3 Şubat 2014 Pazartesi

Kocaman bir "proje alanı"

"İnsanın doğduğu değil, doyduğu yerdir memleketi" diye bir söz var... Benim için biraz farklı bu: insanın keyif aldığı, özgür olduğu yer diye tanımlamayı tercih ediyorum ben benim için memleket kavramını... Ben hiç şehir değiştirmedim, İstanbul'da doğdum, İstanbul'da okudum, İstanbul'da doydum... Hayatımın 25 senesi doğduğum, büyüdüğüm yer Bakırköy'de ve Bahçelievler'de yaşadım... Bir sürü anı biriktirdim... Küçüklüğümde sık sık kaldığım babaannemlerin evi Bakırköy Meydanı'na bakardı. Dedemle Bakırköy Çarşısı'nda yürür, Kartaltepe Parkı'na giderdik... Babaannemin anlattığından bildiğim Bakırköy Kız Meslek Lisesi'nden çıkan kızlar babaannemlerin evinin önünden geçerken giriş katında olan evin camından dışarıyı izleyen beni sevmeden geçmezlerdi... Annemle pasajlardan alışveriş yapardık, Gür Çarşısı vardı annemin sık sık uğradığı... Sonra biraz daha büyüdük, ilkokuldaydım İstanbul'un ilk alışveriş merkezi Galleria açıldığında, tam ortasındaki buz pistinde paten yapmayı öğrendiğimde. Dedemin, babaannemin, babamın, annemin, geçmiş yıllarda "Bakırköy Çarşısı'na indik mi herkesle selamlaşırdık, çünkü herkes tanıdıktı" cümlesini duyarak büyüdüm... Okulun ilk günü mutlak Bakırköy'e inerdik, Beyaz Adam'a gider defter, kap kağıdı, kalem alırdık... Sonra ortaokul ve lisede İngilizce kitapları almak için Haşet Kitabevi de girdi devreye...

Sonra evlenme arifesinde Kerem'le nerede yaşamak istediğimize karar verirken ben de doğma büyüme Bakırköylü olan Kerem de artık kalabalıklaşan, değişen, anılarımızdaki kadar naif kalamamış olan çocukluk mekanımızda değil de Kadıköy'de yaşamayı tercih ettik.Tabii o dönem Kerem'in işinin bu yakada olmasının da payı büyüktü...

Ben Kadıköy'ü hep çok sevdim... Benim için medeni idi, böyle hafif "yazlık havasında" idi, iki şıpıdık terlik, bir şort, tişort çık dışarı bir yer idi...Ki benim için hala öyle... Evleri kısa, sokakları güneşli idi... İşte bu noktada hala öyle demek ne yazık ki zorlaşıyor artık... 8 senedir çok severek yaşadığım, 1 senelik Avrupa Yakası arasında bile her hafta sonu cadde de cadde diyerek geldiğim yer, sokaklar, caddeler değişiyor korkarım... 3-4 katlı apartmanlar yıkılıyor yerine 10-12 katlı apartmanlar yükseliyor son sürat... Üzülüyorum... O naiflik kayboluyor diye... Daha da kalabalıklaşacak diye... Kalabalığın doğal sonucu insanlar kabalaşacak diye... Bizim çocuklar sokaklarda oynayamıyor diye üzülürken artık parklar iyiden iyiye uzun binaların gölgesinde kalacak diye...

Korkuyorum...Bu aralar gördüğüm hafriyat kamyonlarından, buldozerlerden, vinçlerden, mikserlerden bizlere bol bol betonlar kalacak diye... Depreme dayanıksız binalar yenilensin diye başlatılan bir süreçten neredeyse her sokakta bir, iki inşaat alanına gelindi... Her gün bir şirket bir sokağı kapatıp beton döküyor, eski bina yıkıyor, bir şeyler yapıyor... Ve hızla o eski doku kaybolup sokakları daha da gölgede bırakan binalar yükseliyor... Her gün yeni bir "proje alanı" yazısı görüyorum, Kadıköy hızla tamamen "proje alanı" haline geliyor... Ve ben üzülüyorum, kendim için, çocuklarım için, burada keyifle yaşayanlar için...


2 Şubat 2014 Pazar

Baby Led Weaning... Bebeklerin kendi kendine yemesi...

Bizim anneannelerimiz, babaannelerimiz çamaşırları ellerinde yıkarmış, evde pişirilen yemekler yine evde hazırlanan malzemelerden yapılan yemekler olurmuş, bulaşık makinesi, mutfak robotları nerdeeee, bebeklerin bezleri kaynatılırmış… Sonra annelerimize sıra gelmiş, “modernleşen” yaşamla, endüstrinin gelişmesiyle annelerimiz pek çok rahatlıkla tanışıp kendi annelerinin yaşamlarından daha pratik çözümlerin hayatlarına girdiği bir dönem başlamış… Çamaşırlar elde değil de önce merdaneli sonra otomatik çamaşır makinesinde yıkanmaya başlamış, pahalı da olsa bir çözüm olarak kullan at bebek bezleri ortaya çıkmış, her evde yavaş yavaş bulaşık makinesi yerini bulmaya başlamış… derken derken benim “bulyon pratikliği” diye tanımladığım döneme girilmiş. Pilav mı yapıyorsun hoop at bi’hazır bulyon sanki et suyuna yapmışsın gibi…  Köfte mi yapacaksın, soğandı, ekmekti, maydanozdu boş ver uğraşma hoop aç bi’paket köfte harcı… Çocuklara tatlı bir şey mi hazırlayacaksın hooop aç bir hazır puding karıştır sütle oh mis…   Ben bu süreci eskiye isyan diye düşünüyorum, o kadar çok ev işi var ki kadının üzerinde pratik bir şey çıkmışsa sanki sorgulanmadan hemen hayatın içine angaje edilmiş son sürat…  Şimdi içinde bulunduğumuz bizim dönemi de annelerimiz döneminde başlayan ve sonrasında hızla devam eden “bulyon pratikliği” dönemine isyan gibi algılıyorum… Bir doğallık arayışı, sağlıktan kopmama isteği, sorgulama, kabul etmeme… Aslında bakıyoruz da hayat pratikleşeceğim derken daha komplikeleşmeye başlamış, biz de mümkün olduğunca hayatlarımızı basitleştirmeye çalışıyoruz sanki… Çocuklarımız da buna tanık olsunlar istiyoruz…
Bu “baby led weaning”  yani “bebeğin kendi kendine beslenmesi” felsefesi de bana bu basit düşünmenin bir parçasıymış gibi geliyor. Bir yerlere yetişme telaşımız, “hadi hadi”lerimiz elimizde kaşık çocuk peşinde koşturtuyor kimi zaman bizi, sonra da yemek yemeyi güç savaşı haline sokmuş olma ihtimali yüksek çocuklar çıkıyor karşımıza! Oysaki bebeklikten itibaren yiyecekleri konusunda bebeğe seçim hakkı tanısak, keşfetme şansı versek?  İşte “O Tabak Bitecek! mi?” tam da bunu anlatıyor.
İpek’te ek gıdaya geçmeye yaklaştığımız şu günlerde bu kitabı okumak istediğimi belirtmiştim. Kitaba göre bebeklerin yemek yemeye başlaması yürümeye başlamayı öğrenmek gibidir; kendileri düşe kalka, deneye yanıla yürümeyi öğrendikleri gibi yemek yemeyi de öğrenebilirler…3 yaşına kadar anne babası tarafından yemek yedirilen bir çocuk bize garip gelmeyebiliyor peki 3 yaşına kadar bir çocuğu “dur sen düşersin” diyerek yürütmesek garip olurdu değil mi?!
Peki süreç nasıl başlayacak? Yani biz İpek’in kendi kendine keşfetmesi için doğru zamanın ne zaman olduğunu nasıl anlayacağız? Benim planım şöyle: İpek, son 2 haftadır yemek saatlerinde mama sandalyesinde bizimle oturuyor, bizi izliyor, oyuncaklarını dişliyor, sesler çıkarıyor… Önümüzdeki hafta 6 ay kontrolünde doktorumuz yavaş yavaş ek gıdaya geçebilirsiniz derse ben de İpek’in önüne patates, havuç vs ezmelerini değil eliyle tutabileceği büyüklükte parçalarını koyacağım. Benim bu yöntem aklıma neden yattı, kısaca kitaptan alıntılarla anlatayım:
·         Kendi kendine yemek yiyen bebekler yemeği dört gözle bekler- miş. Bebekler için eğlenceli-ymiş.
·         Yemek yemek doğal bir süreçtir.
·         Kendi kendine yemesine izin verilen bebekler yiyeceklerin tadını, görüntüsünü, kokusunu vs öğrenirler.
·         Güvenli bir şekilde yemeyi öğrenirler, çünkü kontrol kendilerindedir.- bebeğe birisi yedirip içirdiğinde ve yatar pozisyonda boğaza kaçma ihtimali daha yüksektir.
·         Tüm duyularını kullandıkları için yumuşak, sert, kaygan, az, çok, büyük,küçük vs gibi kavramları öğrenirler.
·         El-göz koordinasyonlarını geliştirirler.
·         Kendilerine güven duymaya başlarlar.
·         Aileyle birlikte yemek yerler.
·         Hayat boyu iştahlarını kontrol edebilen bireyler olurlar.
·         Oyunlara, kandırmalara gerek yoktur.
·         Yemek seçme ihtimali daha düşüktür
Unutulmaması gerekenler:
·         1 yaşının altındaki çocuklarda temel besin hala anne sütüdür.
·         6-9 ay arası katı gıdaya alışma dönemidir. Katı gıda yavaş yavaş arttırılırken süt miktarı  hemen hemen aynı seviyede kalır.
·         Zamanında doğmuş bebekler için uygun bir yöntemdir.
·         Mutlaka bebek dik oturuyor olmalıdır.
·         Yemekleri keşfetsin diye oturttuğumuz bebek aç olmamalı-ymış. Çünkü Katı gıdaya geçişteki ilk haftalar doymak için değil, oynamak, paylaşmak ve diğerlerini taklit etmek için-miş.
·         Bebeğin yemek yediği / denediği sırada mutlaka yanında bir yetişkin bulunalıdır.
·         Bebeğin çok fazla işine karışmaya, ona yardım etmeye gerek yoktur. Yemeği sunup izlemeye geçmemiz gerekir.
·         Bu yaklaşımı kabul ediyorsak biraz dağınıklığı ve pisliği de kabul etmemiz gerektiğini hatırlamalıyız.
·         Bu yaklaşıma başlamak için hiçbir zaman geç değildir.



Neler verebiliriz?
·         Çubuk şeklinde 5 cm uzunluğunda yiyecekler verilebilir.
·         Doğal, taze, tuz ya da şeker eklenmemiş yiyecekler
·         Bebeklerin eline verilebilecek yiyeceklerin yanı sıra bu yiyecekleri batıracakları lezzetli batırmalıklar da hazırlanabilir. Örneğin fırınlanmış bir patates dilimini yoğurda bandırarak yiyen bir bebek görüntüsünü hayalimde canlandırmak bile gülümsememe yetiyor bir de gerçekleştiğini düşünün…
Kitapta bebeklerin eline verilebilecek, banmak için kullanılabilecek, batırmalık olabilecek, kahvaltı için hazırlanabilecek, atıştırmalık ve tatlı olarak pek çok öneri bulunuyor. Aklımda bu önerileri bir liste yapıp buzdolabının üzerine asmak var… Böylece kendimi sürekli patates, havuç, kabak sarmalına sokmamış olurum diye ümit ediyorum…
Bebeğinizin kendi kendine yemeye alışmasını istiyor ve elinde bir kaşık püre ile “hadi aç ağzını” diyen bir anne olmak istemiyorum diyorsanız mutlaka kitabı alıp okumanızı öneririm. Katı gıdaya geçişteki ilk günler, düzene girdikten sonrası, kendi kendine yiyen bir bebekten kendi kendine yiyen bir çocuğa geçiş süreci, sağlıklı beslenme gibi aklımızda olabilecek pek çok soruya yanıt bulmak mümkün… Kitabın sonlarına doğru ise bir liste var: hangi yiyeceğin hangi grupta olduğuna ve hangi vitaminleri içerdiğine dair… Benim gibi beslenme konusuna bebeğiniz olduktan hatta katı gıdaya geçtikten sonra merak salmış, öncesinde bu konuda hiçbir merakı ve bilgisi olmayan birisiyseniz bu liste oldukça yararlı.
Yakın bir zamanda katı gıdaya geçiş süreci başlayacak bir bebeğin annesi olarak bu kitap ve yemek yemesi konusunda bebeğe saygı duyma fikri beni çok heyecanlandırdı…  Mert’te yaşadığımız klasik katı gıdaya geçiş sürecimizden sonra daha farklı olacağını düşündüğüm İpek’le kendi kendine yeme sürecimizi dönem dönem paylaşmaya çalışacağım.


* Bu yazı 23 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde de yayınlanmıştır.



Mert'le bir sinema deneyimi: Köfte Yağmuru 2

Son zamanlarda bloga bir şeyler yazmayı geçtim bilgisayarı açamıyorum bile! Tatile gitme hazırlığı, tatil, dönüş, bu arada İpek'in bana tamamen yapışık yaşamaya başlaması derken gün nasıl akşam oluyor, akşam gelince beni İpek'i nasıl uyutma telaşı basıyor belli değil! Aşağıdaki yazıyı da 2 hafta önce kadar yazmaya başlamıştım yarım kalmış, şimdi tamamlayayayım dedim:) Halen sömestr tatili devam ederken çocuklarla sinemaya gidelim derseniz buyrun burada bir "Köfte Yağmuru 2" yazısı mevcut:

Geçenlerde bir Cumartesi günü Mert'le kısa bir "anne oğul günü" yaptık... Bir gün önce, okulun veli grubundaki yazışmalardan Cumartesi günü Feriye'de "Köfte Yağmuru 2" filminin ön gösteriminin yapılacağı paylaşılınca Mert'le başbaşa zaman geçirmek için güzel bir şans diye düşündüm... Malum İpek'in emmesi, uyuması, altının değişmesi, e diğer taraftan Mert'in okulda olması derken Mert'le benim başbaşa geçirebildiğimiz zamanlar iyiden iyiye azaldı... Film, bir anda aklıma giriverdi, İpek'i Kerem'le başbaşa bırakıp hem onların baba-kız zaman geçirmesine imkan tanıyıp biz de Mert'le anne - oğul başbaşa zaman geçirebiliriz diye düşündüm.

Gerçi "Köfte Yağmuru"nun ilk filmini izlememiştik, nasıl bir film olduğuna dair bir fikrim de yoktu ama ilkinin gayet güzel olduğunu yazışmalarda okuyunca gitmek konusunda pek tereddüt yaşamadım.

Cumartesi sabahı Kerem'le İpek'i organize edip, Mert'le birlikte arabaya atlayıp çıktık yola... Feriye'ye geldiğimizde filmin başlamasına az kalmıştı... Ben karşılaştığım diğer velilerle sohbete koyulmuşken Mert ikram edilen Pinkberry'leri fark etmişti bile... Neyse sıraya girdik dondurma yoğurtlarımızı aldık, sohbetleri bitirdik ve filmi izlemek üzere sinema salonuna geçiverdik. Mert sinema gonglarından ilkini duyduğunda sanırım önce irkildi, sonrasında bu sesin filmin başlamak üzere olduğu anlamına geldiğini ve 3.'yü duyduktan sonra filmin başlayacağını söyleyince gongları saymaya başladı.

Bu Mert'le ikinci sinema filmi deneyimimiz oldu. 3 ay kadar önce okul çıkışı, eski oyun grubundan iki arkadaşı ve anneleri ile birlikte "Uçaklar" filmine gitmiş ve filmde Mert'i üzen baş karakterin mutsuzluk algısı nedeniyle yarıda sinemadan çıkmıştık. Mert, uzun süre izlediği tek çizgi film olan Mickey Mouse Clubhouse'da bile bir karakterin üzüldüğü bir sahne olduğunda hemen üzülebilen bir çocuk. Bile diyorum çünkü Mickey Mouse Clubhouse genel olarak her türlü soruna olumlu yaklaşılan bir çizgi film anlayışına sahip bana göre...



Neyse gelelim "Köfte Yağmuru 2"ye... Film başladı, hikaye şöyle: Dünya için çok iyi fikirleri olan ve icatlar yapmak isteyen Flint ilk filmde yarattığı makinesinin hayvan-yiyecek karışımı mutant yaratıklar yarattığını öğrenir ve dünyayı bu yaratıklardan kurtarması gerekmektedir. Flint'in bu süreçte yanında arkadaşları ve babası da ona destek olmak için vardır. Diğer yandan Flint'i bu sürece sürükleyen Flint'in hayran olduğu bir "süper" mucit vardır... Neyse konuyu burada uzun uzun anlatmayayım ama filmin sonunda "arkadaşlık", "güven", "inanç", "düşünme" gibi kavramlarla ilgili pek çok mesaj beynimde dolanıyordu... Ben filmi sevdim, gelelim Mert'e...

Mert filmin ilk yarım saat- 40 dakikalık bölümünde kaç kez "anne çıkalım!" dedi sayamadım. Filmden çıkmak bir çözümdü evet ama ben çıkmak istemedim. Filmden çıkmak istemesinin nedeni öncelikli olarak bazı karakterlerden korkması, ikinci nedeni ise üzülen karakterlerin olmasıydı. Filmden çıkarsak sanki her kötü durumdan, üzücü hikayeden vs kaçabiliriz mesajı verecekmişim gibi geldi bana... Daha önceki filmden de çıktığımız için bu filmde farklı bir yol denemek istedim ve Mert'e isterse kucağıma oturabileceğini ve filmi izlerken ona filmle ilgili bazı şeyler anlatabileceğimi söyledim. Kabul etti. Filmde onun için "korkunç" sahneler çıkınca Mert'e sarılıp aslında birazdan bu durumun nasıl değişebileceğini, aslında bu sahnenin komik olduğunu düşünebileceğimizi vs söyledim. Arada filmde kaçırdığı ya da henüz Mert'in yaşına göre daha ileride olabilecek mesajları ona uygun olarak anlattım. Filmin ilk bölümünde daha gergin olan Mert filmin bitmesine yakın bayağı gevşemiş haldeydi. Film bitti, sonunda neyse ki iyilik 'kazandı', filmdeki mesajları, neyin iyi, neyin kötü olduğunu, filmden ne anladığını Mert'le bayağı uzun konuşabildik. Kendime de şöyle bir çıkarımda bulundum: çocukların bir şeyden ürkmüşse/korkmuşsa, sıkılmışsa hemen kaçmayı ilk çözüm olarak kendine de onlara da sunma... O korkuyu, sıkıntıyı yönetebilmeleri için fırsat ver, ortam hazırla...

Dün de kuzeni bizde kaldı, tatilin ilk haftasında Köfte Yağmuru 2'ye gittiğini anlatıyordu, bizimki de sohbete atladı... O da gitmişti ya, onun da fikri vardı... O kadar hoşuma gitti ki... Biri 11 diğeri 4 yaşında iki çocuk ve tabii ki ben bir filmi konuştuk, filmden neler anladığımızı paylaştık...



* Köfte Yağmuru 2 filminin ön gösterimindeki misafirperverliklerinden dolayı Stratejiparkı'na teşekkür ederim:)

21 Ocak 2014 Salı

sevdiklerimize mutlulukla sarılabilmek dileğiyle...

Dün, blogu açıp son 2-3 gündür İpek'in uyku düzenini uykusuzluk düzenine çevirmesi ile ilgili yorgunluğumu yazacaktım!! Kafamda yazacağım tüm cümleler hazırdı, sırada bekliyordu,sonra Google açılmadı, o sırada twitter'a girdim, takip ettiğim annelerden Tuten'in tweet'ini takip edip bu linke giriverdim:  http://evcilikhayati.blogspot.com/2014/01/mucize-iscisi.html, ardından hikayenin tamamı için devam ettim: http://mucizepinari.wordpress.com/2013/08/07/lacivert/...

Çok etkilendim!

Günlük koşuşturacamız içindeki mutsuzluklarımızı, kendimize edindiğimiz dertlerimizi düşündüm de dedim ki en önemlisi sevdiklerimiz ve onlarla beraber geçirdiğimiz keyifli zamanlar... Çok arabesk olacak belki ama gerisi yalan, nerede ne zaman başımıza ne geleceğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Tek bildiğimiz oyunun garanti "game over" ekranı ile biteceği ona rağmen tırmalayıp durabiliyoruz, hem kendimizi, hem de en sevdiklerimizi...

Haaaa bu arada uyku ile ilgili sıkıntıma mı ne oldu? Evet dün gece bir önceki kadar maksimum yoruculukta bir gece olmasa da bayağı bir süre ayaktaydım... Ama şükrettim, beni (gece de olsa) ayakta tutan çocuklarımın varlığına... Arada "ama uyumak istiyorum artık" diye sızlandığım gerçeğini de paylaşayım hemen...

16 Ocak 2014 Perşembe

Şans nedir?

Şans nedir? Piyangodan büyük ikramiyenin çıkması mıdır? ya da aklından geçirirken istediğin bir şeyin olması mıdır?

Bugün Mert'in okulundan aldığım iki e-mail ve biraz önce Facebook'ta okul öğretmenlerinden bir tanesinin paylaşımını okuyunca işte benim için şans bu dedim... Oğlumu, bir tanecik kıymetlimi çok keyifli olduğunu bildiğim, ona saygı duyulduğuna emin olduğum, sık sık "ben de çocuk olsam da sizin okula gidebilsem Mert" dediğim bir anaokuluna göndermek... Şans, okulla bizim evet aynı sokakta değil ama 15 dakikalık bir mesafede olmamız ve buraya gönderebilmemiz... Şans, aman canım her okul aşağı yukarı birbirine benzerdir diyerek başka bir deneyim yaşadıktan sonra son anda kaydımızı buraya yaptırabilmemiz...

Ya da bu şans değildir de mutluluktur, keyiftir, huzurdur... Kısacası güzel bir şeydir...

Bana bunları düşündüren, gece gece yüzümü gülümseten, bugün okuduğum e-mailleriyle gözlerimi dolduran, sadece çocuklarımızı değil biz anne babaları da içine katıp bizi kocaman bir ekip, grup, aile yapan okulumuzu ben çok çok sevdim... Şans da bu bence:)

Yüzünüzde bir gülümseme olsun isterseniz, şu kısa videoyu izleyin... Burada kısaca izlediğimiz video benim oğlumun hayatının gerçeği ve ben bundan çok ama çok mutluluk duyuyorum:))

http://www.youtube.com/watch?v=9hDxWtACKcU



Iki Cocuklu Annenin Bir Cumartesi Gecesi 'Çılgınlığı' *

Geçen Cumartesi günü nasıl oldu, bir anda şartlar nasıl denk geldi bilmiyorum, önceden plan yapmadan, bir sürü şeyi organize etmeye gerek kalmadan çocukları evde babaanne ve hala ile bırakıp kendimizi sinema salonunda patlamış mısır paketimiz elimizde koltuklara oturmuş buluverdik…
Evde neredeyse 1 ayı bulan hastalık döngüsünden, sürekli birini iyileştir ötekisi hasta olsun sarmalından, en sona doğru bir de ben de hastalanıp yatarak dinlenemeyince psikolojik olarak iyice yorgundum ki Kerem Cumartesi günü annesi ve ablasının bizi ziyaretini fırsat bilip onlara “yemekten sonra bir işiniz yoksa kalır mısınız biz Zeynep’le sinemaya gidelim” deyiverdi…  Sonrasında ben hızla İpek’i uyuttum, Mert’e uykusu gelirse halasının ona kitap okuyabileceğini, uykusu gelmezse bütün akşam oyun oynayabileceğini söyleyip ışık hızıyla evden çıktık!! JMert, zaten uyku saatini 1 saat geçince kesin uyumak isteyecekti, e İpek de zaten uyuyordu…
Evden çıkmadan ne sinema saatlerini ne de bilet durumunu kontrol ettik, sadece direkt sinemaya gittik. Aklımızdaki filme bilet kalmadığını görünce de saati uyan ve bileti olan “Senin Hikayen”e giriverdik. “Senin Hikayen”le ilgili yorumlar okumuş, keyifli bir “bebek sahibi olma” “bebekli bir aile olduktan sonra” temasını işleyen bir film olduğunu biliyordum…
Gerçekten sonuna kadar keyifle izledim, uzun zamandan beri ilk defa uyumadan bitirebildiğim bir film oldu… Evde ne zaman bir dvd koysak sonunu ben getirememiş olduğumdan dolayı dvd izleme motivasyonumda ciddi bir düşüş olmuştu; demek ki sinemaya gelmek gerekiyormuş…
Başrollerinde Selma Ergeç, Timuçin Esen ve Nevra Serezli oynuyor. Tabii ki bir sinema eleştirmeni olmadığımdan filmi teknik, sanatsal vs yönlerinden yorumlamayacağım. Sadece bende bıraktığı hissiyatı paylaşmak amacım… Kurumsal hayatta çalışan genç, başarılı bir kadın; kendi işini yapan, işleri çalkantılı giden bir erkek, birbirlerini seven, hayatlarından memnun bir çift ve huysuz ihtiyarlığı keyifle birleştiren (erkeğin) anne babası…  İzlerken insanın sürekli “aaaa biz de”, “aaa ben de” dediği bir film… Çocuk isteyip istemediğine karar verme süreci, hamilelik haberini kocayla sonra aile ile paylaşma,  bebek alışverişi, Sebastian’a dönen koca kişisi, bebek alışverişi, “normal mi doğuracaksın sezaryen mi?” muhabbeti, “isim buldunuz mu?” sorunsalı, doğum sırasında “yok ben bunu çıkartamayacağım” hissiyatı, bebekle birlikte değişen hayat, uykusuz geceler, her bebeği sorana telefonundaki galeriyi gezdirmek(!), bebeği babaya bırakıp kızlarla dışarı çıkma heyecanı gibi gibi gibi bizim evden, sizin evden, hepimizin hikayelerinden çok benzer sahnelerle dolu bir filmdi… İzlerken ben çok keyif aldım, ve evet itiraf ediyorum kadının adama hamilelik haberini verdiği sahnede ultrason görselini gösterince adamın “ne o ur mu tümör mü kanser misin?” dediği anda sinema salonunda kahkaha atan bendim!!
Evet, film hamilelik, bebek, çocukla ilgili hepimizin evindeki hikayeleri anlatıyor ama bence en çok da hayatı anlatıyor… Bir yandan doğuyoruz, doğuruyoruz; diğer yandan ölüyoruz…  Doğumla ölüm arasında elimizde kalan ise keyifle yaşadığımız anlar, birbirimize olan sevgimiz, bıraktığımız anılar…

Keyifli, sonunda biraz da gözyaşı barındıran filmden çıktık, arabaya doğru caddede soğuk havada yürümek bile güzel geldi…”Bakalım Mert uyumuş mu bizi beklerken?” diye sorarken eve bir girdik ki Mert üzerine minik battaniyesini almış salonda uzanmış ama uyumaya sonuna kadar direniyor, diğer tarafta İpek biraz önce öksürerek uyanmış babaannesi onu ana kucağına oturtmuş etrafı izliyor… Gecenin 12’sinde eve girip bizim evin bıdıklarını bizi beklerken bulunca içimi müthiş bir mutluluk duygusu sardı… Kısacası bir cumartesi gecesi “çılgınlığı” bana çok iyi geldi…

* Bu yazı 16 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com 'da yayınlanmıştır.

14 Ocak 2014 Salı

Anne Baaak 1 yaşında:))


Geçen sene dün Anne Baaak'ı oluşturup "bir annenin kendince notları" diyerek Mert'le birlikte olan hayatımızı, 2. hamileliğimi, sonrasında da İpek'in aramıza katılmasıyla iki çocuklu anlarımızı yazmaya başladım...

Bakalım yazabilecek miyim, devam ettirebilecek miyim dedim ama her yazı yazmaya devam etmemi sağladı... Ne için yazıyorum dediğim her an kendim için,hatırlamak için, Mert'le İpek büyüdüğünde çocukluklarını okuyabilmeleri için dedim...

33 yaşındaki ben, 4 yaşına yaklaşan oğlumu, henüz yarı yaşına gelmek üzere olan kızımı 1 yaşındaki bloguma "bir annenin kendince notları" diyerek yazmaya devam ediyorum... Keyifle...




4 Ocak 2014 Cumartesi

Alternatif Egitim uzerine Finlandiya örneği... *

2 hafta önce Cumartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde bir seminere katıldım, konusu: “Açık Alanda Eğitim ve Orman Anaokulları”. Finlandiya’da yaşayan çevre eğitmeni ve okul öncesi uzmanı Gaye Amus bize açık alanda/ doğada eğitimin yararlarını anlattı ve orman anaokulları ile ilgili Finlandiya’daki deneyimini paylaştı.

Ben böyle bir seminere neden gittim? Nedeninden önce şunu söyleyeyim, genelde dinleyici kitle anaokulu öğretmenleri, yöneticileri ve benzeri eğitmenlerden oluşuyordu, sadece “anne” kimliği ile katılan başka bir katılımcı var mıydı bilmiyorum. Bu seminere gitmek istedim çünkü içinde bulunduğumuz eğitim sisteminden ben öğrenciyken de memnun değildim, kaldı ki arada geçen 20 civarı senede eğitim sisteminin / sürecinin ve eğitime bakış açısının ne yazık ki geriye gittiğine inanıyorum. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusu olur, bir gün onu da yazarım belki… ) Bu nedenle çevremde duyduğum alternatif eğitim şekillerini, süreçlerini, sistemlerini merakla takip ediyorum, dinlemeye/ okumaya çalışıyorum.
“Orman okulları” diye bir kavramdan ilk olarak yaklaşık 2-3  ay önce Mert’in yeni okuluna oryantasyon süreci devam ederken bir arkadaşımla beraber bir kitapçıda rastladığımız Mikado Çocuk’tan çıkmış olan “Benim Anaokulum” adlı kitap sayesinde haberdar olmuştum. Kitabı alma nedenim içinde anlatılan bir günün Mertlerin bir gününe benzemesiydi, böylece oryantasyon sürecinde işime yarayabileceğini düşündüğüm bu kitabı aldım. İçindeki bir sayfada da çocukların arada sırada ormanda yer alan doğa okuluna gittikleri yazıyordu. Okurken ilginç gelmişti böyle bir yaklaşım.

Neler dinledik Gaye Hanım’dan kısaca özetlemeye çalışayım:
Gaye Hanım, sunumuna başlarken dinleyicilere çocukları ayda bir ormana, ayda bir parka, 2 haftada bir ormana, 2 haftada bir parka, her hafta ormana, her hafta parka, her gün ormana ve her gün parka götüren kaç kişinin olduğunu sordu. Sorularda aydan güne geldikçe kalkan el sayısı azalırken ormana gitmekle ilgili sorularda parka göre kesin ve net bir şekilde daha az el kalktı. “e İstanbul işte” gibi bazı mırıldanmalar duyuldu arada…

Sonra açık havada eğitim ve orman anaokullarını 4 ana başlık altında anlattı ve bunların önemli olduğunu belirtti:
1.       Çevre
·         Eğitimin çoğu dışarıda gerçekleşiyor. (Zeynep’in notu: örneklenen anaokulu Helsinki’de Üniversite bölgesinde bir okul, alışık olduğumuz şekilde bir okul binası var, ancak alışık olmadığımız tarafı bahçesinin sadeliği ve haftanın 4 günü sabah buluşmasını okul binasında yaptıktan sonra yaklaşık yarım saatlik yürüme mesafesinde gittikleri ve günün büyük kısmını geçirdikleri orman)
·         Hava koşulları hangi şartlarda olursa olsun dışarıdalar.(Zeynep’in notu: örnek verilen ülke Finlandiya, dikkat çekmek isterim) -15 derece resmi rakam, yani -15 dereceye kadar dışarı çıkıyorlar. Yoğun bir fırtına olduğunda güvenlik önlemler alınarak dışarı çıkıyorlar yahut durum değerlendirmesi  yapılarak karar veriliyor ormana gidip gidilmeyeceği. Yağmur yağarken de ormana gidiliyor.
·         Geziler de yapılır bu okulda, öncelikli olarak da doğa gezileri
·         Orman ve bahçe ön planda
·         Doğa anaokullarında okulun bahçesi küçük ve sade (Zeynep’in notu: Bizim genelde alıştığımız sonradan yapma bahçeler, bahçesinde bir sürü plastik oyuncak vs yok; kumluk ve ağaçlık bir alan resimlerden gördüğümüz)
·         Ana yaklaşım şu: “okulun içinde yapılan her şey dışarıda da yapılabilir.”
·         Serbest oyun zamanları var, hatta çocuklar zamanlarının çoğunu serbest oyun şeklinde geçiriyor.  Bu oyun zamanlarında doğada buldukları malzemelerle oyun kuruyorlar. “Açık alanda olmak yaratıcılığı körükler” diyorlar.
·         Finlandiya’da  7 yaşına kadar okumayı öğrenme zorunluluğu yok, önemli olan oyuna odaklanmak. (Zeynep’in notu: ancak çevrelerinde herkesi bir şey okurken gördüklerinden dolayı okumaya ilgileri yüksek)
·         Okulun en küçüğü 2 yaşında ve 2 km yürümüşlüğü var J
·         Her zaman bir şey yapmak zorunda değiller, bir ağaç kovuğuna oturabilir ve diğer çocukları izleyebilirler ya da sadece dinlenebilirler.
2.       Esnek Parçalar (looseparts) :
·         Mimar Simon Nicholson’un geliştirdiği bir teoridir, esnek veya “dağınık” parçalar. Richard Louv da bunu “Doğadaki son çocuk” kitabında ele almıştır.
·         Çocuklar tek başına hiçbir şey ifade etmeyecek parçaları bir araya getirip oyun kuruyorlar.
·         Bahçede 3 hafta boyunca parça parça devam eden bir evcilik oyunu oynamışlar örneğin. Her gün oyuna yeni bir malzeme eklenmiş.
3.       Dayanıklılık (Resilience) :
·         Çocuklar birçok zorluk karşısında güç toplayıp yoluna devam edebilmeyi öğreniyor.
·         Risk alabilmeyi öğreniyor.
·         Fin kültüründe 3 yaş itibariyle çocuklara bıçak kullandırtıyorlar. Bizdeki “dur kesersin, dur düşersin” yaklaşımından farklı tabiiJ(Zeynep’in notu: biz de Mert’e keskin olmayan yemek bıçaklarını kullanabileceğini ancak dikkat etmesi gerektiğini söyleyerek başlamıştık sanırım 2.5 yaşındaydı o zamanlar; hatta aynı dönem babası ile birlikte tamir yaparlarken tornavida kullanmaya da minik minik başlamıştı. Burada bizim en temel kuralımız “elinde sivri, kesici bir şey varsa koşma” tabii bu yaklaşımımıza çevremizde irili ufaklı tepkiler olmadı değil!!)
4.       İşbirliği (collaboration):
·         Okulun yaklaşımında işbirliği, rehberli etkinlikler ve geleneksel oyunlar ön planda. (Zeynep’in notu: sunum sırasında izlediğimiz kısa bir videoda çocuklar kertenkelenin kuyruğu diye bir oyun oynuyorlardı. Arka arkaya dizilmiş bir grup bir çocuğun nünde duruyor, gruptakilerin hepsi bacaklarını A harfi gibi açıyor, çocuk da yerde kertenkele gibi sürünerek) sıranın en sonundaki çocuğun bacaklarının arasından geçtikten sonra ayağa kalkıyor ve sıranın en sonundaki çocuğun arkasına takılıyor, Böylece sıra uzadıkça uzuyor, kıkırdamalar, gülüşmeler arttıkça artıyorJ)
·         Veli katılımı çok önemli. Anaokuluna kayıt sırasında veliler hangi konuda okula destek verebileceklerini beyan ediyorlar. Veliler için gruplar var, böylelikle örneğin bahçeyle ilgilenen velinin bahçe işlerinde gönüllü olması veya gitar çalmayı bilen velinin bu yeteneğini etkinliklerde paylaşması sağlanıyor.

Diğer öne çıkan noktalar

Gaye Amus’un çalıştığı doğa anaokulunda
·         Çocuklar haftanın 4 günü dışarıdalar, 1 günü okul içindeler. Her gün bahçeye çıkarlar.
·         Yemeklerin hepsi organik.
·         Sanat etkinliklerini hem içeride hem de dışarıda yapıyorlar.
·         Çocuklara sıklıkla keşif fırsatları sunuluyor. Örneğin akşamdan bir buz kalıbına su dolduruyorlar ve bahçede bırakıyorlar. Sabah geldiklerinde kalıptaki suların donduğunu görüyorlar.
·         Okul haftanın 5 günü açık ve sabah 7’de girişler başlıyor, herkes geldikten sonra 8’de bahçeye çıkılıyor, akşam üstü 5 çıkış saati.
·         “Doğada evde olmak” prensipleriyle çalışan bir anaokulu.
·         2&3, 4&5, 6&7 yaşlar ayrı gruplardalar ama haftanın bir günü ormana gitmeyip  okulda kaldıklarında hep birlikte bahçedelerdir.
·         Bu okullardan Finlandiya’da 10 kadar varmış. Almanya’da 450 kadar, İsveç’te 190 kadar…
·         Bizim dinlediğimiz bu okul bir devlet okulu değil, özel okul. Ancak artık devlet de bu yaklaşımı desteklemeye başlamış. Devlet okullarındaki öğretmenlerin eğitilmesi için özel kurslar sağlanılıyor, pek çok devlet okulunda öğretmenler haftada bir ormana gidiyorlar.
·         Fotoğraf makinesi, kamera ve öğretmenlerin not defterlerine aldıkları notlar ile çocukların gelişimleri paylaşılıyor.
·         Müfredat- diğer anaokullarında nihayetinde ulaşılması beklenen,çocuğun gelişimini takip etmeyi sağlayan hedefler neyse bu okullarda da aynı sadece yöntem farklı.
·         Gidilen orman mutlaka önceden öğretmenlerce kontrol edilerek belirlenmiş bir alanı kapsıyor, orman anaokulunun kuruluş aşamasında da mekanın güvenli olup olmadığı önceden test ediliyor.
·         Ormanda hep aynı bölgeyi kullanıyorlar, hep aynı yeri kullanmak hem güvenlik açısından daha uygun hem de aynı yere gitmek çocuğa güvende duygusu veriyor.
·         Finlandiya’da 3 yaş üstü her 7 çocuğa 1 öğretmen, 3 yaş altı her 4 çocuğa 1 öğretmen düşüyor.
Benim bu seminerden aldığım notlar bunlarla sınırlı ama yaşananların, çocukların deneyimlerinin sonsuz olduğu muhakkak.  Bu şekilde okullar yurt dışında var bizde neden olmasın diyorum, yapmak istenirse yapılabileceğine inanıyorum. Mutlak bu okullardan yapılmalı, bizde de olmalı gibi bir yargım yok; ha tabii olsa, çoğalsa ne de güzel olur. Ama söylemek istediğim şu:
Bu okullar yurt dışında genelde büyük şehirlerde çocukların doğayla yeteri kadar iç içe büyümemeleri sonucu kurulmuş okullar olabiliyormuş. İstanbul’un da doğa, çevre anlamında durumu hepimizce malum… Belki eğitim yaklaşımlarımızın okullar bünyesinde değişmesi, çeşitlenmesi zaman alacaktır ama bizler bireysel olarak çocuklarımızı daha çok doğa ile bir araya getirebiliriz. Hala İstanbul’da ormanlar var, hala parklar var, deniz kenarı mevcut… Yazın yazlıklarda olan çocuklar hep yaz sonu bana büyümüş olarak gözükür. Neden? Doğayla, denizle, ağaçla, doğal malzemelerle, kumla, toprakla, suyla iç içe oldukları için…
Son olarak da kış aylarında olduğumuz ve neredeyse her çocuklu evde hastalığın kol gezindiği bu günlerde ben dışarılarda olmanın, temiz havanın, doğanın hastalıkları kışkışlayıcı tarafı olduğuna inanıyorum ve hemen sloganımı atıyorum: “kötü hava yoktur, kötü giyinmek vardır!” J Unutmayın, yukarıda bahsettiğim örnek Finlandiya’dan J


Kısa bir not: Seminerin sonunda Gaye Hanım, doğada eğitim ve orman anaokulları ile ilgili seminerler ve atölye çalışmalarının ileriki tarihlerde olabileceğini belirtti. İlgilenenler http://www.dogadaogreniyorum.org/ adresini takip edebilirler.

* Bu yazı, 2 Ocak 2014 tarihinde www.internetanneleri.com adresinde yayınlanmıştır.

1 Ocak 2014 Çarşamba

bir 31 Aralık yazısı...

Hastanede bugün 7. günümüz ve bugün tarih 31 Aralık 2013 saat 08:53... Biraz önce doktorumuz geldi İpek'i kontrol etti, iyileşme sürecinde olduğunu söyledi ve fakat henüz eve gitmek konusunda aceleci davranmamamız gerektiğini de belirtti ki zaten bir acelemizin olmadığını çünkü evde de ağbi kişisinin Influenza A nedeniyle hasta olduğunu belirttim!! Evet İpek düzelme eğrisinde, Mert yeni bir virüsle karşımızda...

İçimi dökmek adına yazmak istedim ama "hala hastanede misiniz?" "ne Mert tekrar mı hasta!" gibi olası cümleleri cevaplamaya artık takatim kalmadığından yazıyı daha sonra yayınlamak üzere burada uykuya bırakıyorum.

Dün akşam üstü Kerem, Mert'in hiç huysuzluk yapmadan arabada uyuyakaldığını söyleyince aklıma ve dilime ilk gelen bu çocuk Influenza A olmuş olmasın!Duyan da sanacak ki 6 yıl tıp eğitimi üzerine çocuk pediatrisi, göğüs hastalıkları ve solunum uzmanlığı ve tabii ki psikoloji uzmanlığım, doçentliğim ve bilimum titrim var!!! Evet bunların hiçbirine sahip değilim, ama şu anne hissiyatı var ya, hah ben ondan korkmaya başladım artık! Kafamda "etraf Influenza A kaynıyor Mert kapmaz inşallah" derken ben mi bu hastalığı istemeden çağırdım yoksa geleceği vardı da geldi mi bilmiyorum ama ben bu anne hissiyatını susturmak istiyorum!!

Kerem dur bi'uyusun dinlensin bakalım derken eve gelip Mert'i kucaklayıp eve çıkardığı süre içinde ateşi bir anda 39.6'yı bulmuş Mert'in... Hızlı bir duşun ardından ateş çok da fazla düşmeyince yine doktorla bir telefon trafiği sonucu akşamın 7'sinde Anadolu-Avrupa geçişi yemyeşil gözükürken Kerem, Mert'i hastaneye getirdi... Dün akşam bi'ara hepimiz hastanedeydik ancak taşıdığımız virüs farklılıkları nedeniyle biraraya gelmedik!

Mert, kontrol edildi, tahlilleri yapıldı ve BİNGO! Influenza A! Bilgi Kütüphanemize yeni bilgiler de ardı ardına eklenmeye başladı:
  • Influenza A, bir grip çeşididir korkmayın!
  • Domuz gribi, Influenza A'nın bir çeşididir. Domuz Gribi olup olmadığını anlamak için 24 saatteki ateşini izlemek gerekir!
  • Domuz gribiyse de korkmayın! (peki biz niye 4 sene önce ben Mert'e hamiliyken deli bir domuz gribi salgınından çok feci korkuyorduk???- bununla ilgili hastalık daha bilinir oldu tedavi edilebiliyor diyen de var, hastalık mutasyona uğradı diyen de var, aslında 4 sene önce de böyle bir enfeksiyondu ancak bağışıklık sistemi çok güçsüz kişilerde ölüm vakaları yaşandığı için çok korku saldı diyen de var)
Dün akşam hastane çıkışı Kerem, nöbetçi eczanelerden tamiflu arayışına geçti, domuz gribi olasılığına karşı... Sabaha karşı Kerem'le konuştuğumuzda Mert'in ateşinin bayağı düştüğünü söyledi, bakalım bugün izlemedeyiz..

Peki ben bu arada ne hissettim? Hayatımda ilk defa "anne"liğin parçalanmak olduğunu hissettim. Daha önce Mert ne yaşarsa yaşasın yanındaydım, hasta olduğu her gece ona sarıldım, "geçiyor anneciğim" diyebildim. Dün akşam, endişeye gerek yok, bu ara bu virüs çok sık gözüküyor 3 gün içinde de geçiyor çoğunlukla dense de ben kendimi bir anne olarak "çocuğunu yalnız bırakmış" hissettim. Belki de Mertişimin gözünde "İpek hasta annem onun yanında ben hastayım benim yanımda değil" diye düşündürttüm! Yapacak hiçbir şeyim yok tabii, İpek'i ikinci bir virüsten de korumamız gerek, daha henüz zatürrenin etkileri yeni geçmeye başlarken; ama duygularım bunlardı, değilmiş gibi yapamayacağım! 

Kerem'in Mert'e "babacığım ateşin var, hastaneye gitmemiz gerkiyor" gibi bir şeyler söylediğinde Mert'in "annemlerin olduğu hastane mi?" diye sorup "evet" yanıtını alınca içten içe "annemle birlikte olacağım" diyerek hasta olduğuna sevindiğini bile düşünüyorum. Hastaneden eve gönderdiklerinde ve biz görüşemediğimizdeki kendi çocuk dünyasındaki hayal kırıklığını tahmin edebiliyorum...

Amacım duygu selleri falan yaratmak değil, ne zorunlu ayrılıklar yaşayanlar var biliyorum ama işte minik kızım bir yerde minik oğlum bir diğer yerde hasta ve bendeki "anne hissiyatı" derinleştikçe derinleşti...

Dün Twitter'da "Normal, sıradan, rutin, basit... Bunlar sıkıcı bir hayatın sözcükleri gibi gelebilir ama bir süre yok olunca ne kadar değerli oldukları anlaşılıyor" yazmıştım, bir kez de burada yinelemek istedim. Çocuklar neden rutini sever, neden bir adım sonrasında ne olacağını bilmek onlara güven verir işte bu tip durumlarda daha iyi anlıyorum... Akşam 7'den sonra İpek ve Mert'i uyku sırasına sokmanın, Mert'e yatakta kşitap okumanın, sabah okula yetişme telaşının, eve gel İpek'i uyut, uyansın, evde yemek ne var, hadi dışarı, hadi Mert'i okuldan al,eve gel rutininin güzelliğini hiçbir şeye değişmem, kesin net :) 

Sonuç: herkese herkese herkese sağlık sağlık sağlık diliyorum!!!

Sonraaaaa...

Arsız tipler, sevgisiz insanlar, mutsuzlar, etrafına mutsuzluk saçanlar, yalancılar, hırsızlar, kısacası kötüler gitsin rehabilite olsun, olamıyorsa da gitsin ve gelmesin!!!

Yani... 2014, iyi insanların yılı olsun.. Sevenler her daim birbirleriyle olsun... Anneler, babalar çocuklarına, çocukları anne babalarına sarılsın...

(Zeynep'in notu: Biz bugün yani 1 Ocak itibariyle hastaneden çıktık, evdeyiz; evde olmak süper ve tabii ki hastaneyle kıyaslandığında daha yorucu!!! Herkese tekrar tekrar sağlıklı seneler ve bu bir haftadır bizleri merak ederek arayanlara çok çok teşekkürler:))