7 Ekim 2019 Pazartesi

Aletha Solter ile "Çocuklar Neden Yaramazlık Yapar?"

Aletha Solter...

Mert'in 2 yaş döneminde kendisinden haberdar olduğum, İpek'in 2 yaş döneminde kitaplarını tabiri caizse yalayıp yuttuğum çocuk ve ebeveyn psikolojisine ait kitapları olan, hayatının 2 yılında J. Piaget ile çalışmış bir Psikolog kendisi.

Geçen hafta sevgili Nilüfer Devecigil ve Uykusuz Anneler işbirliği ile İstanbul'da iki seminer ve İstanbul Psikoloji organizasyonu ile de bir tam günlük eğitim verdi İstanbul'da. Ben, ikinci seminerine katıldım, seminer sonrası da eğitime katılmayı çok istedim (ama yeterince çok istemedim sanırım ki katılamadım:) ). İlk semineri "Bebekler Neden Ağlar?" başlığını taşıyor ve özellikle 0-2 yaşa odaklanıyordu, ben "Çocuklar Neden Yaramazlık Yapar" başlıklı seminere katılıp, notlar aldım. Bu arada, başlıktaki "yaramazlık" sözcüğü tamamen biz yetişkinlerin dikkatini çekmek üzere başlıkta kullanılmış bir sözcük, yoksa konuşulan konunun "yaramazlık"lara karşı verilen reçetelerle (!) yakından uzaktan alakası yoktu.

Seminerin açılışında Psk. Nilüfer Devecigil "Konu bilmek değil, olanların içinde durabilmek!" diyerek, tam da benim seminere girmeden önce (seminere birlikte gittiğim) arkadaşım Deniz'e "bazen doğruyu bilmek daha acı verici oluyor, çünkü biliyorsun ama uygulayamayabiliyorsun, çünkü orada kalamıyorsun!" cümlesine atıfta bulundu sanki!

Aletha Solter, konuya kendi uzmanlığı üzerine anne oluşu ile başladı. Bir uzman olarak, kendi çocuklarıyla karşılaştığı ve bazen içinde durmakta zorlandığı durumlar olduğunu da açıklıkla paylaşıp bu seminerde tabii ki sonu iyi bitenlerden bahsedeceğini belirtti. Çocukları doğmadan önce ve doğduğu zaman anneliğe dair henüz bir şey bilmiyorken net olarak iki noktaya sımsıkı bağlanacağına eminmiş:
1. çocukları asla cezalandırmayacağına
2. çocukların duygularını ifade etmelerine imkan sağlayacağına

Bu iki nokta zaman içinde "aware parenting"/ "bilinçli ebeveynlik" kavramını oluşturmasına imkan sağlamış. Bilinçli Ebeveynlik, üç temelden oluşuyor:
1. "attachment parenting" /"doğal ebeveynlik"
2. cezasız ebeveynlik
3. stres ve travmanın iyileştirilmesi

Bilinçli Ebeveynlik detaylı olarak nedir diye soracak olursak öncelikle ebeveynlikte ortaya çıkan dört temel disiplin yaklaşımına ve aşağıdaki tabloda bu disiplin tiplerine ait özelliklere bakmakta fayda var:

1. (şiddet içeren) otoriter disiplin
2. (şiddet içermeyen) otoriter disiplin
3. İzin veren disiplin
4. Demokratik disiplin


Burada, Aletha Solter demokratik yani hem ebeveyn hem de çocukların ortak kontrolünün mevcut olduğu disiplin türünde kazananın HERKES olduğunu vurguladı. Otoriter disiplin tiplerinde, ceza ve ödül ile erken yaşlarda kontrol ebeveynde ve her şey yolunda gözükse de çoğunlukla ergenlik döneminde evde büyük isyanların yaşanabileceğinin altını çizdi. (Ben de kendimce burada, belki ergenlikte görünür isyanlar ya da sorunlar yaşanmasa bile bu yaklaşımların kişinin tüm hayatına derin izler bırakabileceğine inandığımı belirtmek isterim.) İzin veren yaklaşımda ise ebeveynin zaman içinde süreki her sorumluluğu çocuğa vermek yerine kendisinin taşımasıyla ne kadar yorulabileceğini ve zaman zaman bu nedenle de otoriter ebeveynlik döngülerinde kendisini bulabileceğini belirtti Aletha Solter. Bu disiplin tarzlarını bir örnekle daha da net bir şekilde gözlerimizin önünde canlandırdı:

2 yaşında canı sıkılmış bir çocuk düşünelim, annesi mutfakta yemek hazırlıyor, çocuk mutfağa geliyor, kendi boyuna göre bir dolabı açıyor, annesinin müdahalesine imkan olmadan un paketini alıp yere unu döküyor ve yerleri una buluyor! 


Şiddet içeren otoriter ebeveyn çocuğa şaplak atar, şiddet içermeyen otoriter ebeveyn "içeri git cezalısın!" diyerek cezadan öğreneceğini zanneder, izin veren ebeveyn "olsun, ben temizlerim bunu!" diyerek çocuğun deney yaptığını bile düşünmek isteyebilir. Buradaki problem, içten içe çocuklarına kızan ebeveyn sonunda çocuklarına tahammül edemeyen bir ebeveyne dönüşür. (otoriter ebeveynlik gören çocuklarda ise çocuk, ebeveynine tahammül edememeye başlar!) Demokratik ebeveyn ise bu durumla karşılaştığında "Ooooo! Hadi bakalım temizleyelim!" diyerek belki eline bir süpürge verebilir çocuğun. Yani öğretici olan ceza vermek değil, bilgi vermek. Bu tip bir durumda "önlem" içeren düzenlemeler ve çocuğun ihtiyaçlarını fark etmek önemli; yani 2 yaşında bir çocukla yaşarken, henüz bazı kuralları öğrenemeyeceği bir yaşta olduğunu düşünüyorsak, bu vakada örneğin unu daha üst dolaplara koyup, çocuğun boyunun yettiği yerlere sıkıldığında mutfağa geldiğinde oynayabileceği bir iki oyuncak koymak işleri kolaylaştırıcı olabilir diyor Aletha Solter.

Çocuk yetiştirmenin hikayesini biz belki kendi çocuklarımızı yetiştirirken çok yeni zannediyor, kendimizden bir jenerasyon öncesinden ne kadar farklı olduğumuzu düşünüyor olabiliriz, ancak bu konu milattan öncelere dek uzanan evrensel bir konu. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra toplu cezaların etkileri araştırılmaya başlandıkça değişim net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Örneğin Thomas Gordon (1918-2002), "Ceza olmadan çocuk yetiştirmek" üzerine araştırmalar yaptı, kitaplar yayınladı.

Ceza hakkında konuşurken, ödüle değinmeden geçmedi tabii ki Aletha Solter:  ödülün nasıl gizli bir tehlike olduğundan bahsederek yaşanmış bir hikayeden çarpıcı bir örnek verdi:

Amerika'da Chicago'da yaşayan İtlyan bir çocuk her gün okuldan eve giderken geçtiği bir mahalledeki çocukların bazıları tarafından alay edilme, aşağılanma gibi davranışlara maruz kalır. Her gün bunu yaşayan çocuk en sonunda bir gün diğer çocuklara "benimle her alay ettiğinizde size 1 Dolar vereceğim." der. Çocuklar, bu teklifi anlamlı bulmasa da gayet memnuniyetle kabul ederler ve ertesi gün İtalyan çocukla dalga geçen birkaç çocuk dalga geçmelerinin sonunda 1'er Dolar ödüllerini alırlar. Bunu duyan diğer çocuklar da ertesi gün, İtalyan çocukla alay etmek üzere hazırdırlar ve alay ettikten sonra paralarını beklerler. İtalyan, çocukların çok kalabalık kendi parasının sınırlı olduğunu söyleyerek her birine 50'şer Cent verir. Daha sonraki günlerde çocuklar arttıkça para daha da azalır. En sonunda İtalyan, diğer çocuklara "size verecek param kalmadı, ama siz lütfen dalga geçmeye devam edin!" der. Bunun üzerine diğer çocuklar birbirlerin "boşverin dalga geçmeyi, zaten para da vermiyor!" diyerek alay etme sürecini sonlandırırlar. 

Yani, bir şeyden nefret edilmesini sağlamak istiyorsanız ödül verin diyor! Bunu da "çocuklar sebze yedi diye ödüllendirerek çocukları sebzeden nefret ettirmek mümkün!"  cümlesini söyleyerek vurucu bir şekilde zihnimize kazıyor...

Bir çalışmada, 4 yaşında bir grup çocuğa çizim yapınca ödül veriliyor, diğer gruba bir ödül verilmiyor. Sonraki bir gün daha önce ödül verilen gruba bugün ödül olmadığı söyleniyor. Sonuç: İlk seferde çizim yapınca ödül alan çocukların diğer gruptaki çocuklara oranla daha azı bugün çizim yapıyor!

Çocuğumuz, bizim hoşlanmadığımız bir şey yaptığında kendimize sormamızın faydalı olduğu 2 soru var:

1. çocuğum nasıl davransın istiyorum?
2. bu davranış konusunda onu ne motive etsin istiyorum

Yani çocuğum kitap okusun istiyorsam bunu derslerinden yüksek notlar alsın diye mi istiyorum yoksa okumayı, araştırmayı seven bir birey olması için mi istiyorum? (Zeynep'in notu: yani zorla, ödülle (bazı okullarda stickerla (!) vs kitap okutulduğunda gerçekten o çocuğun kitap okumayı sevdiğine/ seveceğine inanıyor muyuz?)

Çocuğumuz, bizim katlanamadığımız bir davranış yaptığında öfkelenebiliyoruz, çocuğumuzun bu davranışına dayanamayabiliyoruz ve bu bir kısır döngüne sokabiliyor bizi, şöyle ki:

1. İstemediğimiz davranışı görüp öfkelenmek 
2. Ebeveynin otoriter disiplin tarzına geçmesi; bağırması, vurması, ceza vermesi ya da bir ayrıcalığı geri alması
3. Ebeveyn izin veren disiplin tarzına geçer, kendinden fedakarlık eder. 
4. Ebeveyn kendisini suçlu hisseder
5. Ve tekrar öfkelenir.

Özellikle bu kısır döngü, kendi çocukluğundakinden farklı şekilde çocuklarının yetiştirmek isteyen ebeveynlerde sıkça görülebilir. 

Bu noktada kendimizi Otoriter disiplin ile izin verici disiplin arasında gidip gelen bir trende sıkışmış gibi hissediyorsak, o trenden atlayarak demokratik disiplin ormanına kaçmamız gerektiğinin altını çizdi Aletha Solter. Demokratik disiplin, içinde pek çok farklı seçeneği barındıran bir orman, içinden işbirliğini, iletişimi, saygıyı ve daha pek çok alternatifi seçmek mümkün. 

Aletha Solter'e göre "davranış problemleri"nin altında yatan 3 neden olabilir, bunları dikkate almak gerekir: 

1. Çocuk makul bir ihtiyacını karşılamaya çalışıyor ysa da çocuğun ihtiyaçları görmezden geliniyor olabilir. Küçük çocuklar bu ihtiyaçlarını ertelemekte iyi değiller, özellikle de ihtiyaçlar çakışınca! (ör: yemek, ilgi, yakınlık, özerklik, yakınlık, anlamlı ilişki kurma, saygı)

Peki küçük çocuklarda ihtiyaçlar birbiriyle çatıştığı zaman işbirliğini sağlamak için hangi yollar izlenebilir? 

- açıklamada bulunmak
- seçenek sunmak
- şarkılar ya da oyunlar
- mantıksızlık oyunları

Burada önemli olan zorlamadan işbirliğini kazanmak, yani güveni kazanmak.

2. Çocuk gerekli bilgiye sahip olmayabilir veya konulan kuralları anlamak/ hatırlamak için yaşı küçük olabilir. 

Örneğin, duvara resim yaptığı için kendisine kızılan ve cezalandırılan çocuk cezalandırıldığında, duvara resim yaptığı için değil resim yaptığı için de cezalandırıldığını hisseder/ düşünür. Ceza ile alttaki motivasyon (resim yapmak) da cezalandırılır.

Verilen bilgiyi anlamak için bazen çocuk küçüktür, bu nedenle uyarıyı anlayamaz ya da hatırlayamaz!

Örneğin, 10 aylık bir bebek "buraya gel!" gibi basit bir isteği anlayabilir ama "duvara resim çizmek yok!" gibi bazı temel ev kurallarını öğrenmesi için 24 aylık olması gerekebilir.  Bir çocuk ancak 7-8 yaşına geldiğinde başka kişilerin bakış açısını anlamaya başlar. Yani televizyon izlerken sizin önünüze oturduğunda sizin TV ekranını göremeyeceğini anlaması için yaklaşık 7-8 yaşına gelmesi gerekiyor. Bu noktada, bir kuralı öğrenmesi için çocuğun yaşının uygun olup olmadığını bizler ebeveyn olarak gözden geçirmek durumundayız.

Çocuğa pek çok farklı şekilde bilgi vermek mümkün:
- sözlü olarak
- sözsüz olarak, göstererek
- olacak şeye hazırlayarak
- olacak şeyin doğal sonuçlarını yaşamasına imkan vererek (koşulları yapay olarak oluşturmamak önemli)
- olayın başkaları üzerindeki etkilerini iletişimin içine katarak

Bu noktada seminer katılımcılarından biri çocukların ödevlerini yapmaları sürecinde "ödev yapmayan çocuğa, ödevi yapmamasının doğal sonucu nasıl gösterilebilir?" sorusunu sordu. Aletha Solter, ödev konusunun kendi başına bir seminer konusu olabilecek kadar uzun bir konu olduğunu söyleyerek bu soruyu yanıtlamamayı tercih etti ama kısacık ve net söylediği bir cümle benim için çok çok anlamlıydı: "bu yaş çocuğunun ödev diye bir konusu olmamalı!"- bence seminer konusu dışı da olsa çok değerli bir yorumdu. Kişisel olarak ödevin (sadece 5 dakikalık bile olsa zorunluluk olarak verilmiş olan ödevin) özellikle ilkokulun ilk yıllarında çocuklara sorumluluk kazandırmanın yakınından bile geçtiğine inanmıyorum, kaldı ki bunu çok değerli bir uzmandan duymak ayrıca rahatlattı beni. (Bu konuda yapılmış çalışmalar olmasına rağmen, bugün halen ödevin savunuluyor olması beni bir miktar şaşırtıyor açıkçası).

3. Çocuğun canı sıkkın olabilir. ( örneğin; korkmuş, canı yanıyor, kıskanmış, sinirlenmiş, hayal kırıklığı yaşıyor, cesareti kırılmış ya da kendini güvende hissetmiyor olabilir.) Ya da geçmiş acılarından birikmiş stresi olabilir, bu da iyileşmemiş travmaya işaret eder.

Aletha Solter'e,  bir danışanı, 2001 yılının Ekim ayında 16 aylık bebeğinin kendisinin saçını sürekli çekmesi şikayetiyle danışmış. 11 Eylül saldırıları ile ilgili olarak ailelerini etkileyen bir olay ya da kayıp yaşayıp yaşamadıklarını sormuş Aletha Solter, ancak böyle bir kayıp ya da direkt etki yokmuş. Hayatlarında da belirgin bir değişiklik yokmuş ancak görüşme derinleştikçe bebeğin babasının havacılık sektöründe çalıştığı ve o dönem insanların uçak ile seyahat etmeyi tercih etmemeleri nedeniyle işlerin kötü gidişine bağlı işten çıkarılma stresi yaşadığı bilgisi ortaya çıkmış. Ayrıca 11 Eylül'de tüm gün televizyon açıkmış, yani fark etmez, henüz küçük dediğimiz bebek bir düzensizlik, olumsuz bir durum olduğunun farkında ve korkmuş aslında. 

Aletha Solter, net bir şekilde çocukların ebeveynin stresinden streslenir, bir şeyin değişiyor olduğunu anlarlar dedi.

Bu noktada, çocuğun neye ihtiyacı olduğunu anlamak kilit ve iyi haber (!) çocuklar, stres ve travmadan iyileşmeyi bilerek doğuyorlar. Stres boşaltma mekanizmaları:
  • konuşmak ve gülmek
  • tedavi edici oyunlar 
  • ağlama ve öfke gösterme---genelde bu durumlar problem olarak görülüyor toplum içinde, ancak aslında bu bir iyileşme olarak görülmeli.
Ağlama ile ilgili yapılan bir gözyaşı araştırması sonucunda gözyaşının içinde stres hormonu olduğu ortaya çıkmış; yani bu çalışmaya göre ağlamak stresin azaltılmasını sağlıyor.  

çocuk ağladığında yapılacaklar ve yapılmayacaklar:

  • acı ve ihtiyaçlarının ne olduğunu kontrol etmek
  • fiziksel temas ve güvence sunmak
  • ağlamayı kabul etmek
  • "sus, ağlama!" diyerek, ceza vererek ya da tehdit ederek, izole ederek, dalga geçerek, "utan bundan!" diyerek, beslemeye çalışarak ya da bebeğe meme vererek, dikkat dağıtarak, ağlama yerine güldürmeye çalışarak, "hiç acımadı!" diyerek, ağlamadığı için överek, sakinleştirici ilaç vererek ağlamayı bastırMAmak.
Bazen de "kırık biskuvi" tüm süreci ateşler ve çocuk ağlamaya başlar. Burada aslında birikmiş bir acı vardır ve o kırık bisküvi bardağı taşıran son damla olmuştur. Ağlama ile iyileşme başlar, ağlama bittiğinde çocuk sakinleşir, yardımcı ve işbirlikçi olur.

Burada, Aletha Solter, kendi kızının 6 yaşından bir örnek verdi: okuldan sonra sirke götürmek üzere plan yapmışlardı birlikte, okuldan geldiğinde planın değiştiğini ve sirke akşam gideceklerini öğrenen kızı çok öfkelendi ve annesine "Aptlsın sen!" diye bağırdı, ağladı, 20 dakika sonra kalktı ve "acıktım" dedi, sonra akşam sirke gittiler. Aletha Solter, o gün kızına hiçbir şey sormamış, sadece yanında kalmış. Ertesi gün kızını okula bırakırken, kızının öğretmeni kızının bir gün önce okulda zor bir gün geçirdiğini, en yakın arkadaşı ile kavga ettiklerini ve arkadaşının ona "aptal" dediğini söylemiş! Yani, kızı annesine, kendi yoluyla o gün başına gelen ve canını sıkan olayı anlatıyordu!

Öfke ya da şiddetle başa çıkma yolları:

  • Sıcak, sıkı bir sarılma- kucaklama; bu sırada çocuk ağlama yoluyla stresini dışarı atacaktır. Yanında olduğunu hissettirmek önemli.
  • Gücü geri alma oyunları- burada da kahkahalarla stres dışarı atılacaktır. Örneğin yastık savaşı sırasında annenin abartılı şekilde yere düşmesi.
Tüm bunlarla birlikte genel olarak nelere dikkat edebiliriz ebeveynler olarak?
  • Her türlü ödül ve cezadan uzak durmaya
  • Bakış açımızı ve espri anlayışımızı korumaya
  • Çocuğumuzun kişiliğini ve öğrenme tarzını dikkate almaya. (Bir çocukta işe yarayan bir diğerinde işe yaramayabilir.)
  • Çocuğun gelişim seviyesini göz önünde bulundurmaya.
  • Küçük çocukların doğal olarak yüksek sesli, meraklı, dağınık, sabırsız, benmerkezci, talepkar, unutkan, korkak olduğunu unutmamaya.
  • Verimli bir şekilde ebeveynlik yapabilmenin kilit noktasının bağ kurmak olduğunu unutmamaya.
Kesintisiz iki saat için kendi adıma ben Aletha Solter'e çok teşekkür ederim, unuttuklarımı hatırlattığı, örneklerle konuyu netleştirdiği ve seminer akşamı evde yaşanan krizde öfkelenmeden, kızımı anlama amacıyla durmamı sağlayabildiği için... Ara ara burayı açıp okumak, hatırlamak üzere koyduğum bu notlar belki bir başka anne ya da babaya da yardımcı olur, çocuklarla büyüme sürecimizde keyifimi de bol olsun... :) 

20 Kasım 2017 Pazartesi

Ne menem şey şu "kariyer"?

"Bir meslekte zaman ve çalışmayla elde edilen aşama, başarı ve uzmanlık"mış tanımı TDK 'ya göre...  Yani "acaba zaman içinde farklı farklı meslekler ya da uzmanlıklarda elde edilmiş olsa o kariyer olmaz mı?" diye içimdeki protest taraf bir ayaklanıverdi "Kariyer"in sözlük anlamını okuyunca...

İnsan Kaynakları'nda çalıştığım o çooook eski zamanlardaki ilk direktörüm bana "Kariyer, kişinin kendi elindedir." demişti. "Yani biri istedi diye bir şey olmazsın, terfi etmezsin ya da görev değiştirmezsin, ancak sen istiyorsan bir şeyler değişir, aynı kalır ya da gelişir." Bu duyduğum söz bana, her, bir şey yapmak istediğimde güç verdi; başkasının benim hayatım, benim ihtiyaçlarımla ilgili farkında olması mümkün olamazdı ki! Farkında olacak olan, isteyecek olan, peşinde duracak olan ben olmalıydım! Bu cümle kendi hayatımda da, İnsan Kaynakları'nda çalıştığım süre boyunca mülakatlarını yaptığım kişilere de, şirket içinde İK sürecine ortaklık ettiğim arkadaşlarıma da, kendi özel yaşamımda fikir soran arkadaşlarıma da sıklıkla tekrarladığım bir cümle oldu... Sen istediğin kadar işini iyi yap, sorumluluk al, geliştir kendini, ne istediğini kendin bilmezsen ya da bilsen bile bunu ilgili kişilere karşı dile getirmezsen kimse gelip de sana "elimizde şöyle bir iş var, gel onu sen yap!" demez (yani genelde)! Çünkü çoğunlukla o konuya ilgin olabileceği bile bilinmiyordur. Oysaki sen bunu dile getirdiğinde, öncelikle sen ne istediğini fark etmişsindir, bunun için kendince bir yol kurmuşsundur, sonrasında da yöneticini, konuyla ilgili kişiyi ya da iş arkadaşını bu isteğinle ilgili bilgilendirmişsindir. Yani artık ilgili kişi de konudan haberdardır, daha da fazlası senin isteğinin olması yolunda bir parça sorumluluk sahibidir de hatta! (tabii konu olasılıklar dahilinde bir konu ise! Yani şimdiye kadar muhasebede uzmanlaşmış bir kişi iken "ya benim çocukluk hayalim astronot olmaktı. Bu konudan yöneticimi haberdar edeyim." demek ne kadar anlamlı olur bilemiyorum! :) )

Aylar sonra, unuttuğum bloguma bu konu ile dönüş yapmam manidar tabii... TDK'nin tanımı ile tam da kariyer değiştirme amacı güttüğüm bu dönemde, bugün Kerem'in (kendisi 36 yıllık yaşamımın 18 yılında yer alan, 11 yıllık eşimdir.) üniversite öğrencilerine "kariyer" üzerine yaptığı bir konuşmayı dinleme fırsatı yakaladım. O konuşma ile kafamdaki bazı kavramlar tekrar anlam kazanmak istedi sanırım!

Mesela, performans. TDK, bu sözcüğü de "başarım" olarak açıklıyor. Neyse ki, peki "başarım" nedir diye baktığımda ilk anlamda "elde edilen başarı" yazsa da ikinci anlamda "Herhangi bir olayı veya durumu başarma isteği ve gücü" yazmış da TDK, yine benim protest yanımdan fırlayan "ne yani sonucunda başarı yoksa o bir performans değil midir?" sorumla muhatap olmak zorunda kalmayacak kimse! 

Performans için Kerem bir yerde şu eşitliği kullandı: 
Performance = Potential - Interference

Bu eşitliği anlamak için bir de Potansiyel ne demek onu hatırlayalım: TDK pek hoş yazmış ama uzun uzun yazmak yerine kendi sözcüklerimle "içimizde var olan, açığa çıkmamış güç/ yetenek" demek istiyorum.

Interference 'ın da Türkçe karşılığı "engel" demek.

Yani "içimizde var olan güç"- "karşılaştığımız/ yarattığımız engel(ler)" = "ortaya çıkan sonucumuz/ işimiz" oluyor.

Hah burada, her an hazır nazır bekleyen kendimi sorgulama sürecim devreye giriverdi, yukarıdaki işleme biraz tersinden baktı ve "ÇAT!" diye yargısını zihnime yapıştırıverdi:

Değiştirmek istediğim kariyer (!) yolumda 100 birim potansiyelim olsun, bu 100 birim, bu işi yapacağıma olan inancım, bugüne kadar kendimi eğitmem, hazırlamam, geliştirmem, konuya hakimiyetim vs olsun. Sonuca, yani performansa baktığımda ortaya çıkan henüz somut bir şey yok, yani planlarım, düzenlemelerim var ama hayata geçmiş olumlu ya da olumsuz bir sonuç yok; yani Performans 0. Eeee o zaman bu eşitlikten "engel" başlığına ne düştü?! Pek tabii ki kocaman bir 100!!! 

Yani, uzun lafın kısası bir iş yapmak istiyorsanız, onu hayal etmek, planlamak, istemek süper bir başlangıç. Ama o işin ortaya çıkması için zihninizde sürekli konuşan bir engel makinesi varsa, onun farkına varmak da ayrıca iyi bir itici güç olabilir. Ben bugün, evde sürekli konuştuğum eşimin kalabalık önündeki konuşmasından kendime bu eşitliği aldım çıktım! Haaaa, engel dediğimiz şey sadece insanın kendisi değil pek tabii... İş yaparken pek çok dışsal engel çıkacak, ama en sıkıntılısı "şu sıkıntı olabilir, bu problem çıkabilir!" diyen, daha o dışsal engel çıkmadan engeller üreten zihindeki "engel makinesi" sanki...

Sonuç olarak ister adına kariyer diyeceğimiz "iş yapma, para kazanma, meslek sahibi olma" sürecimiz olsun, ister hayatımızın bambaşka alanları... Elimizde bir "çıktı" olmasını istiyorsak, potansiyelim var, aklım başım da yerinde, neden yap(a)mıyorum diyorsak, dönüp bir bakalım; dışsal engeller varsa o engeller ne, aşılabilir mi, farklı bir şekilde çözülebilir mi? Dışsal bir engel henüz gözükmüyor ama zihinde olası engellerle boğuşuyorsak fark edelim, o olasılıkları selamlayalım ve yapılacaklar listemizdeki ilk maddeye odaklanalım...

Son not: "yapalım, edelim..." dediğime bakmayın her bir cümle zihnimi bu konuda sakinleştirmek, içsel engelleri farkettiğimi belirtmek ve kendi kendime "harekete geç!" demek üzere, tamamen kendime yazılmıştır. Buraya da yazılmak sureti ile konulmuştur ki yeri geldikçe dönüp dönüp yine okuyabileyim! :))






26 Ocak 2017 Perşembe

Alternatif Eğitime bir veli bakışı

Merhaba sevgili okul arayışında olan ebeveyn arkadaşım,

Öncelikle bu (okul) arama, (çocuğu) kurtarma sürecinde ben kimim, ne sıfatla bu yazıyı yazıyorum ondan bahsedeyim kısaca: Yaklaşık 7 yaşında ve anaokul süreci + 1. sınıfın ilk dönemini arkasında bırakmış bir yavru kuşu ile 3.5 yaşında anaokulunun ilk dönemini arkasında bırakmış bir yavru kuşu daha olan bir anneyim.

İlk çocuğunda, yanlış saymıyorsam uygun olmayan 2 oyun grubu ve 2 anaokulu denemesi sonrasında doğru anaokulunda çocuğu 3 yılını geçirirken büyük  bir rahatlıkla gözü arkada hiç kalmamış; ikinci çocuğunda ise 3 yıl "kesintisiz" ev ortamı, arkadaş çocukları ve parklar diyerek en ufak bir oyun grubu denememiş bir anneyim. (0-3 yaş oyun/ çalışma/ eğitim gruplarıyla ilgili fikirlerimi de bir ara uzun uzadıya yazmayı planlamakla birlikte şu an bu derin konuya dalmamayı tercih ediyorum.)

İlk çocuğu ilkokul dönemine doğru yaş alırken, var olan ezberci, ödül ve cezacı (özellikle stickerlı ödül sistemine (!) ayrı bir antipati duymaktayım), merkeze çocuğu koymayan eğitim sisteminden çocuğunu nasıl en az hasarla kurtarabilirim diye araştıran/ soruşturan ve son dönemece doğru "hepsi farklı bir özelliğini öne çıkarıyor ama aslında hepsi hemen hemen birbirinin aynısı!" demiş bir anneyim.

11 Ağustos 2016 Perşembe

Anne Oldum ve Hayatım Değişti! Mi?




“Anne oldum ve hayatım değişti! Çocuklarıma kendimi adadım ve tüm hayatım onlar oldu! Onlar benim her şeyim!” gibi cümleler kursam bu toplumda hatta hatta bu dünyada hiç de yadırganacağımı sanmıyorum, hatta “iyi anne” etiketini pek hızlıca yapıştıranlar bol olabilir! Gerçek ise aslında şöyle benim için: “Anne oldum ve hayatım değişti! Çocuklarım büyürken kendi çocukluğuma, kendi büyüme sürecime, kendi yetişkinliğimle yüzleşmeye, hadi yüzleşme keskin bir kelime oldu, farkındalık ilişkisi kurmaya başlamanın keyfini fark ettim!” Keyif derken, içinde acının bol olduğu ama o acıyı aşabilirsen sonucunda bir iç huzur ihtimali taşıyan bir ihtimal…

Bu yukarıdaki bir paragrafçığı yazdım diye iç huzurunu bulmuş, yaşadığı anda kalmayı becerebilen, sonsuz keyifte bir insan olmadım pek tabii! Okuyorum, düşünüyorum, konuşuyorum: kendimce bir yoldayım- pek doğrusu, yanlışı olduğunu düşünmediğim… Kerem’le birlikte, çocuklarımızın bize, büyüme süreçlerinde ışık tutmalarına izin vermeye çalışıyoruz gücümüz el verdikçe… Kimi zaman ışık tutmalarına izin ver(e)mediğimiz de oluyor, o içimizdeki alışkanlıklardan, yaşadığımız kültürün bizdeki yansımalarından veya sadece ve sadece yüzleşme korkumuzdan dolayı…

Neyse… Bu yolculuk sonuçta bir yaşam boyu devam edecek diye zannediyorum… Kendimce bu süreçteki çıkarımımı paylaşmak istiyorum: Biz insanlar/ ebeveynler, ne kadar iyi çocuklar yetiştirirsek bu dünya o kadar güzel olacak diye düşünmüyorum ben! Bizler, ne kadar iyi (ya da ruhen sağlıklı ya da dengeli ya da farkındalığı yüksek) olursak bu dünya o kadar iyi olacak… Çünkü çocuklarımız bize, bizim onlardaki yansımalarımızı sunarak kendimize bir dönüp bakma imkanı sağlıyorlar ve biz ne kadar “iyileşirsek” onlar da zaten doğal olarak “iyi” oluyorlar! Bu, benim titrlerden, sıfatlardan, uzmanlıklardan, mesleklerden bağımsız sadece bir insan olarak görüşüm…

Ebeveynlik sürecimin başından beri ebeveynlikle ilgili “reçetevari” olan ya da okuyucuya farkındalık katmayı hedefleyen pek çok kitapla yolumu kesiştirdim…  Yaz başlamadan önce de bir kitap kulübü vesilesi ile elime geçen ve son bölümü hariç okuyabildiğim Brene Brown’ın “Cesur Yanınızı Kucaklayın” adlı kitabı benim için bir “kişisel farkındalık” yolunda çok anlamlı bir kitaptı… “İçten Ebeveynlik” adlı son bölümü ile aslında kişisel farkındalık ile ebeveynliği nasıl birbirinden ayıramayacağımı, ebeveynliğin kişisel farkındalık yolunda ne büyük bir anlamı olduğunu fark ettirdi bana. (bu arada kitapla ve içten ebeveynlikle ilgili sevgili arkadaşım Perihan Gürer de kendi yorumunu kendi blogunda paylaşmıştı, okumak isteyenler buyursun:))

Kitabın son bölümünden çok sevdiğim birkaç yeri alıntılamak istiyorum: 

 “Çocuk yetiştirmek gibi belirsiz bir çaba içindeyken kesinliğe duyduğumuz ihtiyaç, kesin ve açık “nasıl ebeveynlik yapılır” stratejilerini hem baştan çıkarıcı, hem de tehlikeli kılar. Tehlikeli deme nedenim, kesinliğin çoğunlukla mutlaklık, müsamahasızlık ve yargılamayı beraberinde getirmesidir. 

Ebeveynlerin birbirlerine karşı bu kadar eleştirel olma nedenleri de budur; bir yöntem tuttururu ve bizim yöntemimiz, kısa süre içinde genel yöntem haline gelir. Kendi ebeveynlik seçimlerimizi çoğumuzun yaptığı şekilde saplantılı hale getirdiğimizde ve başkalarının farklı seçimler yaptığını gördüğümüzde , bu farklılığı sıklıkla kendi ebeveynliğimiz hakkında doğrudan eleştiri olarak algılarız.

İronik olarak , ebeveynlik bir utanç ve yargılama mayın tarlasıdır, çünkü çoğumuz çocuk yetiştirmek söz konusu olunca belirsizlik ve kendinden kuşku içinde zorlukla ilerleriz. Dahası kendi kararlarımızdan emin olduğumuzda, ender olarak kendimizi üstün gördüğümüz yargılamalarda bulunuruz… (sayfa 267-8)

… Doğum sancısı, sünnet, aşılar, beraber uyuma ve beslenme gibi ebeveynlik hakkında ayrılık yaratan ve/veya ihtilaflı meseleler hakkındaki sohbetleri dinlerken ya da blogları veya kitapları okurken duyduğunuz şey utanç, gördüğünüz şey ise acıdır… Yaptıkları seçimler yüzünden diğer insanları utandırıyorsanız, çocukların selametini önemsediğinizi ileri süremezsiniz. Bunlar devasa değer boşlukları yaratan karşılıklı dışlayıcı davranışlardır… (sayfa 285)

… Bir yılını Çocuk Koruma Hizmetleri’nde staj yaparak geçirmiş bir sosyal hizmet görevlisi olarak , sırf yanlış, farklı ya da kötü olarak yargıladığımız ebeveynleri korkutmak ya da küçümsemek için kötü muamele veya ihmal kavramlarını gelişigüzel biçimde kullanan tartışmalara çok da müsamaha gösteremiyorum… (sayfa 286)”

Bunu alıntılamak istememin en büyük nedeni, anne/ baba olduğumuz andan itibaren hepimiz çevremizden pek çok farklı konuda eleştirilere maruz kalıp bunaldık  değil mi? Ama, hadi itiraf edelim (mi?), çevremizde kendi ebeveynlik tarzımıza uymayan anne/baba davranışları gördüğümüzde onları eleştirdik mi?!!! 

Burada alıntıladığım kısım ebeveynliğimizin nasıl eleştirildiği ya da bizlerin ebeveynleri nasıl eleştirdiğimiz kısmı gibi gözüküyor belki ama kitabın taaa başından bir alıntılama yapmam gerekse seçeceğim yer tam da şu olurdu:

“Yetersizliğin 3 bileşeni ve bunların kültürü nasıl etkilediği üzerine düşünmenin bir  yöntemi de, aşağıdaki sorular üzerine kafa yormaktır:

  1. Utanç: İnsanları yönetmek ve/ya onları hizaya getirmek için alay konusu olma/ küçümsenme korkusu kullanılıyor mu? … Suçlamak veya kınamak norm haline gelmiş mi? … 
  2. Kıyaslama: … sürekli açık ya da gizli bir kıyaslama/ sıralama mevcut mu? Yaratıcılık bastırılmış mı? … Kendi yeteneklerinin ve katkılarının kabul edilmesinden ziyade, insanlar dar standartlara mı bağlı kalıyor?…
  3. Kopukluk: İnsanlar risk almaktan veya yeni şeyler söylemekten korkuyor mu?… Sessiz kalmak, hikayeleri, deneyimleri ve fikirleri paylaşmaktan daha kolay geliyor mu?…  (sayfa 42)“

Kısacası, ebeveyn olduktan sonra sıklıkla, günlük rutinde karşılaştığımız eleştiriler ve/ya istenmeden verilen tavsiyeler aslında sadece ebeveyn olmamızla/ olunmasıyla alakalı ve sınırlı değil sanırım! Yetersilik hissini utanç, kıyaslama ve kopukluğun bol olduğu topluluklarda her alanda yaşamamız pek bir olası bu kitaba göre!!! Peki ne yapacağız? Pek tabii bu kitapta bunun reçetesi yok! Kim bilir belki her birimiz için çözüm/ yanıt her ne ise kendi içimizde?!


Kitaptan "İçten Ebeveynlik Manifestosu"



29 Haziran 2016 Çarşamba

Çaresizlik, üzüntü ve kaygı...

Yazmak benim için bir terapi! Dün gece sabaha bağlanırken içimdeki tarifsiz üzüntü ve yüksek kaygı seviyesi bir araya geldi, çaresizliği yazdım :(

Benim biyolojik olarak iki çocuğum olabilir; ama ben 21 yaşındayken, anne olmadan 8 sene önce teyze oldum ve çok sevdim teyze olmayı... Hatta anne olmadan teyze olduğum için bi nebze mutlu saydım kendimi! Çünkü bu mutluluğun arkasında çocuklarımın bebeklik ve bebeklikten çıkış sürelerinde teyzeliğimde, teyzeliğimin  ilk 7 senesindeki kadar çok var olamama hüznü vardı...

Bu gece, bu ülkede yine bazı evlere ateş düşmüşken ben tüm olanlara karşı içimde öfkemi ve üzüntümü yaşarken- bir anda kafamda bizden neredeyse 10000 km uzakta olan canımın İstanbul'a tek başına döneceği uçağının bu geceyi sabaha bağlayan saatlerde olduğu dank ediverdi! Bir yandan "çok şükür bu vahşete denk gelmedi!", bir yandan "ya böyle bir şeye denk gelirse!...", başka bir yandan "haberlerin ne kadarını duydu acaba? upuzun yol boyunca tek başına çok korkar mı acaba?", bambaşka bir yandan "yarın ablamlar o havaalanına nasıl girecekler-offf"!!! 

Uçağa binmesine 1 saat kala, sabaha karşı 4'te bunları yazmak istedim; uyuyamıyorum! Hiç bir şeye etki etme imkanım olmayan bir ortamda, 13 yaşında upuzun ve belki (biraz/çok) endişeli yolculuk yapacak bir genç kızı düşünüyorum... Sağ salim gelsin ve ona sımsıkı sarılalım istiyorum... İyi olsun istiyorum...

Hepimiz iyi olalım istiyorum...

Kimsenin canı yanmasın istiyorum...

Bu felaketlere alışmamak istiyorum...

Her, bir can yandığında olayı lanetleyip hayatımıza devam etmeyelim istiyorum...  

offff "barış istiyorum, sevgi istiyorum" denilince herkes tek bir dilek etrafında toplanabilsin istiyorum...


31 Mayıs 2016 Salı

Ben bugün parkta bir okul gezisi gördüm!!!

Bugün öğlene doğru İpek'le birlikte bir arkadaşım ve İpek'le yaşıt oğlu ile buluşmak üzere botanik parklardan birine gittik... Genelde hafta sonları düğün, nişan fotoğraf çekimleri bol olduğundan bir iki gidişimde pek de keyif almadığım bir yer iken hafta içi sakinliğinde tüm keyfini çıkarırız zannediyorduk... Taa ki gidene kadar! Meğerse bugün tüm an okulları için -neredeyse- "resmi botanik bahçesi gezi günü" ilan edilmiş de bizim haberimiz yokmuş! :)))  Her taraf çocuklarla doluydu; ne güzel. Düğün, nişan fotoğraf merkezi olmasındansa çocukların oyun merkezi olması kesinlikle daha normal... Normal de ortamda bir anormallik var: sürekli etrafta bağrışan, çocukları alenen bağıra bağıra azarlayan, düzene sokmaya (!!) çalışan yetişkinler! Bu gözler, bileklerinden tutularak çekiştirilen çocukları da gördü!! Bu kulaklar, "sen gelme o zaman" diye azarlanmaları da duydu!! Ve ardından azarlanan çocukların iç çeke çeke sessiz ağlamalarını da gördü bu gözler!!!

ve bu düzen (!!!) içinde arada telefonlar elde fotoğraflar da çekiliyordu, kaydıraktan kayan çocukların en (!!!) mutlu halleri mesela- fotoğrafı çeken kişinin birkaç adım yanında o iç çekerek ağlayan çocuklardan biri olduğunu yazmaktan ben utanıyorum!

Çok değil, bundan birkaç hafta önce okuduğum yazıyı yaşadım ben bugün resmen: http://www.egitimpedia.com/egitimpedia-yazari-mujdat-ataman-yasak-kardesim/
:(((

Bugün, bizim tanık olduğumuz okul gezillerinde çok eğlenmiş çocuklar vardı muhtemelen; ama örselenmiş, zorlanmış, anlaşılmamış çocukların olduğunu da üzülerek eklemek isterim! Hani anne baba sohbetlerinde çocuklarımızın okul seçimleri ile ilgili konuşuyoruz ya; uzmanlara "nasıl seçmeli?" falan diye soruyoruz ya!! Hah, işte galiba ben bugün bir cevap buldum kendimce: "çocuğumuzu vermeyi düşündüğümüz okulun, okul gezi tarihini bir şekilde öğrenip, geziye uzaktan uzağa katılarak ve o okuldaki yetişkinlerin çocuklara nasıl davrandığını, çocuklarla nasıl konuştuğunu gözlemleyerek!" 

Eminim, bir okul gezisi sırasında özellikle küçük çocukların sorumluluğunu taşıyan yetişkinler pek çok olasılık nedeniyle stres içinde bulunuyorlar... Mutlaka bu stres faktörlerini minimuma indirecek güvenlik kuralları belirleniyordur/ belirlenebilir; ama çocuklara bas bas bağırmanın, bir yerden bir yere bileğinden tutup sürüklercesine götürmenin, tehditler savurmanın makul olan hiçbir tarafı yok! İnsan, içinden "beceremeyeceksen gezi senin neyine!!?" diyor; ama bunları okul gezisinde yapanların okul içinde neler yaptığını/ söylediğini de hayal etmek istemiyor!

12 Nisan 2016 Salı

Psk Nilüfer Devecigil ile Akran Zorbalığı

Psk. Nilüfer Devecigil'i ile ilk defa 2013 yılında verdiği bir seminerde dinlemiştim ve çok da etkilenip  burada seminer notlarını paylaşmıştım "Oyunumu İstiyorum" seminerinin notlarını; bu notları bugün okuduğumda hala çok etkileyici bir seminer dinlediğimi hatırlıyorum... Sonra başka konularda da dinleme fırsatı yakaladım kendisini... Hatta bir sohbetinde katılımcılara tek tek "bugün neden buradasınız, ne bekliyorsunuz bugünden?" gibi bir şey sorduğunda ben "siz ne anlatırsanız gelirim!" gibi bir şey söylemiştim! :)


Geçtiğimiz Cumartesi günü de canımız derneğimizin (Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği) organizasyonu ile Nilüfer Devecigil ile "Akran Zorbalığı" konusunda oldukça derin bir konuşma dinledik...