sınırlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sınırlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2013 Pazartesi

Psikolog Nilüfer Devecigil'den"oyunumu istiyorum" semineri notları

 Şu mart ayı anne eğitimleri,seminerleri ve workshopları açısından bayağı zengin; 2 haftadır Mert'in doğum günü ve bir takım işler sebebiyle katılamadığım ve üzüldüğüm anne aktiviteleri sonrası bugün yapılacağını öğrendiğim Psikolog Nilüfer Devecigil'in konuşmacı olacağı "oyunumu istiyorum" seminerini kaçırmak istemedim. Hatta online katılım imkanının da mevcut olduğu seminere aman 2 adımlık yol, evde kalırsam çok bölünebilirim diye düşünerek hem beynen hem fiziken katılmış oldum...

Konu başlığı "oyun" olunca konu benim için ekstra ilgi çekici oldu... Genel olarak Mert ile sürekli konuşan, sohbet eden, birlikte gezen, mutfakta paylaşımları olan bir anne olmama rağmen süper oyunbaz bir anne değilim ya da şöyle diyeyim"her konuyu anında oyuna çevirebilirim" diyenlerden değilim. Bazen de evde zaten bu yeteneğe sahip bir baba var,anne böyle olmasa da olur herhalde diyerek (belki) kolaya da kaçıyorum...



Neyse... yukarıdaki düşüncelerimi doğrulamak, hatalıysa hatalarımı düzeltmek, kendimi bukonuda geliştirmem mümkünse geliştirmek gibi düşüncelerle seminere katıldım. İyi ki de katılmışım:)

Geçen ay katıldığım "sınır koyma & kuralları belirleme" seminerinde olduğu gibi bugünkü konuşma da geçmişte kalan bizim çocukluğumuzla şimdiki çocukluk arasındaki farkla başladı: eskiden biz sokakta oynama imkanına sahipken şimdiki çocuklar oyun denilince ekran oyunlarını anlıyorlar maalesef. Bu nedenle de bizim çocuklarımızla tüm gücü ve oyun düzenini onlara bırakarak oyun oynamamız çok büyük değer ve önem taşıyor.

Oyun demek...

Nilüfer Hanım ilk olarak "regulasyon" kelimesi ile başladı konuşmasına. Elektrik akımı normalden az ya da fazla geldiğinde eskiden nasıl regülatör denilen alet elektriği olması gerekn seviyeye getiriyordu. Oyun da çocuğun düşük ya da yüksek olan stresini düzenleyip normal seviyeye getiriyor. Hatta burada Nilüfer Hanım genelde sakinleşme ihtiyacı olan/ aşırı uyarılmış çocuğu regüle etmek gerekir diye düşünülür, sakin sakin oturan çocuğun da uyarılarak regüle edilmesi gerektiği pek akla gelmeyebilir diyerek aşırı sakin çocuğun da regüle edilmeye ihtiyacı olduğunun altını çizdi.

Benim bugünden aklımda oyun ile ilgili şu tanımlar kaldı:
* oyun, çocuk için bir çeşit regülatör.
* oyun, gündelik hayattan sıyrılmak için bir fırsat.
* oyun, ilişki ve iletişimin önemli bir parçası.

Duyguları anlamak çok önemli

İlişki ve iletişimin önemli bir parçasıymış çünkü çocuk ilk 3 yıl tamamen sağ beyinle yaşıyor yani varlığı tamamen duyguları üzerine... Sol beyin bu dönemde "yapım aşamasında". Bu nedenle de anne baba olarak bizler çocuğumuzun duygularını anlar halde olmalıymışız... Bir durum karşısında uzun uzadıya açıklamaya girmemizden ziyade onun duygularını anlamaya çalışmamız gerekirmiş... Örneğin "işe gidiyorum, çünkü para kazanmam gerek, para kazanıp sana oyuncak, yiyecek vs vs alacağım"gibi bir açıklamayı yapmamızın çocuğun dünyasında pek bir anlamı yokmuş... Oyun sırasında bizi çocuk,kendisini işe giden anne/baba rolüne soktuğunda, rol gereği anne/baba olan çocuğumuz "ben işe gidiyorum" dediğinde biz rol gereği çocuk olarak (ama aslında gerçek hayattaki anne/baba olarak) mesaj verme odaklı "tamam git,bye bye" demek yerine bir anda "gitmeeee" diyerek ağlamaya başlarsak çocuğumuzun nasıl şok olacağını görebilirmişiz... Büyük olasılıkla şaşıran çocuk böyle bir duruma gülecek, keyif alacak "bir daha yap!" diye tepki verecektir. Bu oyun sırasında da annenin ya da babanın kendisinin gerçekteki duygusunu yansıtır şekilde davranması anlaşıldığını  hissetmesine neden olabilir.

Çocuklarımız ağladığı zaman ihtiyacı olduğunu gözlemliyorsak ona sarılıp "seni anlıyorum" demek bile yeterli, daha fazlasına gerek olmayabilir. Tabii gerçekten onu anlıyorsak böyle yapmamız bir anlam ifade ediyor yoksa altı boş kalabilir bunu da çocuklar hemen anlıyorlar zaten...

Bir de "gözümün içine baka baka yapma dediğim şeyi yapıyor" dediğimiz şeyler var. Nilüfer Hanım'a göre bunların hiçbirisi bizi çıldırtmak için yapılan şeyler değil. Bizim anne/baba olarak aynı konuda ona daha önce verdiğimiz muhtemelen abartılı tepkiden dolayı sınırını denemek için bu şekilde davranıyor olabilir. Abartılı tepki yerine yumuşak bir geçiş ile bu konuyu geçmemiz mümkün. Aslında biz ne kadar büyük tepkiler verirsek konuyuo kadar kalıcı yapabiliyoruz...

Oyunun direktörü çocuk olmalı

Oyunun içindeki "güç"ün yani oyunun direktörünün çocuk olmasına izin vermek bir diğer kilit nokta. Çocuk, kendi yazdığı ve yönettiği oyunda anne/babaya ne rol verirse biz de onu oynarız. Oyunda anne/baba olarak bize istemediğimiz bir şey yaptırmaya zorluyorsa bizim ağlama rolü yapmamız bir seçenek olabilir. Ağlamamıza karşılık olarak çocuğun hoşuna gider ve bize "bir daha yap" derse bilelim ki orada çocuğun kendisi ile ilgili bir şey yakaladık. İletişim ve ilişki için önemli bir noktadayız...

Yaratıcı ebeveyn olmak neden önemli

Nilüfer Hanım'ın anlattıkları arasında özellikle aklımda kalan ve dinlerken de gülümsediğim bir konu daha var: çocuklar sınırlarını zorlamak isterler, nereye kadar gidebileceklerini bilmek isterler. Örneğin okulda bir çocuktan duyduğu "b.k" kelimesini eve gelince bin kez söyleyip bizi ve ne söyleyeceğimizi sınamak isteyebilirler. Biz de bu kelimeyi duymaktan çok rahatsız oluyor olabiliriz. "söyleme" dediğimizde daha çok söyleyeceği ve bu konuda dikkat çekici olacağımız neredeyse kesin... oysaki Nilüfer Hanım'a göre yaratıcı olup çocuğumuza "bana her şeyi de ama esas koko deme" gibi bir cümle kurarsak dikkatini diğer kelimeden uzaklaştırmamız ve eğlenceli olmamız daha mümkün gözüküyor.

Oynarken sıkılıyorsak...

Benim bu 2 saatlik sohbetten aklımda kalan bir diğer önemli nokta ise şu oldu: çocukluğunda kendisi ile oynanmış ebeveyn çocuğuyla çok kolay bir şekilde oyun kurabilirken,çocukluğunda kendisi ile (çok) oynanmamış ebeveyn kendi çocuğu ile oyun kurmakta zorlanabiliyor ya da oynamaktan sıkılabiliyormuş... Sıkıldığınız an duygularınızı bastırmayın dedi Nilüfer Hanım, kendinize 15 dakika oyun oynayacağım ve kendimi bir laboratuvar ortamındaymış gibi gözlemleyeceğim diyebilirsiniz ve gerçekten de kendinize ne oluyor onunla yüzleşin... Bu süreçte kendi duygularımızı anlamaya çalışmamız aslında çocuğumuzun duygularını anlamamızı kolaylaştırabilirmiş... Bu arada Nilüfer Hanım'dan iyi bir haber de aldık: çocuğumuzla keyifli bir oyun süreci geçirmek, oyun oynamayı öğrenmemiz mümkünmüş:))

itiş kakış oyunları

Genelde babalar ve erkek çocukları arasında sıklıkla olan güreş ve benzeri fiziksel oyunların çocukların gelişiminde önemli paya sahip olan oyunlar olduğunu dinleyince çok şaşırmadım açıkçası.. Bu itiş kakış oyunları önemli ölçüde stres atıcı aktiviteler olmasının yanısıra çocuğun matematiksel zekasına katkı yapan,bir adım sonrasını planlamasına yardımcı olan aktivitelermiş aynı zamanda. itiş kakış, güreş, kovalamaca tipi oyunlarda tek sınırınız "gıdıklamama" olsun "çocuklarınızın sınırlarına müdahale etmeyin,  çocuğunuza saygı gösterin" dedi Nilüfer Hanım.

oyun önerileri

* anne baba çocuk emekleme pozisyonuna geçip birbirini yakalamaya çalışır,yakalamaya çalışırken kim kimin çorabını çıkaracak? - bu oyunu oynarken kıkırdamayacak çocuk olmaz sanırım:))
* çok uyarılmış birçocuğu sakinleştirmek için- çocuğunuzu kucağınıza oturtun,birbirinize makyaj yapma/ traş etme oyunu oynayın. Böylece gözgöze olunacak, birbirine dokunma fırsatının olacağı
regülatör özelliği olan bir oyun oynamak mümkün.
* En iyi oyuncak ANNE/BABA
*Oyuncak alacaksak olabildiğince basit olanları tercih etmemiz elzem. %90 çocuğun kendisini katabileceği, %10 oyuncak mantığıyla hareket etmek gerek

birkaç öneri

- anne/baba olarak konuşmalarımızdan "AMA"yı kaldırmak. "Seni anlıyorum AMA evden çıkmamız lazım" dediğimizde AMA'dan öncesini çöpe atıyormuşuz.
- Çocuklarımızla bu yaşlarda yaşadığımız zor anların her biri birer fırsat, şu an yanımızdalar ve onları olumlu şekilde şekillendirmemiz ve duygularını anlamamız mümkün... 15-16 yaşında yanımızda olmayacaklar... Duygularının anlaşılmadığını düşünen çocuk 15-16 yaşında kendisini anladığını düşündüğü (olumlu ya da olumsuz )kişilere daha kolay yönlenebilirler.

Aklımda kalanlar, aldığım notlar bugünden bunlar... En başta seminere giderkenki merakım üzerine de içim rahatladı: mutfakta birlikte bir şeyler üretmemiz, gezmemiz, arabada şarkı söylememiz her biri iletişim ve ilişki sürecinin bir parçasıymış,bunu da uzmanından dinlemiş oldum:))

İnternet annelerine organizasyon, Psk Nilüfer Devecigil'e de konuşması için ben kendi adıma çok teşekkür ederim:)

20 Şubat 2013 Çarşamba

"çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın hiçbir koşula bağlamadan alın" ve " 'hayır'lar 'evet'e dönerse tutarsız ebeveyn olmazsınız"

Cumartesi günü keyifli bir eğitim /sohbete katıldım. www.anneysen.com 'un düzenlediği ve "Daha mutlu ebeveyn çocuk ilişkisi için sınır koyma/ kuralları belirleme" başlıklı etkinliğin ilk konuşmacısı Psikoloji İstanbul'dan Psikolog Tolga Erdoğan'dı. Tolga Bey biz annelerle(ve sanırım birkaç baba da vardı) her şeye sınır koyan ebeveynlik ile hiç kural koymayan ebeveynlik davranışları ve çocuklardaki yansımalarını paylaştıktan sonra özellikle benim için çok ilgi çekici olan "ödül/ceza" başlığına geçti. Tolga Erdoğan'dan sonra Blogcu Anne Elif Doğan'ın kendi evinden tecrübelerini paylaştığı bölümü dinledik.

Her iki bölüm de benim için yer yer düşündürücü, yer yer eğitici, yer yer de eğlenceliydi...

Neler aklımda kaldı peki bu söyleşilerden:

Tolga Erdoğan'a göre bugünkü ebeveynlerin işini zorlaştıran temel konu şu: biz çocukken bizlerin sokaklarda harcadığı enerjiyi bizim çocuklarımız şimdilerde evde/ okulda yetişkin kontrolünde boşaltmak zorundalar. Bu da bizim sınırları daha çok arttırmamıza neden oluyor. Ayrıca hayatımız neredeyse 3. sayfa haberleri duymakla/ okumakla geçiyor. Bu da elimizde olmadan kaygı düzeyimizi arttırıyor ve sonucunda da (belki) gereğinden fazla kurallar koymaya başlıyoruz. Bu girişin ardından Tolga Erdoğan benim aklımdaki ilk soru ışığını yaktı: "Bu kuralların ne kadarı gerçekten gerekli? Kaygılarımızı azaltmak için mi bu kuralları koyuyoruz?"

Hiç kural konulmayan/ sınırların belli olmadığı bir evde öncelikle anne/babanın kendi hayatları yok oluyor. Çocuğa yatırım çok yüksek boyutta olduğu için beklenti yükseliyor, beklentiye karşılık alınamadığında anne/babanın hayal kırıklığı ve öfkesi artıyor ve ardından da tükenmişlik geliyor. MUŞ!! Ardından çocukta ise kendi sınırlarını çizememe sorunu ve hatta yetişkin olduğu dönemde "hayır" diyememe sorunu başlıyor. MUŞ...

Tam tersi durumda, yani gereğinden çok kuralları olan evde ebeveynin çocuğa verdiği otomatik mesaj ise: "sen kendi hayatını kontrol edemezsin; senin için en iyiyi BEN/BİZ bilirim/z." Örneğin 8 aylık bebek topunu koltuğun altına kaçırdı, ve topu almak istedi, anne "hayır" dedi ve topu alıp bebeğe verdi. Çocuğun ağır, uzak, yüksek vs gibi ilk matematiksel kavramları öğrendiği bu dönemde deneyimleyemediği için ilk matematik dersi boşa geçmiş oluyor.

Mert doğduğundan beri belki de Kerem'le en çok konuştuğumuz konulardan biridir bu: "Hayır"ları ekonomik kullanalım, gerçekten gereken hayati konular dışında "hayır" demeyelim." Bunu Kerem'in çok iyi uyguladığını, benimse evin daha kötü polisi rolünü üzerimde taşıdığımı kabul ederek Tolga Erdoğan'ı dinlemeye devam ettim. Hatta dayanamadım Tolga Bey'e de sorumu sordum: "Bizim ev hayatımızda hayati "hayır"larla ilgili şimdiye kadar bir sorunumuz olmadı. Mert'e gerekçesi ile elektrik prizine dokunmasının, kabloları ellememesinin vs neden hayır olduğumuzu anlattığımızda gizli saklı onları kurcalarken bulmadık kendisini. Ancak ben bir kitap alacağız diye girdiğimiz kitapçıda Mert'i 2-3 kitap alacağım diye tuttururken bulabiliyorum. Buradaki ve benzeri "hayır" meselesini nasıl değerlendireceğiz?" diye sordum Tolga Erdoğan da benim için hayati değeri olan bir yanıt verdi: "BAZEN HAYIRLAR EVETE DÖNEBİLİR" nasıl yani dedim kendimce... Sonuçta biz "Hayır diyorsam hayırdır" diyerek büyümüş bir nesiliz. Biz zannediyoruz ki bir kere "Hayır" dediğimizde sonra bunu "Evet"e dönüştürürsek tutarsız anne baba olabiliriz. Meğerse olmazmışız:)

Son dönemde benim de çok yararını gördüğüm bir konunun daha altını çizdi Tolga Bey. Ağladığı zaman çocuğun ağlamasına izin ver ve onunla göz temasını kesme, öfkeli değilsen ve duruma ayak uydurabileceksen o ağlarken yanında kalarak ona eşlik et ama ayak uyduramayacak durumdaysan  (ben bunu acelen varsa, o sırada anne olarak psikolojin ağlamasını kaldıramayacaksa vs) dikkatini dağıtarak çocuğun dikkatini başka yere çek. Ancak ağlamasına izin verip, hayalkırıklığı/ üzüntüsü ile yüzleşmesini sağlayıp konyu orada sonuçlanırmak en iyisi... Bizde dikkat dağıtma işi kesinlikle işe yaramadığı, Mert'in ağlama anında dikkatini dağıtsak ve konuyu değiştirsek bile konunun dönüp dolaşıp o çözülmemiş konuya gelip yeniden ağlamaya bağlandığını bildiğimizden biz artık  dağıtmayı pek kullanmaz olduk bizim evde... Ama tabii her çocuğun mizacı farklı...

Erken ergenlik denilen 2 yaş krizi ile ilgili de konuşurken bazen sorun çözülemeycek gibi olur, o zaman anne/baba olarak sorunu çözmeye uğraşmak yerine "bırak dağınık kalsın" düşüncesiyle yaklaşmak bazen hayatımızı kolaylaştırabilirmiş. Bunu da beynime yazdım illa her konu sorun olduğunda çözülmeli diyen bir anne olarak!!

Ödül/ceza başlığında ise beni derinden yakalayan cümlesi şu oldu Tolga Erdoğan'ın: "çocuk yetiştirirken özül kullanıyorum, ceza kullanmıyorum diye bir şey yoktur. Ödül ve ceza bir bütünün iki parçasıdır. Ödül veren ama ceza vermediğini düşünen bir ebeveyn aslında ödüle alıştırdığı çocuğuna ödül vermediğinde ceza vermiş olur."dedi ve ben yine deriiiiin düşüncelere daldım... Bu başlıkta aldığım notları kısaca şöyle paylaşmak isterim:

* ödül ve ceza ile "iyi şeyler yaparsan iyi, kötü şeyler yaparsan kötü şeyler hakedersin" diyoruz ve bu hikayede iyi ile kötünün tanımı anne ya da bize olarak bana ait.
* insan ceza aldığı zaman bedelini ödemiş olduğu için vicdani sorumluluk taşımamaya başlar.
* anne/ baba olarak "benim onayladığımın dışına çıkarsan seni reddedebilirim" mesajı taşıma riskin var.
* sürekli ödül ve ceza ile büyüyen kişinin kendisini kendi olarak değil de karşısındaki kim ise onun istediği şekilde ifade etmesi mümkün olabilir.
* ödül ve ceza ile aslında kişinin iç motivasyonu yok oluyor/ azalıyor ve dış motivasyon ile bir şeyleri yapmaya başlıyor. Örneğin öğrenmek (iç motivasyon) için ders çalışmıyorum, sene sonunda ailemin bana alacağı bisiklet (dış motivasyon) için çalışıyorum.
Tolga Erdoğan burada şu cümleyi kurdu ve aklıma kazındı: "çocuğunuza bisiklet alacaksanız alın, almak istediğiniz için alın; bir sebep aramayın,8 kırığı da gelse alın. Sınıfını geç bisiklet alacağım dediğinizde çocuk bu sene bisiklet için çalışacak seneye tablet için, peki öbür sene??"

Ben bu ödül/ ceza konusunun bana bu şekilde anlatılmasını çok sevdim, çok da mantıklı geldi burada anlatılan her bir söz. Gel gör ki ödül ve ceza dna'mıza işlemiş bir nesil olarak bunu tamamen bir kenara atmak gerçek hayatımızda nasıl mümkün olabilir ben onu düşünüyorum Cumartesi'den beri... Şu anda bu bilincin varlığı ve farkındalığın oluşmasının bile bir artı olduğunu düşünen içimdeki polyanna bu konuda ilerleme gösterebileceğime dair bir umut barındırıyor kendisinde; umarım becerebilirim:))  Cumartesi günü bu etkinliğe giderken burnu tıkalı olan ve burnuna tuzlu su damlattırmamak için benimle savaşan oğluma "sen ilacı damlattırmadın ben de seninle konuşmuyorum." diyen (kara vicdanlı) anne olarak,  Tolga Bey'in sözleri ile vicdan azabım tavan yaptı tavan... O andan itibaren "Al sana ceza Zeynep" diyorum...

Şunu da yazmadan geçmeyeyim: çocuklara bağırmak, bir şeyi yüksek sesle söylemek kontrolümüzü kaybetmek üzere olduğumuz mesajını veriyor çocuğumuza ve ciddiye alınmamamıza neden oluyor. MUŞ!!...

Tolga Erdoğan'ın konuşmasının ardından Blogcu Anne Eilf Doğan'ın sohbetiyle de pek çok kez gülümsedim, pek çok kez evlerde yaşanan durumlar,çocuklarla ilişkiler, eşler arası diyaloglar, iyi polis- kötü polis olmalar birbirine ne kadar benziyor düye düşündüm. Kısacası en başta da belirttiğim gibi keyifli, çoğunlukla düşündürücü ve öğretici birkaç saat geçirdim ben kendi adıma.