30 Kasım 2015 Pazartesi

Çocukla Seyahatlere Devam: Eskişehir'deydik...

Bir zamanlar ben İK'cı iken her sene uygulanan bir "Çalışan Memnuniyet Anketi"miz olurdu (muhtemelen hala vardır ama ben yokum:) ). Bu anketin de ilk sorularından biri "işimi yapabilmek için gerekli ekipmana sahibim." gibi bir şeydi... Maslow Piramidi'nde nasıl ki öncelikle insan fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamalı, bu anketin değerlendirmesine göre de bir çalışanın işini mutlu şekilde yapabilmesinin ilk gerekliliği o işi yapmak için gerekli ekipmana sahip olması idi...





Bu anketi son 1 aydır sürekli anımsayıp duruyorum; çok çok hak veriyorum değerlendirmenin birinci basamağında ekipman gerekliliği vurgusunun yapılmasına... Yaklaşık 1 ay kadar önce zaten sıkıntı zilleri çalan minik bilgisayarıma, evde pek sakin duramayan %50'den birisi, ayağı ile basınca ekranı kırıldı. Neyse yenisini alana kadar kör topal bu ekranla idare ederim, televizyona bağlar ekran sorununu hallederim diyordum ki bir gün ansızın bilgisayarım bu diyardan göçüverdi!!! Toparlamaya kalkmakla uğraşılamayacağı için harddiskimi kurtarıp yeni bir bilgisayar arama telaşına düştüm. Ama bu iş o kadar kolay değilmiş, o mu olsun bu mu olsun derken ve kendimi kararsız olarak nitelemezken bir sürü teknik bilgi ve görsellik arasında sıkışmış buldum! Neyse ki o sıkışmışlıktan kurtulmanın verdiği rahatlamayla artık bloguma geri dönebilirim diyerek bugün bilgisayarımın başına oturdum...

Geçtiğimiz Kurban Bayramı'nda 2 gün İstanbul'da olalım 2-3 gün de bir yerlere gidelim isteyince aklımıza ilk olarak trenle Eskişehir'e gitmek geldi. Trenle gitmek bayram trafiği düşünüldüğünde hem bizim için daha az yorucu olur diye düşündük hem de çocuklar için ayrı bir keyif olsun istedik.  Neredeyse bitmek üzere olan tren biletlerinden yemekli vagonda ve masalı koltuklarda bilet bulduk neyseki... 6 yaş altı çocuklar için koltuk alma zorunluluğu yok, ailelerinin kucağında da seyahat edebiliyorlar. Biz çocuklara da bilet almayı tercih ettik rahat bir yolculuk olması için... Çocukların biletleri %50 indirimli satılıyor... Otelimizi de ayarladık: daha önce seyahatkolik ve anne blogger Sena Baran'ın blogunda okuduğum Eskişehir yazısından aklımda kalan oteli aradık ve Senna City Otel'de yer ayırttık. Burayı tercih etmemizin nedeni otelin, şehrin tam merkezinde ve Porsuk Çayı'nın hemen yanında olması oldu.
Tren biletimiz tamam, otelimiz tamam, çocuklarla birlikte ve arabasız olacağımız için yanımıza alacağımız sadece 1 bavulumuz tamam; bir öğleden sonra biz yola çıktık.... Arabamızı garın hemen yanındaki İspark'a park ederiz diye plan yapmıştık ancak bayram öncesi olduğunu hesaba katmamışız; İspark doluydu. Biraz ötesindeki başka bir açık otoparka bıraktık arabayı, günlük otopark ödemesi yanlış hatırlamıyorsam 6 TL idi. 

Pendik garının girişini çok keşmekeş bulsam da bilet kontrolünden geçtikten sonra etrafı bir sakinlik kaplıyor. Trenimizi bulduk, bindik, koltuklarımıza yerleştik ve çocukların dışarı vurdukları heyecanları ile trenin kalkmasını bekledik. Sonra geçilen her bir yerin isimlerini söylemece, dışarıda neler var onları saymaca, o sırada tuvalet alışkanlığını yeni kazanmaya başlayan İpek'le milyon kere tren tuvaletini ziyaret etmece, yemek geldi, "aaaa dondurma verdiler", yemek kalktı derken biz Eskişehir'e nasıl vardık pek de anlamadık açıkçası... Bunda masalı koltuklara oturmamızın etkisi büyük de olabilir, çünkü çocuklar çok rahat oyun da oynadılar boya da yaptılar...

Eskişehir'e vardığımızda hava kararmak üzereydi, navigasyon programına göre otelimiz yürüyerek 10 dakika uzaklıkta idi... Hadi, iki çocukla bizim için 20 dakika olsun diyerek yürüdük. Otelimize varıp, eşyalarımızı bırakıp akşam yemeği için dışarı çıktık; ancak ilk planımız olan çibörek maalesef başka bir güne kaldı. Çünkü kesinlikle orada yemeliyiz dediğimiz "Has Kırım Çibörekçisi" kapalıydı, biz de diğer adını çok duyduğumuz çibörekçi Papağan'a yönlendik; ancak dükkanın önüne gelince baba tarafından Kırımlı eşim "buranın çiböreğinin görüntüsünü sevmedim, bu benim çocukluğumda Şehremini'de yediğim gibi değil!" deyince biz kendimizi çarşı içindeki dönercilerden birine attık. 

Bayramın 1. günü sabah erkenden kendimizi yollara attık... Bayramın 1. günü nedeniyle şehir içinde pek çok  yerin kapalı olabileceğini öğrendiğimiz için müze ve şehir içi gezisini bir gün sonraya bırakıp ilk günümüzü parklara ayırdık... Sazova Parkı ile başladık önce... Otelin oradan bir tramvay ve ardından belediye otobüsü ile Sazova'ya vardık. Hem toplu taşıma araçları hem de park öylesine boştu ki biz Eskişehir'in ne kadar sakin bir şehir olduğunu konuşuyorduk. Ancak çok geçmeden anladık ki aslında bu da bayramın birinci günü şerefine yaşanan bir durummuş. Sazova Parkı içindeki masal şatosu (İpek için Prenses Sofia'nın  evi) kapalı olunca özellikle İpek bayağı bir hayal kırıklığına uğradı. Parkın dışındaki Uzay Evi de kapalı olunca ertesi gün buraya, buranın hakkını vermek için tekrar gelmeye karar verdik... Bu arada Uzay Evi'nin haftalık programına webden ulaşmak mümkün: http://www.eskisehirbilimdeneymerkezi.com Haaa tam anlamıyla parkı ve çevresindekileri gezemeyince erken çıktık sanılmasın; korsan gemisiydi, çocuk parklarıydı derken bizim parktan çıkmamız neredeyse öğleni buldu! Tabii orada acıkan çocukları da doyurmak yine park civarındaki büfe/ cafe arası yere kaldı... "O çibörek Kent Park'taki Has Kırım Çibörekçisi'nde yenilecek o halde" diyerek şehrin diğer tarafındaki diğer kocaman parka gittik: Kent Park'a...



İçindeki kocaman yürüyüş alanıyla, herkesin ilgisini çeken yapay plajı ve Porsuk Çayı'ndan dönüştürülen kocamaaaan havuzu ile, içinde çocuklar için pek çok ilgi çekici park oyuncakları ve maalesef sezon bittiği için kullanıma kapatılmış olan ata binme alanı ile çok çok başarılı bir park. Ayrıca içinde, iki gündür peşinden koştuğumuz çibörekçi  de var; ama maalesef biz yine yiyemedik bayramın birinci günü kapalı olması nedeniyle... Çibörekçinin açık olduğu bir güne denk gelmiş olsak parkta koşturma üzeri çibörek harika giderdi eminim ki...

Kentpark sonrası tüm günü parklarda geçirmenin vermiş olduğu yorgunlukla kendimizi taksiye atıp şehir merkezine geri döndük. Bu arada şehrin en uzak yerine taksi ile gitmek Eskişehir'de 25-30 TL'yi pek geçmiyor. Şehir merkezine dönünce, madem yemek yemek istediğimiz restoranlar bu bayramın ilk günü kapalı biz de Eskişehir'in ünlü hamburgercisinde yemek yiyelim istedik. Ama ağzımız birkaç kez yandı kapalı yerler nedeniyle, bu sefer telefonla arayalım istedik. İyi ki de aramışız çünkü şehirde bir sürü şubesi olan Pino'nun sadece Espark Alışveriş Merkezi'ndeki şubesi açıktı; biz de kendimizi oraya atıverdik... Şubeleri arasında fark var mıdır bilmiyorum, ama vardır herhalde demek istiyorum. Zira yediğimiz hamburger öyle pek de ünlü olacak cinsten değildi... Bir dahaki Eskişehir seyahatimizde alışveriş merkezi dışındaki opsiyonları denemek istiyorum açıkçası... Kendimizi Hamburger yemek için attığımız alışveriş merkezinden Mert'in lego çılgınlığı nedeniyle çıkışımız da pek kolay olmadı. Tam o haftaya denk gelen lego aktivitesini bulan Mert, kendini lego yapım işine verdi ve neredeyse alışveriş merkezi kapanırken sertifikasını almış olmanın verdiği bir mutlulukla otele doğru yola çıkabildi!


Ertesi gün biraz daha şehrin tadını çıkaralım istedik ve önce Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi'ne gittik. Müze kapısına gelmemizle bayramın 2. gününün Eskişehir'de ilk günden farklı olduğunu fark etmemiz bir oldu: bir gün önceki sakinlik ve insan azlığı yerini hem Eskişehirlilerin hem de Eskişehir'i gezmeye gelenlerin yoğunluğuna bırakmıştı. Müzeye girerken ipek'in beklediğimiz sırada uyuyakalması müzeyi hakkıyla gezebilmemize, Mert'in tüm meraklı sorularına uzun uzun cevap verebilmemize olanak sağladı. Bir tarih mezunu olarak müzeye gelmişim, anlattıkça anlattım tabii Mert'e; sonunda bizi dinleyen bir kadın yanımıza yaklaşıp "öğretmen misiniz?" diye sordu... Artık kendimi nasıl kaptırmışsam!

Müzeyi gezdikten sonra, hava da güzel, Odunpazarı evleri arasında yürüdük, Eskişehir'e özgü Met helvamızı aldık ve açlığın vermiş olduğu gazla kendimizi sonunda açık olarak yakalayabildiğimiz Has Kırım Çibörekçisi'ne attık sonunda! Bu arada çiböreği akşam yemeğine saklayalım, şimdi hazır Odunpazarı'ndayken buranın ünlü köftecisinde yiyelim dediysek de isteğimizi müsbet neticelendiremedik! Neden, tahmin edelim: bayram nedeniyle kapalıydı! Bu arada bayramda ve pazar günleri kapalı olma durumuna pek çok kişi söylense de ben ciddi ciddi saygı duydum; bu mekanların sahiplerinin paradan daha çok önem verdikleri şeyin aileleri, çalışanları, kendi ihtiyaçları olduğunu düşündüm... Bunu söylediğimde benimle çok dalga geçilse de bunu yazmaktan çekinmiyorum! :)

Neyse sonunda kendimizi çibörekçiye atınca bizim evin en miniği dahil hepimiz gerçekten lezzeti çok tatmin edici olan çiböreklere gömülüverdik; hatta Kerem ve ben 2. porsiyonlarımızı da bir güzel mideye indirdik... "Bir daha Eskişehir'e gitsen, o dolambaçlı yollardan geçip, nerede olduğunu halen pek kestirmiş olmadığın bu çibörekçiye gider misin?" deseniz yanıtım "kesinlikle kesinlikle evet" olur.


Karnımızı doyurmanın verdiği rahatlıkla tam 2 günlük tatilimizin son çeyreğine tekrar Sazova Parkı'nda devam etmeye karar verip yola çıktık. Bir gün önce giremediğimiz Masal Şatosu, İpek'in deyişi ile Prenses Sofia'nın evi ve Uzay Müzesi bizim çocukların aklında kalmıştı. Sazova mı Porsuk Çayı'nda tur mu dediğimizde Sazova galip geldi ve Porsuk Çayı'na bir dahaki Eskişehir seyahatimizde zaman ayıracağımıza söz verdik. Rotayı tekrar Sazova'ya çevirip önce Bilim Müzesi'nin kapısına gittik ve park içine hızlıca bir giriş yaptık; amacımız "Masal Şatosu"nu açık olarak yakalayabilmek ve mümkünse bir masal saatine katılmaktı. Masal Şatosu gezilmeye açıktı ancak masal dinletileri çoktan dolmuş, gişe de kapanmıştı!!! "Yine bayram etkisi!" dedik... Bir gün önce sakinlik ve sessizlik içinde olan park bayramın 2. gününde adeta kalabalıktan yıkılıyordu! Biz şatoda kısa bir tur attık; Mert'le şatonun tepesine çıktık, ardından da Kerem ve İpek'le şatonun bahçesinde buluşup ayakkabılarımızı çıkarıp çimenlerde oturup güneş keyfi yaptık... Ardından da ver elini Bilim Müzesi ve saat başı başlayacak tur için biletlerimizi alıp bahçesinde gezindik. Bilim Müzesi'nin içine girince "iyi ki tekrar buraya dönmüşüz" dedik... Okulda çoğu zaman sıkıcı olarak nitelendirmiş olduğum fizik kuralları burada o kadar anlaşılır ve deneysel şekilde çocuklara sunuluyor ki; hayran kalmamam mümkün değildi ve kendimi tekrar öğrenci olsaydım 'fenci' olur muydum acaba diye sorgularken buldum... Anaokul, ilkokul ve hatta ortaokul düzeyinde çocuklarla çok keyif alınarak gezilebilecek, deneyimlenecek keyifli bir alan, Bilim Müzesi...

2. günümüzü de yine bir akşam yemeği ile sonlandırdık. Yine, aslında gitmek istediğimiz bir yer vardı: Abdüsselam Balaban Kebap, ancak yine bayram nedeni ile kapalıydı ve biz de yıllar önce ablam Eskişehir'de üniversitede okurken babamlarla Eskişehir'e geldiğimizde yemek yediğimiz Posta Pide'ye gittik; balaban kebabını orada yedik. Ardından da Posta Pide'nin çok yakınındaki, Köprübaşı Caddesi'ndeki "ünlü" Kara Kedi'ye gidip boza içtik... İpek ve Mert de dahil olmak üzere hepimiz bozamızı çok severek içtik ya da daha doğru ifade etmek gerekirse, normalde alışık olduğumuz bozadan biraz daha yoğun kıvamlı bir boza olduğu için  "kaşıkla yedik"...


Eskişehir'deki son sabahımıza biraz daha erken uyandık, hızlı bir kahvaltı sonrası otelden ayrıldık ve tren garına doğru yine yürüdük... Bu şehri tanımla deseler: "arabasız her yere gidilebilen şehir" derim sanırım... Hatta şehirde gezerken pek çok kez "aslında bisikletlerimizi de getirip her yere bisikletle de gidebilirdik!" diyerek Kerem'i bayağı bunalttım... Kaldığımız otelin kapısında otel müşterilerinin kullanımına açık olan bisikletler ise otele ayrı bir sempati beslememe neden oldu desem abartmış olmam! Arkasında çocuk koltukları olsa kesin bazı gezilerimizi bisikletle yapmıştık diye düşünüyorum :)

Dönüş yolunda Mert'in aklında yapamadığımız Porsuk Çayı turu, İpek'in aklında göremediği Prenses Sofia (ya da dinleyemediği masal), Kerem'le benim Devrim Arabası'nın bulunduğu TÜLOMSAŞ Müzesi ve son olarak benim gitmek isteyip de zaman bulamadığım Eskişehir Hamamı kaldı... Yaptıklarımızın yanında yapamadıklarımız da bol olunca "bir günlük şehir" denilmesine inat ben birkaç gün daha zaman geçirmek için Eskişehir'e bir daha gelmek üzere kendime söz verdim...

Çocukla gezmesi nasıl bir şehir sorusuna cevabım çok net: biri 5.5, diğeri henüz tuvalet alışkanlığını yeni oturtmaya çalışan 2 yaş çocuklarıyla biz Eskişehir'de hiç ama hiç zorlanmadık...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder