlamıyorum...

Bu iki resim aklıma kazındıktan sonra her zamanki gibi yine araştırmaya giriştim. Ben daha önceleri kanguruyu biliyordum, bir kez de denemiştim ve ne ben ne de Mert rahat etmediğimiz için dolabın bir köşesine kaldırmıştım. Ama bu karşılaştığım iki resimdeki taşıyıcılar kangurudan görüntüde de (araştırdıktan sonra) kullanım ve rahatlıkta da farklıydılar. İlk gördüğüm carrier  denilen görüntüsü sırt çantasına benzeyen bir taşıyıcıydı (fotoğrafı için: http://store.bobafamily.com/baby-carrier/ , http://www.ergobaby.eu/en/s576/original-carrier-earth-black-taupe.html) ebeveynler bunu hem vücudunun önüne hem de sırtına asabiliyor. Bunu kangurulardan ayıran en önemli nokta bebeklerin/çocukların kalçalarına yük bindirmemesi...Henüz carrier kullanmaya başlamadığımız için bu üründeki detayları ve deneyimlerimi daha sonraya bırakıyorum.

İpek doğmadan dolabına koyduğum en değerli parçalardan biri oldu wrap slingimiz ve doğumdan sonraki birinci haftada da kullanmaya başladım; şu ana kadar da vazgeçilmezlerimiz arasına girdi bile... Evde yardımcısız iki çocuklu bir hayatta en büyük yardımcı gibi göründü sling bana ve gerçekten de öyle oldu. İpek gündüz uykularını slingde uyuyor çoğunlukla;ben de bu arada evdeki işlerimi yapıyorum, Mert'i giydiriyorum, kahvaltı ediyorum, yürüyüşe çıkabiliyorum, markete gidebiliyorum vs vs... Tek yapılmayacak şey: araba kullanmak... Onun dışında aklıma slingle yapılamayacak bir şey gelmiyor günlük hayattan... Bir de uyumak sanırım... Yani kısacası güvenliği tehlikeye atacak aktiviteler dışında her şeyi İpek'i üzerime takarak yapabiliyorum.


Avantajları: 

  • anne özgürce istediği işi yapabiliyor
  • bebek anneyle olan ten teması sayesinde huzurlu oluyor- bu konuda detaylı bilgi için bkz. attachment parenting (doğal ebeveynlik) üzerine yazılmış kitaplar ve makaleler
  • bence bebeğin gaz çıkarmasını da kolaylaştırıcı
Dezavantajları:

  • Bence tek dezavantajı sıcak havada hem anne hem de bebeği için ekstra sıcaklık sağlaması
  • Bir de eğer tek tek anlatmaktan hoşlanmıyorsanız herkesin size garip garip baktıktan sonra sordukları aynı sorulara cevap vermek durumunda kalmanız (ben bu durumdan rahatsız değilim ve olabildiğince çok kişiye de wrap sling'in yararlarını anlatmaktan mutlu oluyorum)
garip bakışların ardından gelen sorular/ yorumlar (ve benim cevaplarım) belli:
- aaaa bebek mi var orada? (evet, baktım ki hayat dışarıda zor tekrar içeri soktum yavruyu!!)
- nefes alabiliyor mu peki? (sizce???)
- sıkışmıyor mu orada? (anne karnında sizce nasıldı?) (Bodrum'da durumumu yadırgayan bir amcaya empati yapabilmesi için ee eskiden kundaklar vardı onda nasıl duruyordu bebekler? dedim)
- içinden düşmez di mi? (!!!)
- bağlaması zor mu? (birkaç kez yaptıktan sonra el alışıyor)
- kucak çocuğu olacak bu!!(bırakınız olsun, yürümeye başlayınca tutamayacağım zaten- Mert'ten tecrübeli olunca bu cümleyi rahatça kuruyorum)
- oooh rahatı bulmuşsun sen!! (önceki sorulara yanıt verip sınavdan geçince...)

Kısacası slingle pek çok şey çok rahat... Bir kere İpek'i kesin uyutabileceğimi bilmenin verdiği rahatlık çok güzel bir his...Bu nedenle yeni annelere kesinlikle öneririm.

Slinglerle ilgili deneyimlerinden faydalandığım bir diğer blog da http://www.slingomom.com/ oldu, mutlaka slingomom'un bu konudaki yazılarını okumanızı öneririm, bana buradaki yazılar çok iyi geldi/ geliyor... 

"Babywearing" konusunda yeni tecrübeler edindikçe paylaşmaya devam edeceğim... Bu arada son dönemde pusetin de varlığını sorgulamaya başladık diyebilirim. Pusetin ana kucağını arabada araba koltuğu olarak kullanıp, yürüyüşlerde slingi kullanmayı tercih ediyorum. Küçük bir kullanım önerisi:wrap sling + maclaren quest puset bence bebek taşıyıcılar olarak en pratik, en hafif, en yararlı iki ürün.. Bence daha fazlasına hiç ama hiç gerek yok... Tabii herkesin ihtiyacı farklı olabilir ben Mert'te yaşadığım klasik süreç ve şimdi yaşadığım daha rahat süreci kıyaslayarak bunu yazıyorum...

19 Eylül 2013 Perşembe

Bugün bana çok iyi geldi... Çocuk çocuğu istiyor anne de anneyi...

Bundan 1.5 sene kadar önceydi... Ben daha yeni iş hayatından çıkmış, full time ev hayatına alışmaya çalışıyor ve yeni taşındığımız evi bir düzene sokmaya çalışıyordum... Mert henüz 2 yaşında bile değildi... Yeni eve ve 1 yıllık Avrupa yakası macerasından sonra geri döndüğümüz Anadolu yakasına alışmak çok zor olmadı bizim için ama tüm arkadaşları çalışan ve çalışmayan "anne" tanıdığı olmayan benim için full time ev hayatı bilinmezliklerle doluydu... Çok sıkıcı olabilir miydi, evet belki....

Avrupa yakasındayken ve çalışıyorken Mert'i hafta sonları götürdüğümüz ebeveynli bir oyun merkezi vardı. İstanbul'da çok bilinen ve farklı semtlerde de şubeleri olan bu merkeze kayıt ettirdim Mert'i ilk iş olarak. Avrupa yakasındaki şubeden o kadar memnundum ki Anadolu yakasındakinden memnun olmayabileceğimizi düşünmedim bile! Ocak- Şubat ayı gibi başladığımız yeni "okulumuz"da ilk dikkatimi çeken şey iki şubenin birbirinden iletişim olarak ne kadar farklı olduğuydu ama çok da takılmadım. Sonuçta kış mevsimiydi, dışarıda çok fazla seçenek yoktu ve ne yazık ki ev hayatına ait benim de bir çevrem yoktu. Biz "okulumuza" yaklaşık 3-4 ay devam ettik. Ara ara ben uygulamalara kızdım, ara ara Mert içinde bulunduğu 2 yaş krizleri ile gitmeyi ya da orada oynamayı reddetti ama biz devamlılığımızdan ödün vermedik.

Artık dönemimizin son haftaları gibiydi, anneli "sanat" dersimizde yanımdaki bir anne ile ufaktan çocukların saçlarını nerede kestirdiğimizden, memnun olup olmadığımızdan vs konuştuk. Konuşmanın sonunda "biz haftada bir 3 anne 3 çocuk birimizin evinde ya da dışarıda buluşuyoruz;sen de Mert'le birlikte bize katılmak ister misin?" diye sordu.O anda gözümdeki parlamayı bilmem farketmiş midir ama içimdki mutluluğu anlatamam...

Bugün bu hikayeyi yazmak istedim... Uzuuun yaz tatilinden sonra bizim çocuklar bugün (1 eksikle- o eksiği de haftaya tamamlayacağız :) ) bir aradalardı. Zaman zaman çığlık çığlığa koşuşturdular, zaman zaman grubumuzun tek ve değerli "kız çocuğu"nun odasında oyuncaklarla oynadılar, arada oturup birlikte çizgi film izlediler... Biz anneler de durup durup "ya bunlar iyice çocuk oldular" "artık bayağı bayağı birlikte oyun oynuyorlar." "ay biz ne iyi oldu da biraraya geldik" gibi cümleler kurduk...

Ara ara kızdığım, buraya niye geliyoruz ki dediğim aktivite merkezine iyi ki gitmişiz Mert'le birlikte diyorum sürekli; iyi ki gitmişiz de çok keyifli, annece delirdiğimizde birbirini anlayan "boşver bizde de aynıları"oluyor diyerek birbirini rahatlatan, çocukların birbirine "arkadaşım" dediği bir "oyun grubu" kurmuşuz (biz kurulu düzene dahil olduk gerçi:))

Çocuklar (galiba) 3 yaşını geçtikten sonra (daha çok) etrafında çocuk istiyor, çocuk çocukla daha çabuk daha sağlıklı büyüyor bence; ama anne de yanında/etrafında anne arıyor... Anlaşılmak,aynı dilde konuşmak yaş kaç olursa olsun insana çok iyi geliyor...

Bugün de bana çok iyi geldi:)

16 Eylül 2013 Pazartesi

Evimizin en miniği hayatımıza giriverdi: İpek'in doğum hikayesi...

En son hamilelik hikayemi 40. Haftayı doldurduğumda yazmıştım… O ara sanki İpek’i hiç doğurmayacakmışım ve ebediyen hamile yaşayacakmışım gibi geliyordu… 2 günde bir gittiğim NST ve doktor kontrollerim sırasında artık sık sık doktoruma “doğmazsa ne yapacağız” gibi mantıklı (!) sorular sormaya başlamıştım… Ben nedense bu hamileliğimde 38. Haftada doğuracağıma inandığım ve herkese “Temmuz başı gibi bebeği bekliyoruz” dediğim için Temmuz ayı boyunca “sen daha doğurmadın mı?” cümlesini sıklıkla duydum!! Hatta son hafta artık bu sorudan o kadar sıkıldım ki birkaç kişiye “yok doğurdum da doğum sonrası kilolarını veremedim” dediğimi hatırlıyorum…
41. haftamın dolacağı Pazar gününden önceki Cuma yine hastanedeydim, NST’de doğuma dair hiçbir belirti yine yoktu ve yine o gün beni gören herkes “daha karnın inmemiş” diyor ben de bu yoruma karşılık “Mert’in doğduğu gün de bana karnın inmemiş daha senin doğumuna var diyorlardı” diye savunma yapıyordum. Cuma günkü kontrolde doktorum doğumun başlamaması durumunda Cumartesi gecesi hastaneye yatmamı istediğini ve o gece verecekleri bir ilaç ile doğumu tetiklemeye çalışacaklarını söyledi. Hamileliğimin başından beri normal doğum yapmak istediğim için bu durumda olmak beni gerdi. Ya suni sancı almak zorunda kalırsam, ya sezaryen olmak zorunda kalırsam gibi düşünceler stres katsayımı arttırdı. Ben her hamilelikte anne nasıl bir doğum arzu ediyorsa, kendisini strese sokmayacak seçenek kendisi için neyse o şekilde doğurmasının en güzeli olduğuna inanıyorum. Benim için de kendimi en mutlu hissedeceğim doğum normal doğum olduğu için sezaryen olasılığı bile oldukça üzücüydü. Oysaki önemli olan annenin ve bebeğin sağlığı; eğer doktorunuza güveniyorsanız o sizin ve bebeğinizin sağlığı için sizi en doğru yöntem için bilgilendirecektir.
Gelelim o cumartesi gecesine…
Daha önceden Kerem’le vermiş olduğumuz karar sonucu hastaneye giderken Mert’i de yanımıza alacaktık. Biz doğum için hastaneye giderken Mert’i evde bırakmak istemedik. Kafamda ben ve Kerem hastanedeyken, doğum sonrası Mert’in hastaneye gelip o tabloya dışarıdan bakan bir göz olmasını yerleştiremedim, içime sindiremedim.  Sonrasında biraz araştırdım, hastaneye götürenler var mı neler yaşamışlar diye; çok olumlu yorumlar okuyunca doğumdan haftalar önce Mert’e neyi tercih edeceğini sorduk. O da bizimle hastanede olmak istediğini söyledi. Duruma yavaş yavaş hazırlamak için ona hastanede sıkılabileceğini, her istediği an onun isteklerine cevap veremeyebileceğimizi ve hastanenin kurallarına uymak zorunda olduğumuzu anlattık. O da bunları kabul etti.
Cumartesi gece yarısına doğru arabanın bagajında bavulumuz ve oda süslerimiz, arka koltukta uyuyan oğlumuzla hastanenin otoparkına girdiğimizde kendimi tatil için otele gelmiş gibi hissettim.  Mert’i refakatçi yataklarından birine yatırdık, bavulumu boşalttık ve sabaha doğumu başlatacağını ümit ederek ilacı aldım ve uyudum. Doktorum ilk seferde ilacın etki etmemesi durumunda ertesi gün birkaç kez daha ilacı uygulayabileceğini, uygulama sayısının benim sabrıma bağlı olacağını vs söylemişti. Sabah saat 7 gibi Mert’in bizi uyandırması ile kalktık, sabah muayenemi yapan nöbetçi doktor ilacın henüz etki etmediğini söyledi. Ben de kahvaltı sonrası odayı süslemeye giriştimJ




Odayı süslemeye başlamıştım ki saat 9 civarı doktorum bizim odaya uğradı, benim “doğum ne zaman başlar acaba?” merakımı görünce beni muayeneye aldı. Bizim kızın gelmeye hala niyeti yoktu ki minik bir müdahale ile su kesesi patlatıldı! Veee doğum süreci o andan itibaren başladı. En baştan itibaren epidural anestezi almadan doğum yapmak istediğimden sürecin başında epidurali çok net bir şekilde reddettim. Sancılarımın yavaş yavaş başlamasıyla hemşirelerden pilates topu ve bir mat rica ettim. Güleryüzlü ve şefkatli olduğunu düşündüğüm ebe hemşire bana sadece istediklerimi getirmekle kalmadı, sancılar gelmeye başladığında nasıl sancıyı daha hafifletebileceğimi de gösterdi. İlk bir saatte durumum gayet iyiyken sancıların sıklaşması ama İpek’in henüz daha aşağı inmemesi nedeniyle ben sıkı bir epidural istekçisi oluverdim!!! Pazar günü, az sayıda anestezi doktoru ve tam o saatte bir başka doğumun olması derken ben yaklaşık 15 dakika epidural için anestezi doktoru bekledim, o 15 dakika benim için 1 saat de olabilir 2 saat de!!! İpek’in aşağı inmemesi nedeniyle doğumun sancı sürecinin daha çooooook süreceğini düşünüyordum ki öğlen saat 2 civarı nöbetçi doktorun muayenesinin ardından doğumun başladığı müjdesini aldımJ
Bu arada ben sancı sürecindeyken Mert de odamızı ikiye ayıran kapının diğer tarafında halası, babaannesi, teyzesi ve kuzeni ile çeşitli oyunlar oynuyor arada benim odama gelip beni kontrol ediyordu. O  geldiğinde ben tüm iyi halimle onunla konuşuyor onun kendi tarafına dönmesiyle ben de sancılarıma tekrar konsantre oluyordum. Doğumhaneye giderken Mert’e haber verdik, İpek doğar doğmaz, daha önce ona söz verdiğimiz gibi kardeşini ilk onun göreceğini söyledik.
Doğumhaneye giderken Mert’in doğumunda kurduğum cümlenin aynısını kurdum: “Senai Bey’e (doktoruma) haber verdiniz mi?” “evet geliyor şimdi” cevabını alınca rahatladım. Yaklaşık 15- 20 dakikalık, benim İpek’i kesinlikle çıkartamayacağımı düşündüğüm sürecin sonunda İpek kocaman gözlerini açmış ben nereye geldim modunda etrafı inceliyordu J
Evimizin en miniği 21 Temmuz 2013 günü 14.36’da tam istediğim gibi normal doğumla hayatımıza giriverdi ve söz verdiğimiz üzere doğumhaneden çıktığında onu ilk gören Abisi Mert oldu J Tabii ben bu buluşmaya sonradan resimlerden tanıklık edebildim. Doğumhaneden çıktığımda Mert hala koridorda, cam bölmeden kardeşinin yıkanmasını izliyordu. Ben, doğum yapmanın verdiği rahatlık, Mert’i görmenin mutluluğuyla “Mert’cimmmm bak ben çıktım ve çok iyiyim anneciğim” dedim, Mert’in yüzündeki şaşkınlık ifadesi beni görünce sıcacık bir gülümsemeye dönüştü ya da ben öyle görmek istedim…



Hastanedeki 2 günün sonunda eve geldiğimizde en çok şu iki cümleyi söyledim sanırım: “oh iyi ki doğurdum da rahatladım.” (hiç doğurmayacağım sanıyordum ya!!:)) ve “iyi ki hastaneye Mert’i  götürdük.” (eve geldiğimiz gün evdeki kalabalığa karşı çığlıklar atan oğlumu görünce hastaneye gelmeseydi ve İpek’in gelişi ile evde bebekli ortama ilk kez girseydi sanırım Mert’i idare etmek ve sakinleştirmek daha zor olabilirdi.)

İpek’in doğum hikayesini İpek doğduktan 2 ay sonra yazabildiğim düşünülürse 2 çocuklu hayatta günlerin nasıl hızla geçtiğini anlayabilmekte değilim. Ha 2 çocuk güzel mi, zor mu diye soran varsa ben hep kardeşli hayatın güzel olduğunu savunanlardanım, inşallah İpek’le Mert de kardeşliklerini  çooook güzel bir şekilde yaşarlar hayatları boyu. Blogger annelerden Slingomom sanırım twitter’da yazmıştı: “2.çocuk kolay; 2 çocuk zor…” diye. Kesinlikle sonuna kadar katılıyorum… 

8 Eylül 2013 Pazar

tanımadığım bir blogger anne :((

İpek doğduktan sonraki ilk blog yazımın doğum hikayemiz olacağını düşünüyordum ama ne yazık ki dünden beri beni çok etkileyen gün içinde ara ara aklıma geldikçe üzülmeme neden olan bir vefatı yazmak istedim...

Düne kadar ismini bilmediğim, hiç tanımadığım bir annenin vefatı :(

Kendimi bildim bileli özellikle geride küçük bir çocuk kalmışsa genç bir ölüm beni çok etkiler... Anne ya da babası yanında olmadan büyüyecek olan çocuğu düşünürüm...

Dünden beri de Stilettolu Anne  Güneş Sayın Kalyoncu'nun oğlunu düşünüyorum:(( Güneş Sayın Kalyoncu'nun oğluna hamilelik dönemini anlattığı ve bir hafta önce çıkan kitabı Stilettolu Anne ve Made in Barcelona Bebek 'ten ne yazık ki dün vefatı nedeniyle haberdar oldum... Hayat garip...

Güneş Sayın Kalyoncu'ya Allah'tan rahmet, tüm ailesine de çok büyük sabır diliyorum...Ama galiba en çok da henüz 2.5 yaşındaki oğluna annesini hayallerinde, anılarında hiç ama hiç kaybetmemesini diliyorum...


Stilettolu Anne'nin blogu: http://stilettoluanne.blogspot.com
Stilettolu Anne'nin kitabına ulaşabilmek için:



14 Temmuz 2013 Pazar

eveeet 40 haftayı doldurduk... henüz gelen giden yok:))

Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim, bu hamileliğimde nedense erken bir doğum yapacağım düşüncesi (ya da hissiyatı) vardı içimde... Bugün itibariyle ortalama kabul edilen 40 haftalık hamilelik sürecini henüz doğurmamış bir hamile olarak tamamlıyorum... Mert 39 hafta 4 günde doğmuştu bakalım bu hamilelikte nerede duracağız:)))

Geçen hafta sonu doktorum şehir dışında olacağını söyleyince "kesin onun yokluğuna denk gelir doğumum" diyordum, hafta sonu bitti, ayın 8'i olur belki Mert gibi o da 8'i ve Pazartesi günü doğar diyordum, Kerem ayın 10'u diye tahminde bulunuyordu, babam kendi doğum günü olan 12'sini bekliyordu, Kerem'in küçük ablası ise ayın 14'ünü rüyasında gördüğünü söylüyordu.... Sonuç olarak o, bu,şu hiçbiri tutmadı... İpek Hanım ne zaman isterse o zaman gelecek... Tabii "keyfim yerinde ne çıkacağım dışarı" diyorsa haftaya kadar zamanımız var gibi gözüküyor; yoksa merhaba suni sancılar deme ihtimalimiz var...

Geçen haftadan bu yana gün aşırı hastanedeyiz, bu aralar NST ile yakın bir birliktelik içindeyim. Her kontrolde doktorumdan aynı sözleri duyarak eve yollanıyorum: "suyu var, plesanta iyi durumda, NST iyi"... Kısacası bekliyoruz... İnsan 40 haftasını da doldurunca sanki ilelebet bu durumda kalacakmış gibi hissediyor;dünden beri ha bugün ha yarın doğuracağım modundan da çıktım... Aslında hamileliğin en başından itibaren 40 haftaya programlanıyoruz, sanki hamilelik süresinin 40 hafta +/-2 olduğu gerçeğinin -2'sini kabul ediyoruz da +2 hafta kısmını biraz es geçiyoruz. Yani 38. haftada doğurabiliriz ve erken doğurmuş olmayız da 42. haftada doğurursak gecikmiş bir doğum olur gibi yaşıyoruz... Tabii bunda artık vücudun ağırlaşmasının, annenin hareketlerinin yavaşlamasının, yaz dönemi ise sıcakların bunaltmasının vs vs etkisi büyük gibi geliyor bana...

Aslında en iyisi hamileliğin son günleri olduğunu bilerek tadını çıkarmak ve sabretmek sanırım...

6 Temmuz 2013 Cumartesi

38+6'dan kisaca

Daha sabahin 6'si olmadi;  ben 2 saattir gozune ışık tutulmuş tavşan gibi gözler portlek uyanigim.... vucudum ve psikolojim dogum sonrasina hazirlaniyor sanirim da bi uyusam bi dinlensem daha hazır olmaz mıyım acaba????

5 Temmuz 2013 Cuma

Son dönemde okuduğum en iyi ebeveynlik kitaplarından... Aletha Solter "Çocuğunuza Kulak Verin"

Yeniden süt verme, emdi/emmedi, çiş, kaka, uyku düzeni, rutin oluşturma süreçleri başlamadan son dönemde Mert'in içinde bulunduğu 3 yaş dönemine ait okuduğum kitapla ilgili notlarımı buraya aktarmak istiyorum...

Aletha Solter ismini aslında biraz geç bir zamanda Mert neredeyse 2.5 yaşındayken, Aletha Solter Türkiye'ye geldiği zaman blogger anneler, Aletha Solter'in konuşmasını merakla beklediklerini yazdıklarında ve sonrasında da seminer notlarını paylaştıklarında duymuştum. O dönemde de kitabını okumaya fırsat bulamamış, bloglardaki notlarla görüşlerini öğrenme fırsatım olmuştu. Bloglardaki yazılara göz atmak isteyenler olursa; buradan buyursunlar:

http://blogcuanne.com/2012/09/18/aglamak-guzeldir/

http://www.pi.web.tr/bebekler-neden-aglar/

http://www.slingomom.com/anneolmak/aletha-solter-sayesinde-cocuguma-kulak-verdim/

Aletha Solter'in 2 ile 8 yaş arasındaki çocukların sorunlarına kalıcı ve yaratıcı çözümler ürettiğini belirten "Çocuğunuza Kulak Verin" isimli kitabını okuduktan sonra kitabın bende uyandırdığı hissiyat: "3.5 senelik annelik hayatımda okuduğum neredeyse en gerçekçi  ve anlamlı kitap" oldu ve kitap bitmeden bunun bebek versiyonu "Bilinçli Bebek"i de kütüphaneme (bence biraz geç oldu ama) ekledim. İpek'in gelişi ile bu kitabı da hızlıca hatmetmeyi planlıyorum.

Kitaptan kısa kısa notlarım şöyle:

"AĞLAMAK İYİ BİR ŞEYDİR"

Benim için kitap özellikle bu mesajı ile çok rahatlatıcı ve huzur verici bir özellik kazandı. Bizler çocuklar ağladığı zaman genelde onları susturmaya çalışırız; aslında ağlamak acı çekmekten kurtulma sürecidir ve çocuklar ağladıktan sonra kendilerini daha iyi hissederler. Kitaba göre çocuklarımızın her zaman neden ağladıklarını bilmemiz gerekmez, önemli olan ağlamasını kabul etmemizdir.

* Çocuklar neden ağlar
1. Başkalarının davranışlarından kaynaklanan acılar- azarlanmak, alay edilmek, küçük düşürülmek, utandırılmak, yargılanmak, eleştirilmek vs... "Çocuklar istemedikleri bir şey yapmaya zorlandıklarında, hayatları aşırı programlı olduğunda ya da fazlasıyla yönetildiklerinde acı verici duygular yaşarlar... Cezalandırılmak çocukları kaygılandırır, sevilmediklerini hissettirir ve kendilerine olan saygılarını azaltır." (sayfa 26)

2. İhmalden kaynaklanan acılar- Bir ihtiyacı olan ve karşılanmayan çocuk duygusal olarak acı çeker ve gerilir.Erken çocukluk döneminin temel ihtiyaçları yeterli beslenme, sevgi ve bol bol kucaklayıp sarılmakla sağlanacak fiziksel yakınlıktır.

3. Durumdan kaynaklanan acılar- hastalık, yaralanma, bir ebeveynin ölümü ya da uzun süre yokluğu, anne baba kavgaları ya da boşanması vs...

4. Bebeklikten gelen acılar- bebekliğinde karşılanmamış ihtiyaçlar... Ağlamaların baskılanması ya da ağlamaya terkedilme.

Peki Aletha Solter'e göre çocuğumuz ağladığında ne yapmalıyız? - ağlayarak gerilimini boşaltmasına yardımcı olmalıyız, gerek duyuyorsa ona sarılıp onu anladığımızı davranışlarımızla/ mimiklerimizle belirtmeliyiz ve ağlamasına bizim yaptığımız bir şey neden oldu ise öfkesini ve gözyaşlarını kabul etmenin yanısıra hatamızı farkettiğimizi belirtmeli ve ondan özür dilemeliyiz.

* Buharını çıkaracak delik arayan düdüklü tencere gibi çocuklar günlük stresini atmak amacıyla ağlamak için bahane arayabilirler.

* Öfke nöbeti,dışkılamaya benzer fizyolojik bir boşaltım sürecidir (sayfa 37)- yeterince ağlayan çocuk daha fazla ağlamaz. Öfke nöbetleri evde kabul edilir ve hoş görülürse çocuklar kamuya açık yerlerde öfke patlaması yaşamaya ihtiyaç duymayabilirler.

"KORKULAR"

*Çocukların korkularının nedenleri:

1. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan korkular
2. Bebeklikte yaşanan sıkıntı verici deneyimlerden kaynaklanan korkular
3. Korkutucu deneyimlerden kaynaklanan korkular
4. İlişkilendirmeden doğan korkular
5. Başkalarından edinilen korkular
6.Ölümlülüğü kavramaya başlamaktan doğan korkular
7. Çocuğun gelişen hayal gücünden kaynaklı korkular
8. Sembolik Korkular

"Korkusunun nedeni ne olursa olsun ilk adım korkusunu kabul etmek, sempati göstermek ve umut vermek olmalıdır." ( sayfa 59)

* Çocukların ölüme ilişkin soruları somut ve doğru bilgiler ile yanıtlanmalı diyor Aletha Solter. Çocukların ölümü öğrenmelerininiyi bir yolu ölü hayvan ve bitkileri görmeleri olabilirmiş.Çocukların zihinlerinde ölüm ile uykuyu karıştırmamak çok önemliymiş ve ölen kişinin "cennete (vb) gittiğini" söylemek kafa karışıklığına ve korkulara yol açabilirmiş.

* ödül ve ceza  ile ilgili de kitapta yol gösterici ve bazen anne babaları (alışık olmadığımız için) şaşırtıcı yorumlar görmek mümkün. Ödül ve Ceza konusunda daha önce Psikolog Nilüfer Devecigil'in sohbetinde aldığım notları incelemek kitapta yazanlar ile paralel olduğundan fikir verebilecektir diye düşünüyorum.

Kitapta başka ne tür başlıklar var kısaca belirteyim: (yazmaya kalksam kitabın her tarafından alıntılar yapmam ve sonsuz uzunlukta bir yazı yazmış olmam gerekecek- ki bu bence kitabın yazarına da yapılmış bir saygısızlık anlamına gelebilir...)

* küçük çocuklar için hangi kitaplar yararlıdır?
* tv'nin çocuklar üzerinde etkisi...
* oyun oyun oyun- oyunun çocukların hayatındaki önemi
* ödül ve ceza üzerine benim hayran olduğum bir bakış açısı- "ödüllendirme de bir çeşit cezalandırmadır" "iç motivasyon/ dış motivasyon" kavramları
* çocuğu yeni doğacak bebeğe hazırlama süreci
* Beslenme ve hastalıklar

gibi daha pek çok başlık var kitapta.

Ben çocuk yetiştirirken okuduğum kitaplarla ilgili olarak şu sonuca varıyorum: Hayat, hiçbir kitapta yazdığı gibi bir reçete ve uygulayınca %100 sonuç alacağımız bir platform değil. Ama kitaplar çoğu zaman bize yaşadığımız dönemle, sorunla ilgili aklımıza hiç gelmeyecek çözümler önerebiliyor. Bu çözümler yaklaşımdan yaklaşıma da çok farklılaşabiliyor. Sanırım burada en önemlisi anne olarak kendimizi çok iyi tanımamız, neyi yapıp neyi yapamayacağımıza çok iyi karar verebilmemiz diye düşünüyorum.Çünkü her kitapta yazan çözüm önerisi her anneye ve çocuğuna uyacak diye bir kural olduğunu düşünmüyorum. Ben Aletha Solter'in kitabından, içindeki önerilerden, sebep-sonuç ilişkilerinden çok etkilendim ve mantıklı, uygulanabilir buldum kendimce ve paylaşmak istedim.

Bizim hayatımızda kitabın en önemli etkisi Mert ağladığında onu susturmak yerine bazen neden ağladığına anlam veremesem de onun yanında olduğumu ona belirtmeye başlamam ve sarılmam oldu... Hatta artık çoğu zaman ağladığında ve sakinleşmek istediğinde Mert kendiliğinden bana gelip "anne kucağına al, sakinleşmek istiyorum" diyor ve her seferinde de bu temasımız işe yarıyor;tabii bazen 5 dakika sonra takılacak ve öfke krizine yakalanacak başka bir konu başlığı da bulduğunu belirtmeliyim:))