internet anneleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
internet anneleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2013 Perşembe

2 Çocuklu Gündelik Hayat*

Geçen sene bu zamanlar gibiydi İpek’e hamile olduğumu öğrendiğimde… İlk iş zaten Mert’i 3 yaşında başlatmayı planladığımız, hamilelikle birlikte de başlatmayı ertelemememiz gerektiğini düşündüğümüz anaokulu araştırmalarına başladım. Aslında aklımızda bir yer vardı ama hamileydim götürüp getirebilecek miydim, servis işine de en baştan girmek istemiyordum falan falan… Bunları bir ara bayağı yazdım kendi bloğumda…
Bu araştırmanın yanı sıra internette sıklıkla iki çocuklu hayatla ilgili yazılar ararken buldum kendimi… Ama öyle kıskançlık hikayeleri, birinci çocuğu kardeşe  hazırlamak, doğumdan sonraki ilk ay  gibi değildi aradığım konu… Tabii onlar da vardı ama öncelikli olarak merakım  farklıydı. Basit, düz… “2 çocuklu annelerin doğumdan sonraki ilk haftalar geçtikten sonra gündelik yaşamları nasıl?”dı onu merak ettim… Belki bana denk gelmedi, belki de kimse yazılmaya değer bulmadı ve yazmadı.
2 çocuklu hayatta 4 ayı geride bıraktık bu konuda yazabileceğim ilk cümle: “günler hangi hızda geçiyor hiç anlamıyorum!” olabilir.
Sabahları genelde 5 civarı İpek tarafından süt isteğiyle uyandırılıyorum. İpek ve ben “sütçü” anne  yarı uyanık yarı uykulu bir çift olarak süt işimizi hallediyoruz ve şanslıysam (şanslı değilsem 6- 6 buçuğa kadar İpek gayet uyanık bir şekilde mırıldanarak zamanını geçirebiliyor) uykuya dalmış olan İpek odasına bırakılmak ben odama dönmek suretiyle uykumuza devam ediyoruz. 7- 7 buçuk aralığında Mert’in uyanması ile hayat gerçek anlamda başlıyor- yani başlamak zorunda kalıyor. Mert’e “saat 8 olmadan ben uyanmam”  cümlesini çok net öğretmiştim aslında ama Mert uyanınca İpek’in uyanması da genelde kaçınılmaz oluyor ve ben saat 8 olmadan uyanmaya mecbur kalıyorum! Yataktan sürünerek çıkan ben, günde biri sabah biri okuldan geldikten sonra toplam 2 kez olan çizgi film hakkını mutlaka ve mutlaka kullanmak isteyen Mert’e kayıtlı çizgi filmlerinden birini açıyorum. Sonrasında sırayla yatağın toplanması, giyinmek, İpek’in giyinmesi ve Mert’in sabah kahvaltısını hazırlanması derken 20 dakikalık çizgi film sona eriyor.  Araya bir yerlere sıkışmış bir süt seansımız daha var tabii İpek’le… Bu arada bir de Mert’in giyinmesi var ki kendi giyinmek istediği için normale göre daha uzun sürme ihtimali olabiliyor. Ancak Montessori felsefesini destekleyen bir anne olarak ne yazık ki sabahları Montessori’ye ihanet edercesine “hadi, hadiiiii, hadi oğluuuuumm”ların sayısı artabiliyor…
Saat 9 gibi evdeki süper üçlü kapı önünde olmaya çalışıyoruz ki Mert’i saatinde okula teslim edebilelim. Evden çıkar çıkmaz “şoför” kimliğim ortaya çıkıyor, Mert’in okula adaptasyon sürecinde keyifli bir okula gidişimiz olsun diye başladığımız “Anne şimdi sen taksici ol” ile taksicilik oyunumuz başlıyor! Sırasıyla İpek’in, Mert’in ve benim kemerlerimiz bağlanıyor ve yola çıkıyoruz… Yolda genellikle geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgi vermeye çalışıyorum Mert’e, erken midir geç midir bilmem ama yolları tanısın, yön duygusu gelişsin diye düşünüyorum. Zamanında ablamı okula bırakırken annem bana aynısını yapardı, ondan mıdır bilmem İstanbul içinde zor kaybolurum…
 Mert’i okula bıraktıktan sonra saat 4-5’e kadar zaman bizim… Bazen eve dönüyoruz, evdeki işlerimi bitirmek için, kimi zaman caddede yürüyüşe çıkıyoruz, bazen market alışverişi, ziyaretler, buluşmalar derken saatin nasıl 4 olduğunu anlamıyorum! Son zamanlarda eve girememekten dolayı evi özlediğim doğrudur! Tabii bu arada İpek saat 10 gibi (eğer çok huysuzlanmamışsa) tekrar sütlenip sabah uykusunu uyuyor (huysuzlanmışsa bu saatteki sütü pas geçtiğimiz oluyor), eve dönmüşsek yatağında, dönmemişsek slingde… Tabii ki slingdeki uykusu çok çok daha uzun oluyor. Öğlen saat 1 gibi ise İpek’in öğle sütü ve evdeysek biraz halı üzerinde zaman geçirmesi mümkün oluyor. Yok dışarıdaysak uyku zamanı ile uyanıklık birbiri içine geçmiş bir süreç oluyor. Mert bebekken Mert’e rutin oluşturmaya mutlak gözü ile bakan ben İpek’te gördüm ki her çocuk farklıymış: İpek kendi düzenini kendi oluşturan bir bebek oldu bizim gündelik akışımız içinde… Tabii bunda Mert doğduktan 6 ay sonra işe dönecek olmamın etkisi çok büyüktü bence… Mert’e bir rutin hazırlamalıydım ve onu o rutinle ona bakacak kişiye sunmalıydım! Yani böyle düşünmüşüm o zamanlar, şimdi daha iyi farkediyorum… O zamanlar Mert uykusunu atladığında ya da sütünü her günkü saat dışında emdiğinde benim için olay olurdu! O zaman rahatım sanıyordum ama şimdiki rahatlığımla kıyaslayınca “o zamanlar içimde bir stres canavarı büyütüyormuşum” diyorum!
Saat 4 civarı İpek’i (eğer istiyorsa) bir kez daha emzirip (istemezse Mert’i okuldan alıp geldiğimizde emziriyorum) Mert’i alma yollarına düşüyoruz. 4 buçuk 5 civarı Mert’i alıp eve dönüyoruz; ki bence günün esas zorlu saatleri bunlar… Mert, günün yorgunluğuyla huysuzluğa; İpek de bence bebeklerin güneşin batmasıyla başlayan “uyut beni” ya da “uyumak istemiyorum ama uyku saati geliyor” huzursuzluğuyla süper bir ikili olabiliyorlar. Buradaki en iyi çözüm İpek’e slingde kısa bir akşam uykusu uyutmak, o sırada da Mert’le akşam yemeğini hazırlamak olabiliyor. Ha bu arada 7’ye doğru evin baba kişisi eve gelip de Mert ya da İpek’i aldığında, hatta bazen ikisini de oyaladığında akşamı benden iyi geçiren yoktur diye düşünüyorum J
Elimizden geldiğince 7 civarı akşam yemeğini yemeye çalışıyoruz ki ben 7 buçukta İpek’i emzirip uyutayım. Yemeğin ardından evin tellaklığı babada olduğu için Kerem sırasıyla İpek’i ve Mert’i banyoya sokuyor. İpek banyodan çıkınca ben İpek’i teslim alıyorum, Mert’i banyoya gönderiyorum. İpek’i emzirip uyuttuğumda banyosunu yapmış, pijamalarını giymiş bir Mert teslim alıyorum. Bazen babayla kitap okumuş oluyorlar o zaman ben direkt  “haydi uyuyalım” diyerek “yastık” görevi gören anne oluveriyorum. Babayla kitap okumamışlarsa “okumacı” anneden sonra “yastık” görevim başlıyor. Genellikle 8 buçuk 9 civarı bizim evde uyku saati tamamlanmış, yorgun bir anne baba olarak biz, koltuğa yayılmış oluyoruz… Uykuda saat 9, hafta içi benim için görülmesi gereken en son sınır şeklinde! 9’u geçen her bir uyanık dakika ise beni hızlı bir şekilde “sinirli” anne sınıfına sokabiliyor…
Büyüme ile uyku arasında, hatta karanlıkta uyunan uyku arasında önemli bir ilişki olduğunu her yerde okumak mümkün; ben Mert’in doğumundan bu yana uyku konusuna takık (bu takıklığı abarttığımda zaman zaman gereksiz üzülmüş) bir anne olarak bebeklerin ve özellikle küçük çocukların, en azından bizim evdeki bebek ve çocuğun, akşam 8’den sonra ayakta olmamasını tercih ediyorum. Hem onların sağlıklı büyümelerine çok büyük etkisi olduğuna inanıyorum hem de günde tamamen bana kalan bir iki saate ihtiyaç duyuyorum. Gündelik hayat yazısını uyku konusuna bağlamak üzereyim, uyku ile ilgili milyonlarca fikrimden sıyrılıp bu yazının konusuna geri dönüyorum…
Gece, genelde gündüz yaşadığımız hızlı, oradan oraya koşuşturmalı hayatın tam tersini yaşıyoruz… Evimizde misafir de olsa, biz bir yere de gitmiş olsak genelde bu uyku saatine dikkat ettiğimizi söylemek mümkün… Zaten artık alışkanlıktan ve bütün gün okulda harcadığı enerjiden dolayı Mert, beden dili ile uyku saatinde uyumak istediğini bas bas bağırıyor; ona sorarsak “hayır uykum yok” diyebilir bunu da not düşeyim… Ama içinde bulunduğu ortamdan çıkarıp sakin bir ortama girdiğimizde uyumaması da mümkün değil. İpek için durum Mert kadar oturmuş değil tabii ki, onun mümkünse uyku öncesinde fazla uyarana maruz kalmamış olması tercihim, ki…
Akşam artık 10 buçuk civarı İpek “dream feeding” denilen uyku arası emme sürecini tamamlayınca artık benim için uyku çanları çalmaya başlayabiliyor. Ama ne yazık ki erken uyuyacağım dediğim her gün 12’den önce uyuyabildiğimi hatırlamıyorum; tabii yorgunluk nedeniyle sızdığım günler hariç…

Kısaca normal rutindeki bir gün böyle geçiyor bizim evde… Biraz koşturmacalı, yetişme telaşlı, arada İpek’in uyku saatlerinin süt saatlerinin birbirine karışabildiği, sanki dışarıda bir yerde çalışıyormuşum gibi mesai saatlerinin olduğunu hissettiğim, hatta fazla mesainin pek sık olduğu günler yaşıyoruz genelde… Arada çok gülüyorum, bazen diyerek ağladığım oluyor, bazen çok eğlenceli bir anne oluyorum, bazı gün ileri derecede kuralcı… Akşamları genelde yorgun buluyorum kendimi, sabahları uyanabildikten sonra ise şarj olmuş oluyorum, uyandırıldığım ilk dakikalardaki “öğlen İpek uyuduğunda ben de uyuyacağım düşüncesi” tamamen uyanmamla çoktaaaaan çöp olup gidiyor… Gün içinde yaşadıklarımız değişebiliyor, o değişenlerden bana kalan duygular da değişiyor doğal olarak. Ama değişmeyen tek şey, sabah uyandığımda ve gece uyumadan önce ve aklıma gelen her an “sağlıklı ve bir arada  olduğumuz” için şükretmem oluyor…

*Bu yazı aynı zamanda www.internetanneleri.com 'da da yayınlanmıştır.

29 Kasım 2013 Cuma

minik bir DUYURU: başka bir sayfaya haftada bir misafir oluyorum:))

Artık kendi sayfam Anne Baaak! dışında haftada bir www.internetanneleri.com 'da da yazılarım konuk yazar :) sayfasında yer bulacak... Benim için çok keyifli olacağını düşündüğüm bu durumu ve internet annelerinin adres bilgisini buradan da paylaşmak istedim. Zira www.internetanneleri.com 'da pek çok konuda annelerin kaleminden yazılar bulmak mümkün...

Şimdiye kadar emzirme odası ve "evde Montessori" eğitimi ile ilgili 2 yazım yerini aldı bile...   

17 Kasım 2013 Pazar

Lohusa olmak ya da olmamak...

Konu ne olursa olsun annelik, çocuklar, bebekler üzerine bir sohbet oldu mu annelerle biraraya gelmeyi seviyorum... Bu buluşmaların ardından genelde kendimi daha bi' hafiflemiş hissediyorum... Perşembe günü de annelerle ve anne adaylarıyla İnternet Anneleri'nin düzenlediği "lohusa depresyonu" konu başlığında buluştuk.

Mert de İpek de doğduktan sonra bir lohusa depresyonu yaşadığımı düşünmedim ama ara ara ani çıkışlarımın, sabırsızlıklarımın da bu hormonal değişikliklerden etkilendiğini pek de göz ardı etmedim... Bakalım bu konunun uzmanı ne diyecek, bu durumu yaşayanlar/ yaşamayanlar ne anlatacak diyerek ben de Mert'i okula bıraktıktan sonra İpek her zamanki gibi çanta formatında üzerime bağlı olarak yerimi aldım...

Neler konuştuk?

  • Lohusa depresyonu demek yerine lohusa sendromu demeyi tercih ettik öncelikle.
  • Lohusa sendromu, doğum sonrası genelde 6 hafta içinde başlayan ve 7-10 gün süren, kendiliğinden düzelen bir süreç.
  • Geçmişte bir depresyon yaşanmışsa, evlilikte sorun varsa ortaya çıkma ihtimali daha yüksek
  • Eskiden duygu bozukluğu olarak nitelendirilirken şimdilerde daha çok düşünce bozukluğu olarak nitelendiriliyor.Annenin bebeğe hazır olup olmaması, hem annenin hem babanın bebeği istemesi sendromun ortaya çıkışını belirleyen önemli etkenler. Ayrıca kişinin kendi geçmişinde kendi ailesi/ anne-babasıyla sorunlarının olup olmaması da bu durumun belirleyicilerinden.
  • Genelde sıkıntı gün içinde değil hava karardıktan sonra başlıyor.
  • Bu durumda "bebeği görmek istemiyorum" diyebiliyor anne...
  • Baba desteği varsa sorun yaşama ihtimali azalıyor. Eşlerin daha önceden halı altına attığı sorunlar varsa sorunlar doğum ile birlikte ortaya çıkabiliyor.
  • Bu süreçte bedensel rahatlama çok etkili - spor yapılması, ter atılması vs...
  • Bu süreçte duygusal boşalım da çok önemli- ağlamak 
  • Sözsüz müzikleri dinlemek, nefes teknikleri kullanmak rahatlatabilir.
  • Hepimizin adaptasyon sürecine ihtiyacı var. Yeni bir eve taşındığımızda, yeni bir işe başladığımızda bile alışma süreci yaşıyoruz.
  • İnsan hayatında 'an'ın iki hırsızı var: biri 'geçmiş pişmanlığı', diğeri 'gelecek kaygısı'...
  • "Neden" sorusu yerine çözüme yönelik "nasıl?" sorusunu sormak daha doğru.
Uzman Psikolog Aycan Bulut'tan bunları dinlerken arada biz anneler kendi hikayelerimizi anlattık. Sanırım bu hikayeleri dinlerken en çok gülümsediğim cümle: "ben lohusa sendromu yaşadığımı düşünmüyorum ama eşim düşünüyor!!!" oldu:))) 

Bence lohusalık ve devamındaki süreçte es geçilmemesi gereken bir konu daha var, sohbet sırasında herkes kendi yaşadıklarını anlatırken ben de bunu paylaştım: doğum sonrası mutlaka tiroid ile ilgili kontrollerimizi yaptırmalıyız. İlk doğumumda, 6 ay kadar sonra işe yeni döndüğüm zamanlardı, sürekli yorgunluk halindeydim ve bunun bebek-iş-ev üçgenindeki koşuşturmacadan, süt verme ve işte süt sağma süreçlerinde yorulmuş olabileceğimden dolayı olduğunu düşünüyordum. Aşırı kilo verme ve sinirlilik hali de eklenince Kerem, benim bir endokrin uzmanına görünmemi önerdi ve tiroid değerlerimin yüksekliği ile orada tanıştım! Konunun uzmanı değilim ama o dönem hayat kalitemdeki düşüşü hatırladığımda etrafımda doğum yapacak ya da yeni yapmış tüm arkadaşlarıma bu konuda bir hatırlatmada bulunuyorum mutlaka...

Perşembe günü bu konuyu konuşmamıza, anneler arası paylaşım yapmamıza vesile olan İnternet Anneleri'ne, bize değerli bilgiler veren Aycan Hanım'a ve buluşma için alan sunan Brandium Joker Mağazası'na teşekkür ederim. Bu sohbet süresince Kindyroo da henüz yürümeye başlamamış bebeklerle bir aktivite yaptı ancak bizim minik hanım tüm sohbet süresince uyuduğu için kendi yaşına uygun :)) aktiviteye katılamadı ancak arada duyduğum keyifli seslerden bebeklerin ya da en azından annelerinin çok eğlendiklerine eminim...

Bu arada google'da "lohusa" kelimesini yazınca "lohusa sendromu", lohusa şerbeti, geceliği, tacı, pijaması, gecelik sabahlık takımları, şekerinin ardından 7. sırada çıkıyor... Bundan bir anlam çıkarılabilir mi bilmiyorum ama güzel bir temennide bulunmak istiyorum: bizi sıkıntıya sokacak konular umuyorum hep böyle son sıralarda yer alır...




2 Ekim 2013 Çarşamba

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Semineri'nin ardından...

Dün Mert'i okula bıraktıktan sonra son zamanlardaki klasik görünümümde yani İpek üzerime bağlı halde evin kızları olarak "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Semineri"ne katıldık birlikte:)

İz Koçluk, Sınır Tanımayan Ebeveynler Topluluğu Derneği ve İnternet Anneleri'nin ortaklaşa düzenlediği bu seminerde İz Koçluk'tan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) Koçu Elgiz Henden ve dünyada DEHB'li gençlere koçluk hareketini başlatan Amerikalı koç Jodi Sleeper-Triplett'i dinledik. Bu seminere katılmamdaki ana neden Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite sözcüklerini gündelik hayatımızda çok duymam ve aslında ne olduğu ile ilgili bilgilenmek ve farkındalık kazanmak istememdi. Çocuklar biraz hareketli oldu mu yerinde duramadı mı sokaktaki insanların bile "hiperaktif galiba!!" diye teşhis (!!) koymaları kaçınılmaz, okula giden çocuklardan disiplinaltına girmeyen çocuklara "hiperaktif" sıfatının eklendiğini son yıllarda çok duyuyoruz...Ben de bu hem hiperaktivite ve dikkat eksikliği gerçekten ne demek, bu bir  rahatsızlık mı, nasıl anlaşılır gibi sorulara yanıt bulmak için seminere katıldım, aldığım notları konuyu merak edenlerle paylaşmak isterim:

* DEHB nedir?- DEHB beyin temelli,gerçek tıbbi bir bozukluktur. Yaş,cinsiyet, zeka seviyesi,din, ırk, sosyoekonomik duruma bakılmaksızın herkesi ve her yaşı etkileyebilecek bir bozukluktur.

*DEHB'nin nedenleri zor bir doğum, düşük doğum ağırlığı, beyin hasarları, hamilelikte sigara ve alkol kullanımı olabileceği gibi çevresel faktörler de olabilir.

*DEHB'yi teşhis etmek karmaşık bir süreçtir. DEHB'nin varlığını teşhis edebilmek için kişinin, semptomların en az 6 ay boyunca önemli bir kısmını gösteriyor olması, günlük yaşamında belirgin sorunlar yaşıyor olması gerekir. Teşhis sürecini karmaşık hale sokan,bu semptomlar normal davranıştaki sivrilik formunda görülebilir.

(İz Koçluk DEHB Koçu Elgiz Henden ile yapılan bir röportajdan alıntı: Eğer çocukları yerinde duramıyorsa, sessiz ve sakin oynamakta güçlük çekiyorsa, yerli yersiz koşup tırmanıyorsa, oturması gereken yerde uzun süre oturamıyorsa, çok konuluyorsa, sırasını beklemekte zorlanıyorsa ve sözünü sürekli kesiyor ve sabredemiyorsa bu tür çocuklar için hiperaktivite konusunda, yönergeleri başında sonuna izleyemiyorsa, evde ve okulda malzemelerini unutuyorsa, detayları atlıyorsa, bir işe konsantre olmakta zorlanıyorsa, düzensiz ise, ilgileri kolayca kayboluyorsa dikkat eksikliği konusunda şüphelenmek gerekir. http://workingmother.com.tr/index.php/no-menu/item/707-çocuğunuzda-dehb-olduğunu-nasıl-anlarsınız)

*DEHB'li bir çocukla iletişim kurarken ebeveynlerin zorlayıcı dili değiştirmesi ve olumlu bir iletişim dili seçmesi önem taşır. Yargılayıcı cümleler yerine destekleyici cümleler tercih edilebilir. Çünkü dil değişmeden düşünce değişmez. (Zeynep'in notu: ben bu dil değişikliğinin sadece DEHB'li çocuklarda değil tüm çocuklarda olumlu sonuç verebileceğine inanıyorum) :

- "bunu yapmana izin veriyorum" yerine "senin için iyi/ senin için sorun değil"
- "-meli/-malı" yerine "olabilir"
- "zorundasın" yerine "tercih edersin"
- "bu bir ayrıcalıktır" yerine "bu senin için özeldir"
-"uyarıyorum" yerine "hatırlatıyorum"
- "bekliyorum" yerine "tercih ediyorum"
- "söylemiştim" yerine "istemiştim"

*Anne babalığın zorluğu doğruyu bilmeye rağmen yanlışa izin vermek...
* Evde DEHB'li bir çocuk/ genç varsa mutlaka başka bir DEHB'li birey daha vardır.DEHB'nin genetik özelliği var ve bu nedenle ebeveynler DEHB'li çocuklarının en az kendileri kadar başarılı olabileceğine
inanmalı.

*DEHB'li bir çocuğa yapacakları adım adım listelenerek verilmelidir. Örneğin "git odanı topla" demek bir şey ifade etmeyecektir, çocuk nereden başlayacağını bilemez. Pencereyi aç, çamaşırları sepete at gibi yapılması gerekenler adım adımlistede belirtilmelidir. Okuma yazmayı henüz öğrenmemiş çocuklar için resimli liste hazırlanabilir.Listenin sonuna da "ihtiyaç duyduğunda ben buradayım" eklenmelidir.

Öğretmenler için kısaca...

 DEHB olmak nasıl bir şey?
- yağmurlu havada silecekler olmaksızın son sürat ilerlemek gibidir.
- parazitli bir radyoda sevdiğin müziği dinlemeye çalışmak gibidir.
- Şefi olmayan orkestrayı dinlemek gibidir.

Bir dersi anlatmaya başlamadan önce DEHB'li öğrenci hazırlanmalıdır. Konuya ait kilit kelimeler verilmelidir.

Beden dilini kullanmak önemlidir. Öğretmenle öğrenci arasında sınıfın geri kalanının bilmeyeceği bir dil geliştirebilirler. Sınıf içinde öğretmen bir soru sorduğunda DEHB'li öğrencinin elini kalem tutarak kaldırması "bu sorunun cevabını biliyorum.", kalemsiz kaldırması "bu sorunun cevabını bilmiyorum" olarak kodlanabilir örneğin. Çocuğu anlaşılmak motive edecektir.

6 basamakta DEHB'yi ele almak:
1. harekete geçmek: planlamak,önceliklendirme yapmak ve aksiyona geçmek
2. odaklanmak: kimse sevdiği bir aktiviteden daha sıkıcı bir aktiviteye geçmek istemez bu nedenle sıralama tam tersi şeklinde olmalıdır.
3. çabalamak:
4. duyguları kontrol etmek: örneğin bir öğretmenin keskin bir şekilde "hayır bu söylediğin yanlış" demesi çocukların duygularını yönetmesi açısından zordur
5. zihin açıklığını düzenleyecek bir aktivite bulmak: bazı kişiler için bu spor olabilir.
6. hatırlamak: kısa süreli hafızaları zorlayıcı olabilir. Yapılacakların sıralı olarak belirtilmesi ve tekrarlanması önemlidir.

* Jodi Sleeper-Triplett'in uyguladığı ve bizlere anlattığı DEHB koçluğunun modelindeki anafikir şöyle: sadece önceliklendirmeyi öğrenerek DEHB'li bireyin hayatı daha kolay bir hale gelebilir. Koçluk süresince uygulanan model şöyle: önce hedefleri belirle, aksiyon adımlarını koy ve uygula, aksiyon sonrası ödüllendir ve kendine güvenin gelişimine katkı sağla.

İz Koçluk'un okuma materyalleri arasında ise yararlı olabileceğini düşündüğüm şu notları paylaşmak isterim...

DEHB olan çocukların anne babalarına tavsiyeler (Dr. Russel Barkley):

1. Kurallar koyduğunuz zaman bunların çok spesifik olmasına dikkat edin ve kuralları yazıp asın.
2. Ödülleriniz çocuklarınız için anlamlı ve güçlü ödüller olsun.
3. Sık sık geribildirim yapın, çocuğunuza onun ne yaptığının farkında olduğunuzu gösterin.
4. Çocuğunuza beklentileri ve planları konusunda yardım edin.
5. Çocuğunuzun iyi günleri olabileceği gibi kötü günleri de olabileceğini göz önünde bulundurun.
6. Olumsuzlar, yapamadığı şeyler, cezalara odaklanmak yerine olumlulara odaklanın.
7. Bir karakter sorunu ile değil bir biyolojik sorunla mücadele etmekte olduğunuzu her zaman hatırlayın.
8. Çok konuşup nasihat vermeyin, davranışlarınız daha öğretici olacaktır.
9. Espri anlayışınızı kaybetmeyin ve sabırlı olun.
10. Kendinize ve çocuğunuza karşı hoşgörülü olun. Bu işte birliktesiniz ve elinizden geleni yapıyorsunuz.

Seminerin sonunda kendisinde DEHB olduğunu belirten bir katılımcının sözleri aklımda çok yer etti: "DEHB'nin bir hastalık olmadığı ve bu durumda olan çocukların aslında 'normal' dediğimiz insanlardan farklı düşünerek dünyamızda farklılıklar yarattığı, daha yaratıcı olabildikleri ve bu insanlarla zaman geçirmenin çok keyifli olduğu..." cümleleri aklıma kazındı. Genel olarak "farklı" olanı kırmızı kalemle işaretleyen bir toplum olduğumuzu düşündüğüm için bu cümleler bana çok çok anlamlı geldi.

9 Nisan 2013 Salı

İstanbul Doğum Akademisi'nde "Keşkesiz Doğum" sohbeti

Geçen hafta kendimi dinlemeye, öğrenmeye adadım sanki... Geçen hafta pazar Cake Plus'taki kurabiye atölyesine katılıp doğumlarda, baby showerlarda, doğum günlerinde ikram edilen renkli, süslü kurabiyelerin nasıl yapıldığını kendi çapımda öğrendim, hatta bir kutu da kurabiye yaptım evdekiler de bayıla bayıla yediler:)) Bu hafta cumartesi de eş durumundan davetle #ilkyıllarınhikayesi 'nde blogger annelerle birlikte Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı/ Çocuk Gatroenteroloji ve Beslenme Uzmanı Prof Dr Benal Büyükgebiz'i dinledim. Hem çok keyif aldım hem de beslenme ile ilgili çok çok değerli şeyler öğrendim.

Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile  İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.

İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin  kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri)  net olarak anlatan bir bölüm  var, okumakta fayda olabilir...

Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:

* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık  olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...

Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.

Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama  ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))

Sevgiler, nokta:)))

18 Mart 2013 Pazartesi

Psikolog Nilüfer Devecigil'den"oyunumu istiyorum" semineri notları

 Şu mart ayı anne eğitimleri,seminerleri ve workshopları açısından bayağı zengin; 2 haftadır Mert'in doğum günü ve bir takım işler sebebiyle katılamadığım ve üzüldüğüm anne aktiviteleri sonrası bugün yapılacağını öğrendiğim Psikolog Nilüfer Devecigil'in konuşmacı olacağı "oyunumu istiyorum" seminerini kaçırmak istemedim. Hatta online katılım imkanının da mevcut olduğu seminere aman 2 adımlık yol, evde kalırsam çok bölünebilirim diye düşünerek hem beynen hem fiziken katılmış oldum...

Konu başlığı "oyun" olunca konu benim için ekstra ilgi çekici oldu... Genel olarak Mert ile sürekli konuşan, sohbet eden, birlikte gezen, mutfakta paylaşımları olan bir anne olmama rağmen süper oyunbaz bir anne değilim ya da şöyle diyeyim"her konuyu anında oyuna çevirebilirim" diyenlerden değilim. Bazen de evde zaten bu yeteneğe sahip bir baba var,anne böyle olmasa da olur herhalde diyerek (belki) kolaya da kaçıyorum...



Neyse... yukarıdaki düşüncelerimi doğrulamak, hatalıysa hatalarımı düzeltmek, kendimi bukonuda geliştirmem mümkünse geliştirmek gibi düşüncelerle seminere katıldım. İyi ki de katılmışım:)

Geçen ay katıldığım "sınır koyma & kuralları belirleme" seminerinde olduğu gibi bugünkü konuşma da geçmişte kalan bizim çocukluğumuzla şimdiki çocukluk arasındaki farkla başladı: eskiden biz sokakta oynama imkanına sahipken şimdiki çocuklar oyun denilince ekran oyunlarını anlıyorlar maalesef. Bu nedenle de bizim çocuklarımızla tüm gücü ve oyun düzenini onlara bırakarak oyun oynamamız çok büyük değer ve önem taşıyor.

Oyun demek...

Nilüfer Hanım ilk olarak "regulasyon" kelimesi ile başladı konuşmasına. Elektrik akımı normalden az ya da fazla geldiğinde eskiden nasıl regülatör denilen alet elektriği olması gerekn seviyeye getiriyordu. Oyun da çocuğun düşük ya da yüksek olan stresini düzenleyip normal seviyeye getiriyor. Hatta burada Nilüfer Hanım genelde sakinleşme ihtiyacı olan/ aşırı uyarılmış çocuğu regüle etmek gerekir diye düşünülür, sakin sakin oturan çocuğun da uyarılarak regüle edilmesi gerektiği pek akla gelmeyebilir diyerek aşırı sakin çocuğun da regüle edilmeye ihtiyacı olduğunun altını çizdi.

Benim bugünden aklımda oyun ile ilgili şu tanımlar kaldı:
* oyun, çocuk için bir çeşit regülatör.
* oyun, gündelik hayattan sıyrılmak için bir fırsat.
* oyun, ilişki ve iletişimin önemli bir parçası.

Duyguları anlamak çok önemli

İlişki ve iletişimin önemli bir parçasıymış çünkü çocuk ilk 3 yıl tamamen sağ beyinle yaşıyor yani varlığı tamamen duyguları üzerine... Sol beyin bu dönemde "yapım aşamasında". Bu nedenle de anne baba olarak bizler çocuğumuzun duygularını anlar halde olmalıymışız... Bir durum karşısında uzun uzadıya açıklamaya girmemizden ziyade onun duygularını anlamaya çalışmamız gerekirmiş... Örneğin "işe gidiyorum, çünkü para kazanmam gerek, para kazanıp sana oyuncak, yiyecek vs vs alacağım"gibi bir açıklamayı yapmamızın çocuğun dünyasında pek bir anlamı yokmuş... Oyun sırasında bizi çocuk,kendisini işe giden anne/baba rolüne soktuğunda, rol gereği anne/baba olan çocuğumuz "ben işe gidiyorum" dediğinde biz rol gereği çocuk olarak (ama aslında gerçek hayattaki anne/baba olarak) mesaj verme odaklı "tamam git,bye bye" demek yerine bir anda "gitmeeee" diyerek ağlamaya başlarsak çocuğumuzun nasıl şok olacağını görebilirmişiz... Büyük olasılıkla şaşıran çocuk böyle bir duruma gülecek, keyif alacak "bir daha yap!" diye tepki verecektir. Bu oyun sırasında da annenin ya da babanın kendisinin gerçekteki duygusunu yansıtır şekilde davranması anlaşıldığını  hissetmesine neden olabilir.

Çocuklarımız ağladığı zaman ihtiyacı olduğunu gözlemliyorsak ona sarılıp "seni anlıyorum" demek bile yeterli, daha fazlasına gerek olmayabilir. Tabii gerçekten onu anlıyorsak böyle yapmamız bir anlam ifade ediyor yoksa altı boş kalabilir bunu da çocuklar hemen anlıyorlar zaten...

Bir de "gözümün içine baka baka yapma dediğim şeyi yapıyor" dediğimiz şeyler var. Nilüfer Hanım'a göre bunların hiçbirisi bizi çıldırtmak için yapılan şeyler değil. Bizim anne/baba olarak aynı konuda ona daha önce verdiğimiz muhtemelen abartılı tepkiden dolayı sınırını denemek için bu şekilde davranıyor olabilir. Abartılı tepki yerine yumuşak bir geçiş ile bu konuyu geçmemiz mümkün. Aslında biz ne kadar büyük tepkiler verirsek konuyuo kadar kalıcı yapabiliyoruz...

Oyunun direktörü çocuk olmalı

Oyunun içindeki "güç"ün yani oyunun direktörünün çocuk olmasına izin vermek bir diğer kilit nokta. Çocuk, kendi yazdığı ve yönettiği oyunda anne/babaya ne rol verirse biz de onu oynarız. Oyunda anne/baba olarak bize istemediğimiz bir şey yaptırmaya zorluyorsa bizim ağlama rolü yapmamız bir seçenek olabilir. Ağlamamıza karşılık olarak çocuğun hoşuna gider ve bize "bir daha yap" derse bilelim ki orada çocuğun kendisi ile ilgili bir şey yakaladık. İletişim ve ilişki için önemli bir noktadayız...

Yaratıcı ebeveyn olmak neden önemli

Nilüfer Hanım'ın anlattıkları arasında özellikle aklımda kalan ve dinlerken de gülümsediğim bir konu daha var: çocuklar sınırlarını zorlamak isterler, nereye kadar gidebileceklerini bilmek isterler. Örneğin okulda bir çocuktan duyduğu "b.k" kelimesini eve gelince bin kez söyleyip bizi ve ne söyleyeceğimizi sınamak isteyebilirler. Biz de bu kelimeyi duymaktan çok rahatsız oluyor olabiliriz. "söyleme" dediğimizde daha çok söyleyeceği ve bu konuda dikkat çekici olacağımız neredeyse kesin... oysaki Nilüfer Hanım'a göre yaratıcı olup çocuğumuza "bana her şeyi de ama esas koko deme" gibi bir cümle kurarsak dikkatini diğer kelimeden uzaklaştırmamız ve eğlenceli olmamız daha mümkün gözüküyor.

Oynarken sıkılıyorsak...

Benim bu 2 saatlik sohbetten aklımda kalan bir diğer önemli nokta ise şu oldu: çocukluğunda kendisi ile oynanmış ebeveyn çocuğuyla çok kolay bir şekilde oyun kurabilirken,çocukluğunda kendisi ile (çok) oynanmamış ebeveyn kendi çocuğu ile oyun kurmakta zorlanabiliyor ya da oynamaktan sıkılabiliyormuş... Sıkıldığınız an duygularınızı bastırmayın dedi Nilüfer Hanım, kendinize 15 dakika oyun oynayacağım ve kendimi bir laboratuvar ortamındaymış gibi gözlemleyeceğim diyebilirsiniz ve gerçekten de kendinize ne oluyor onunla yüzleşin... Bu süreçte kendi duygularımızı anlamaya çalışmamız aslında çocuğumuzun duygularını anlamamızı kolaylaştırabilirmiş... Bu arada Nilüfer Hanım'dan iyi bir haber de aldık: çocuğumuzla keyifli bir oyun süreci geçirmek, oyun oynamayı öğrenmemiz mümkünmüş:))

itiş kakış oyunları

Genelde babalar ve erkek çocukları arasında sıklıkla olan güreş ve benzeri fiziksel oyunların çocukların gelişiminde önemli paya sahip olan oyunlar olduğunu dinleyince çok şaşırmadım açıkçası.. Bu itiş kakış oyunları önemli ölçüde stres atıcı aktiviteler olmasının yanısıra çocuğun matematiksel zekasına katkı yapan,bir adım sonrasını planlamasına yardımcı olan aktivitelermiş aynı zamanda. itiş kakış, güreş, kovalamaca tipi oyunlarda tek sınırınız "gıdıklamama" olsun "çocuklarınızın sınırlarına müdahale etmeyin,  çocuğunuza saygı gösterin" dedi Nilüfer Hanım.

oyun önerileri

* anne baba çocuk emekleme pozisyonuna geçip birbirini yakalamaya çalışır,yakalamaya çalışırken kim kimin çorabını çıkaracak? - bu oyunu oynarken kıkırdamayacak çocuk olmaz sanırım:))
* çok uyarılmış birçocuğu sakinleştirmek için- çocuğunuzu kucağınıza oturtun,birbirinize makyaj yapma/ traş etme oyunu oynayın. Böylece gözgöze olunacak, birbirine dokunma fırsatının olacağı
regülatör özelliği olan bir oyun oynamak mümkün.
* En iyi oyuncak ANNE/BABA
*Oyuncak alacaksak olabildiğince basit olanları tercih etmemiz elzem. %90 çocuğun kendisini katabileceği, %10 oyuncak mantığıyla hareket etmek gerek

birkaç öneri

- anne/baba olarak konuşmalarımızdan "AMA"yı kaldırmak. "Seni anlıyorum AMA evden çıkmamız lazım" dediğimizde AMA'dan öncesini çöpe atıyormuşuz.
- Çocuklarımızla bu yaşlarda yaşadığımız zor anların her biri birer fırsat, şu an yanımızdalar ve onları olumlu şekilde şekillendirmemiz ve duygularını anlamamız mümkün... 15-16 yaşında yanımızda olmayacaklar... Duygularının anlaşılmadığını düşünen çocuk 15-16 yaşında kendisini anladığını düşündüğü (olumlu ya da olumsuz )kişilere daha kolay yönlenebilirler.

Aklımda kalanlar, aldığım notlar bugünden bunlar... En başta seminere giderkenki merakım üzerine de içim rahatladı: mutfakta birlikte bir şeyler üretmemiz, gezmemiz, arabada şarkı söylememiz her biri iletişim ve ilişki sürecinin bir parçasıymış,bunu da uzmanından dinlemiş oldum:))

İnternet annelerine organizasyon, Psk Nilüfer Devecigil'e de konuşması için ben kendi adıma çok teşekkür ederim:)

19 Şubat 2013 Salı

dünyanın en sıkı ağlarından biri annelerin arasındaki bağlantı

Bu ağı ilk farkettiğimde Mert'e hamileydim ve birbirini hiç tanımayan ve sadece ortak noktası çocuk/ bebek/ hamilelik olan iki kadının biraraya geldiklerinde ne kadar derin konulara girip samimileşebileceklerini farkettim. O dönemde çalışıyorken kadınlar tuvaletinde, çay sırasında beklerken, koridorda yürürken artık belirginleşen karnımla dolaştığım her an herkes ile muhtemel bir sohbetin ortasında olabiliyordum.

Mert doğdu, bebekle dışarıda gezerken, parkta onunla oynarken ya da çocukları olan arkadaşlarımla biraraya geldiğimde de durum hiç değişmedi aksine daha da çoğaldı.  Bu durumdan hiçbir zaman şikayet etmediğim gibi hep de çok sevdim, çünkü her bir sohbet yeni bir şey öğrenmeme fırsat yarattı. Anne bloglarının çoğalması, forumlarda annelerin annelik, çocuklar, kadın mevzuları üzerine her şeyi tartışması, konuşması da ayrıca pek çok annenin pek çok konuda farkındalıklarının artmasına neden oluyor.

Bu ara bizim anaokulu arayışımızda da anneler arası bu bağlantının ne kadar güçlü ve yararlı olduğunu farkettim. Internet anneleri mail grubu üzerinden annelerden aldığım yorumlar, Nurturia'da bir annenin bizim de ilgilendiğimiz bir anaokulu ile yazdığı yorumlar üzerine kendisiyle bireysel iletişime geçmem ve bir blogda okuduğum yazı üzerine blogger anne ile yazışmamız... Düşündüm de aslında çocuk meselesi olunca çevremiz ne kadar da kalabalıklaşıyor ve herkes paylaşıma ne kadar da açık...  Bu paylaşımı seviyorum:))