28 Nisan 2013 Pazar

bir doğumun hatırlattıkları...

1996 Temmuz'u 15 yaşındaydım... Ortaokulu bitirmiş 2 ay sonra liseye başlayacaktım. Kendimce artık kocaman kız olmuştum yani... Annemle babam da o dönemde "kendimce" büyüdüğümü düşünmüş olmalılar ki hayatımda ilk defa yalnız başıma beni 3 haftalığına İngiltere'ye dil okuluna göndermeye "tamam" dediler... Ben ki o döneme kadar bir arkadaşımın evinde kalmak istediğimde annem ve babamdan hep "arkadaşın bizde kalsın." cümlesini duymuş bir ergendim!!...

İlk kez yurtdışına, hem de yalnız çıkacak olmanın verdiği heyecanla havaalanında 3 hafta birarada olacağım gruptakilerle tanışırken sürekli konuşan, üstünde çamaşır suyu ile desen verilmiiş ilginç bir şortu olan bir kızla sohbet etmeye başladık. Konuştukça aslında yıllardır birbirimizin dibinde yaşadığımızı öğrendik, 2 ay sonra da tesadüf müdür kader midir bilmem aynı okulda okumaya, yan yana apartmanlarda oturmamız dolayısıyla da aynı serviste gidip gelmeye başladık...

17 sene olmuş neredeyse... O "bıdı bıdı" konuşan kız arkadaşım, dostum olmuş... Bugün sabaha karşı 5'te de minik Batucuk'un annesi oluvermiş...

Dün öğlendi beni aradığında "galiba doğuma gidiyoruz" dediğinde... Dün akşam hastaneye uğradığımızda sanki doğuracak o değilmiş gibi yine "bıdı bıdı" konuşuyorduk. Bugün hastane odasına girdiğimde kucağında bir bebek annesinin sütünü emmeye çalışıyordu... Çok fazla duygu ve düşünce geçti bugün kafamdan/içimden; ama en çok da Tuba'yı ilk gördüğüm günün resmi, havaalanındaki tanışmamız geldi aklıma... Bugüne ait olan bir resim olarak da buraya yazmak istedim... Hoşgeldin Batucuk, inşallah hayatın hep bugün doğmayı seçtiğin gibi kendi seçimlerinle ve güzelliklerle şekillenir, hep keyifle yaşarsın:)))

13 Nisan 2013 Cumartesi

yarı şaka yarı ciddi: çocuk büyütürken mahalle baskısı görenler buradan buyrun...

Mert, bence bebekler için güzel bir zaman olan Mart ayında doğdu bundan 3 sene önce... İlk hafta hastaneydi, ikinci hafta eve alışmaydı derken ben 13. günden itibaren bahar havalarının da başlamasıyla Mert'i pusetine koyup kendisi ile başbaşa her gün caddeye yürüyüşe çıkmaya başlamıştım. Evden yürüyerek caddeye iniyor sonra o dönem Şaşkınbakkal'da büyük bir binada bulunan Mothercare'e girip emzirme odasında soluklanıyor; Mert'i emzirip, bezini değiştirip tekrar eve doğru yola koyuluyordum. Tabii bu süreç her zaman güzel renklerle boyanmış,sevgi pıtırcığı anne ve oğlu resminde olmayabiliyordu. Bazen Mert pusetinde kıyametleri kopararak ağlıyor, ben bir durup bir hızlı hızlı yürüyerek eve kadar stresler içinde yürüyordum... Bu ağlamalar sırasında da mutlaka sokakta bir teyze durdurup bazen çok iyi niyetle "n'oldu yavrum?" ya da bazen beni azarlarcasına"bu soğukta çocuk dışarı çıkarılır mı tıt tıt tıt" diyordu...

O zamandan beri sinir olurum bu "mahalle baskısı"na... Üzerinden 3 yıl geçti hala zaman zaman Mert bir şeye takıp sokakta ağlamaya başlamışsa yanımıza gelip "n'oldu?" diyenlere sinir olurum. Bir yandan da çok merak ederim, acaba "n'oldu?" diye sorunca sorunu çözen bir teyze var mıdır diye... Yoksa çocuk ve anne olarak karşılıklı stres yükselmişken "n'oldu?" diye sorulduğunda stresi ve siniri 2 kat artan tek anne ben miyim, ağlama desibeli de katlanarak artan tek çocuk benim oğlum mu? Benzer durumda olanlar lütfen ses verin hep birlikte kendimizi iyi hissedelim en azından :)))

Ama geçen hafta şunu farkettim: E-bebek'e bir hediye almak için girerken hem uykusu başına vurmuş hem de bir konuya feci takılmış olan oğlum yaklaşık 10 dakika mağazada dolaştığımız sürece mızmızlandı, sonra da ipleri koparırcasına ağlamaya başladı. Konuyu orada ilk başta çözmeye çalışıp, sonrasında konunun orada çözülemeyeceğini anlayan anne kimliği taşıyan bendeniz oradaki işimi en hızlı şekilde sonlandırmaya ve kendimizi arabaya atmaya hazırlanıyorduk ki bir teyze yanımıza geldi "vah yavrum n'oldu ki?" dedi; Demesiyle de ağlama şiddeti hafifleyen Mert'in böğürerek ağlaması bir oldu! Fark ettim ki eskiden bu tip durumlarda utanan, sıkılan, stres olan ben; teyzeyi resmen duymazlıktan geldim, hiçbir cevap vermedim kasada en hızlısından ödememi yaptım ve kendimi arabaya atıverdim...

Sanırım toplum olarak çocukların bazen ağlamaya ihtiyacı olduğuna dair pek bir bilgimiz yok; annelerinin onları susturamadığı noktada kötü anne olmadıklarını düşünecek bir bilincimiz olduğunu da ara ara sorguluyorum açıkçası... Çocuğumu  bırakayım ağlaya ağlaya sussun değil ama ağlamanın da bir iletişim ya da rahatlama olduğunu hatırlamak lazım diye düşünüyorum...

Geçen sene de yine caddede Mert'le yürürken yaşlıca bir teyze beni durdurdu. Bahar sonu falandı, daha Mert'in saçlarını kestirmemiştik ve Mert'in saçlar arkada uzunca, önde de alnını kapatacakşekildeydi. Teyze: "kızım yazık, şu çocuğun saçlarını kestirin. Bizim filancanın oğlunun çocukluğunda hep alnında saçları ile dolaştı: bak şimdi koca adam oldu alnında kıllanma sorunu var sürekli." dedi ve gitti; benim de ağzım bir karış açık kaldı, ne bir şey diyebildim, ne gülebildim... Bu komik karşılaşmayı aynı hafta arkadaşlarıma anlatırken Mert yaşında bir oğlu olan arkadaşım da "aynı şekilde beni de bir kadın durdurdu bana da aynı şeyleri söyledi." dediğinde anladım ki teyzeler arasında bazı konular sosyal sorumluluk hassasiyeti taşıyor ve bu alna düşen saç da bu konulardan biri:))

Son olarak: bu sokaktaki mahalle baskısının genelde çocuk doğduğunda neredeyse her evde göze çarpan bir de ev versiyonu var ki o da ayrı bir şenlik!! :)) Anne doğum yapar, aile büyükleri, konu komşu, eş dost herkesten bir cümle duyulur: "Ay çocuğun başını tut...", "ağlıyor acıktı galiba,sen bunu bi' emzir.", "yok yok bu çocuk doymuyor, mama ver sen buna...", "içi yandı çocuğun bu sıcakta,birazcık su versen...", "gazı var galiba...", "ayyy bezini çok sıktın rahat edemeyecek!", "ayy bezini fazla gevşek bıraktın, çişi dışarı çıkacak!" gibi gibi :))))

Geçen hafta içinde Philips Avent'in Natural serisinin tanıtımında biz anneler kendi yaşadıklarımızı konuşurken etkinliğin moderatörü Sevinç Erbulak şöyle bir şey söyledi: "Dünyada kaç anne varsa o kadar annelik olduğuna inanıyorum;her anne kendi anneliğine sahip." Ben de şunu eklemek istiyorum: dünyada her çocuk da birbirinden farklı; birbirinden farklı annelerin birbirinden farklı çocukların reçeteleri de birbirlerine uymayabiliyor ve herkes kendi yolunu doğrularıyla yanlışlarıyla buluyor...

9 Nisan 2013 Salı

İstanbul Doğum Akademisi'nde "Keşkesiz Doğum" sohbeti

Geçen hafta kendimi dinlemeye, öğrenmeye adadım sanki... Geçen hafta pazar Cake Plus'taki kurabiye atölyesine katılıp doğumlarda, baby showerlarda, doğum günlerinde ikram edilen renkli, süslü kurabiyelerin nasıl yapıldığını kendi çapımda öğrendim, hatta bir kutu da kurabiye yaptım evdekiler de bayıla bayıla yediler:)) Bu hafta cumartesi de eş durumundan davetle #ilkyıllarınhikayesi 'nde blogger annelerle birlikte Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı/ Çocuk Gatroenteroloji ve Beslenme Uzmanı Prof Dr Benal Büyükgebiz'i dinledim. Hem çok keyif aldım hem de beslenme ile ilgili çok çok değerli şeyler öğrendim.

Perşembe günü ise İnternet Anneleri'nin organizasyonu ile  İstanbul Doğum Akademisi (İDA)'nde yaklaşık 20-25 anne / anne adayı ve 1 baba adayı olarak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Hakan Çoker, Uzman Psikolog Neşe Karabekir ve Ebe Serpil Varlık ile "keşkesiz doğum" üzerine bir söyleşi yaptık.

İDA, doğum sürecinde ebeveynlerin yanında olan anne-bebek ve baba dostu bir doğuma hazırlık eğitim ve danışmanlık merkezi ve felsefesi de "keşkesiz doğum". Bu felsefe doğanın kadına sunduğu doğum yapabilme yeteneğinin  kadına hatırlatılmasına yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu yaklaşım kadının doğurtulması değil,içindeki doğal güdüyü ve gücü kullanarak doğum yapması anlamına geliyor. İDA'nın web sayfasında felsefelerini (doğum felsefeleri, hamilelik felsefeleri ve ebeveynlik felsefeleri)  net olarak anlatan bir bölüm  var, okumakta fayda olabilir...

Bu söyleşide "keşkesiz doğum" ile ilgili neler konuştuk, neler dinledik; kısaca özetlemeye çalışayım:

* Otonomi - hamilenin bilgi,seçim ve reddetme hakkı olmalı..Önce bilgisi olmalı ki ne istediğine karar versin, istemediğini de reddedebilsin.
* Mahremiyete saygı gösterilmeli- doğum yapılacak ortamın fiziksel koşulları, doğumhanenin kalabalık  olmaması, doğum sırasında doğumhaneye giren herhangi bir başka kişi ile ilgili doğum yapan kadına bilgi verilmesi çok çok önemli noktalar...
* Güven- Doğum yapan kişi sisteme (doktoru, hastanesi vs), kendisine (İDA'nın web sitesinde "Doktorunuza Güven Verin" başlıklı hoş bir yazı var) ve bebeğine güven duyabildiği oranda keşkesiz bir doğumu gerçekleştirebiliyor.
* Kadının sorumluluk alması- yani "beni doğurtun" değil de "doğuracağım" demesi ve uygulaması.
* Anne- bebek dostu hastanede doğum yapmak- bu söyleşide öğrendik ki Türkiye'de henüz anne-bebek dostu hastane yokmuş! Biz falan hastane, filan yer diye kendi aramızda konuşuyorduk ki onların hepsinin "bebek dostu hastane" olduğunu öğrendik.
* Destek- doktor, ebe, psikolog desteğinin doğumdaki önemini konuştuk.
* Bu tip eğitimlerin neden önemli olduğunu konuştuk. Evet bizden önce anneannelerimiz doğururken böyle eğitimler yoktu ve onlar bu eğitimler olmadan doğurdular ama bizim dönemimizdeki pek çok anne/anne adayı normal doğuma ait pek çok olumsuz hikaye ile dolular/ dolduruldular! Bilgi, korkunun panzehiri- ne kadar doğru bilgilenirsek korkularımızdan o derece arınmamız mümkün. Eğitimler bizi ve baba adayını güçlendiriyor ve konuya dahil olmamızı sağlıyor.Eğitimler sayesinde doğum tercihlerimizi, haklarımızı öğreniyoruz ve otonomimiz artıyor. Doktorumuz ile nasıl doğru iletişim kurabileceğimizi öğreniyoruz. İlaç dışı rahatlatıcı teknikleri de öğrenme fırsatı ediniyoruz. Ve hepsinin sonucunda da normal doğumumuz keşkesiz bir doğum haline geliyor...

Aslında 2-3 saatlik sohbeti burada özetlemeye çalışınca çok başarılı olamadım farkındayım. Çünkü ortamdaki duyguları, konuşulan keşkeleri, yaşanmışlıkları, yaşanamamışlıkları buraya birebir yansıtmam mümkün değil. Ben Mert'i sorularımı sorup, yanıtlarımı alabildiğim, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında sürekli bilgilendirilerek, oldukça huzurlu ve kendi istediğim şekilde olan bir ortamda normal doğum ile doğurdum. Yani aslında benim ilk doğumuma ait öyle pek bir keşke durumum yok; ve şu anki hamileliğimin de bir önceki gibi normal doğumla sonuçlanmasını istiyorum. Ancak olur da şartlar izin vermez ve doğum sırasında müdahale gerekirse bunun dünyanın sonu olmadığını duymak da bana iyi geldi.

Tüm sohbetten aklımda kalan en temel çıktı da şu oldu: "Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsanız doğumunuzu da öyle yapıyorsunuz aslında". Ben normal doğum konusunda kendi içimde çok netim; doğanın düzeni bu biz niye düzeni bozalım ki diye düşünüyorum ama  ben bunu doğum dışında pek çok farklı konuda da böyle düşünüyorum aslında. Ve böyle düşündüğüm için de normal doğum bana sağlıklı,doğal, "normal" olanmış gibi geliyor... Ha bunun dışında "ben normal doğum asla yapmam,sezeryan (bu konuda da Dr Hakan Çoker'in anlamlı bir yazısı var web sitelerinde) yaparım bu da benim tercihim" diyen kişiye de kesinlikle kendi doğrumu dikte ettirmeye çalışmıyorum. Ben doktor ya da sağlık çalışanı değilim o yüzden de kendi görüşlerimi çok çok uzatarak savunmak yerine merak edenleri bu konudaki profesyonel yazılara / kişilere yönlendirmeye çalışıyorum. İDA'nın web sitesi de bu konuda çok başarılı, tavsiye ediyorum:)))

Sevgiler, nokta:)))

30 Mart 2013 Cumartesi

son bir haftadan kısa kısa...

Mart ayı çok uzuuuun diyordum başında o da bitiyor... Mert'in okula başlama meselesi beni çok germiş; ne katı gıdaya geçmek, ne tuvalet eğitimi ne de emziği bırakmak.. Hiçbiri için bu kadar düşünmemişim içten içe(bu arada düşündüğümüz, içlendiğimiz, sıkıntı yaptığımız konular hayat boyu bunlarla sınırlı olur inşallah, Allah sağlık sorunları göstermesin)... Çocuklar anneyi zor bırakır, 0-3 yaş çocuğu anneyi kendine ait bir parça görür vs vs gibi yaklaşımlar var ya bence onları şöyle de değiştirebiliriz: anneler de çocukları zor bırakabilir, 0-3 yaş çocuğu olan bir anne çocuğu kendine ait bir parça gibi görebilir... Böyle yazınca çok hastalıklı bir şey yazmışım gibi geldi bana ama hemen şöyle düzelteyim: "eğer içlerine sinmeyen, gözlerine fazlasıyla batan bir durum varsa..." Ayın başındaki okul günlerimizle 2 hafta önce başlayan "yeni" okul günlerimiz arasında 180 derece fark olunca ben de bi' rahatladım, sakinleştim, güven duygum yerine geldi... Umarım böyle de devam eder...

Geçen hafta başında "anne ben neden okulda öğlen yemeği yemiyorum?" demesiyle Mert'in yarım güne geçişinin uygun olabileceğine karar verdik:) Salı gününden bu yana yarım gün okulluyuz, mutluyuz, gururluyuz:))

Tabii bu gelişmeyle birlikte ben de yapılmak için sırada bekleyen işlere odaklanmayı kendime görev edindim. Salı günü 24. hafta doktor kontrolüm vardı, merakla gittik, çok şükür her şey yolundaymış... Da ben biraz (!) irileşivermişim son 2 haftada!!! Bir iştah açıklığı, bir tatlı düşkünlüğü anlatamam!!  Ben ki hayat boyu iştahı açık ama öyle ballı tatlıya hiç merakı olmayan bir tiptim! Mert'e hamileyken sütlü tatlı dışında tatlı yiyemiyordum bile, şimdi alakası bile yok... "Ye ekşiyi doğur Ayşe'yi, ye tatlıyı doğur Hakkı'yı" bende tutmadı ey "her davranıştan cinsiyet yorumu yapan teyzeler":)))  Doktorumun tatlı uyarısı ve şeker yükleme sonrası değerlerim yüksek çıkarsa diyete girmek durumunda kalacak olmam beni endişelendirmedi desem yalan olur... Ama neyse ki şeker yüklemesinde normal sınırlarda çıktım ve büyüyerek, ortada dolaşan göbeğimle 25. haftaya geldim:)) Tabii son 2 haftada 2 kilo almamla birlikte vücudum da ağırlaşmaya tepki vermeye başladı, sanki uzun süredir spor yapmayan birinin ağır spor yapması sonucu tüm kaslarının ağrıması gibi bacak ağrıları başladı... Neyse ben de bu haftadan itibaren düzenli yürüyüşlerime başlıyorum ve kendime gelmeyi umuyorum:)) Zaten Kerem'in kilo almamla ilgili yorumu açılan iştahımdan ziyade Mert'le çok hareketli olan günlük hayatımızın son bir aydır okul meselesi nedeniyle daha durağanlaşması (en azından benim açımdan)... Tekrar hareketli hayatıma(!) geri dönüyorum öyleyse:)))

25. hafta oldu bebekle ilgili hiçbir hazırlığa başlamadık. Gerçi Mert'te de bu zamanlarda oda işini planlamaya başlamıştık. İkinci hamilelik olunca daha da sakin oluyor insan... Nasıl olsa uyuyacak bir yeri olacak, nasıl olsa bir şekilde ayarlanacak düşüncesi hakim oluyor... Oda konusu benim için "nasıl olsa hallolur" sınıfında bir konu iken hafta içi (şu anda 35 haftalık hamile olan) çok yakın arkadaşımın bebeği için oda takımı eve gelinceve  evin nasıl düzene girebildiğini görünce ben de konuyu bu hafta ele almaya karar verdim. Oda konusunda çok seçenek varmış gibi duruyor ama bence sadece dükkanların isimleri değişik ve kullandıkları malzemeden dolayı kalite farkı var. Tasarımda ya da kullanımda farklılaşma diye bir şey yok bizim ülkemizde... Bu farklılaşma olmayınca biz de kalite üzerine odaklandık biraz daha.. Mert'in odasını alırken o kadar detaylı incelememiştik, bilgimiz de yoktu zaten... Önemli olan güzel bir görüntü sağlamaktı... Ancak kullandıkça gördük ki yeğenimin 10 yıllık odası bizim 3 yıllık odadan daha sağlam... Bu da bize kullanılan malzemedeki farkı farkettirdi. Biz de şimdi yeğenimin oda takımının değişmesini fırsat bilip (artık büyüdüğü için odasının değişmesini istiyor;yoksa bence bi' 10 yıl daha odası aynı sağlamlıkta kalır:)) onun takımını boyattırarak kendi zevkimize göre kullanmayı planlıyoruz. Bakalım sonuç nasıl olacak; merakla bekliyorum...

25 Mart 2013 Pazartesi

evet Mert'e kardeşi olacağını söyledik :))

Geçen hafta okul serüvenimiz nisbeten olumlu geçince sıra gündemimizdeki diğer konuya geldi. Mert'e bebek haberini vermek üzere Kerem'in de benim de evde olduğumuz ve bir yere yetişme telaşımızın olmadığı pazar gününü seçtik. Hamileliğimin 24. haftasından daha geç bir zamana kalsaydık en sonunda Mert "benim annem neden top gibi yuvarlanmaya başladı" diyebilirdi:))) Ben yine öncesinde bir yerlerde bir şeyler okumaya çalıştım ama kardeş haberi vermekle ilgili çok detay bir şeyler bulamadım. Genelde yazılanlar bebek doğduğunda anne babanın neler yapması nasıl davranması ile ilgiliydi. Haber verme süreci ile ilgili olarak da her okuduğum yerde ortak nokta "kısa ve net açıklamalar yapmak ve çocuğun soracağı soruları yine açık ve net yanıtlamak kafa karışıklığına imkan vermemek"ti. Bu hafta içinde önce SlingoMom'da okuduğum "kardeş haberi vermek" başlığı altındaki iki kitabı aldım Mert'e: Marsık Yayınları'ndan "Bebek" ve "Vücudumuz"...Bayağı ilgilendi Mert buradaki resimlerle... Mert'e dün bebeği söyledikten sonra da sorduğu sorulara kitaptaki resimleri hatırlatarak yanıt verebiliyor olmak da beni oldukça rahatlattı:)

 
Diğer yandan da kendimi ileriye dönük hazırlamak üzere Blogcu Anne'de karşıma çıkan "Siblings Without Rivalry" kitabını kısa kısa okumaya başladım. Bu kitapla ilgili kendimce notlarımı bir ara yine buraya yazmayı planlıyorum.

Gelelim haberi Mert'le nasıl paylaştık konusuna: Mert'e kısa ve öz olarak benim karnımda bir bebek olduğunu ve (inşallah bir aksilik olmazsa) yazın çok sıcak havalar başladığında kardeşinin bizimle olacağını söyledik. Çok şaşırdı, hatta bizi bayağı gülümseten bir şekilde "karnında bir bebek olduğunu hiç bilmiyordum!!" dedi tüm saflığıyla:)) karnımı ellemek istedi, bebeği görüp göremeyeceğini, bebeğin onu duyup duyamayacağını ve bilumum pek çok soru sordu. Hatta dün gün içinde aklına geldikçe farklı farklı noktalardan kardeş/ bebek konusunda sorular sordu ya da yorumlar yaptı. Hatta en hoşuma giden yorumlarından biri dün akşam üstü caddede yürürken geldi:"Anne ben şimdi bu gri pusetime biniyorum ya..." Ben: "eveeeet??" Mert: "kardeşim doğduğu zaman o da sarı pusetime binebilir..." Evet biliyorum bebek geldiği ve Mert gerçek hayatı yaşamaya başladığı zaman paylaşımla ilgili pek çok yaklaşımı değişebilir ama ben bu ve buna benzer cümleleri duydukça mutluluktan ağlayasım geliyor:)) Bebeğin doğacağı zamanı nasıl anlayacağımızı sordu ben de ona daha önce de anlattığımız kendi doğuma gitme hikayesini anlattım: bebek anne karnının dışında yaşayacak kadar büyüdüğünde ve anne karnına sığmadığında dışarı çıkmak isteyecek ve ben de doktorun yardımıyla onu dünyaya getireceğim. O da bana "bu sefer arabayla gitme ambulansla git" dedi, neden diye sorunca ambulanslar daha hızlı gidebilir çünkü diyerek yine bizi dumura uğratan bir cevap verdi. Kendince kafasında neler düşünüyor, neler kuruyor çok merak ediyorum. Bakalım günler geçtikçe ne gibi yorumlar gelecek daha:))

Arada bebeğin ilk doğduğu zaman çok küçük olacağını, kendisi ile biraz büyüyene kadar oyun oynayamayacağını, belki uyumasının zor olabileceğini ve ağlayabileceğini de söylüyorum sorduğu sorularla bağlantılı olarak... O da bana/bize farkındayım tonunda "biliyorum" diyor... Çevremizde bu ara çok fazla bebek görmenin faydası bu sanırım:))

24 Mart 2013 Pazar

okula alışma sürecinde son gelişmeler...

Mert'in okul süreci ile ilgili 2 haftadır hiçbir şey yazmadım, çünkü okulun ilk haftasının sonunda kafamdaki karışıklık ikinci haftada bazı kararlar almamıza ve uygulamamıza, 3. haftada ise bu kararın doğruluğunu test etmemize neden oldu... Şöyle ki: ilk haftanın sonunda okula gitme fikrine nisbeten alışmaya başlayan ancak benden ayrılmayı kesinlikle kabul etmeyen bir Mert vardı... Ben sınıfına gelmemekte direndikçe o kendince bir oyun arkadaşı buldu ve okulun psikologu ve müdürü olan, benim de kendisinin de sevdiği "öğretmen"i kitlemeye başladı. Sadece onunla sınıfa giriyor, onunla bahçeye çıkıyor, onunla yemek yiyor durumuna gelmişti. Okul müdürünün bir veli görüşmesi ya da ofisinde bir işi olduğu zamanlarda da bizimki kıyameti koparıyordu!!Bu birkaç günlük süreçte ben Mert'i okulda tek başına bırakamadım, ama yanına da gitmedim; tüm süreci "fazlasıyla" yakından gözlemleyince aslında kendi sınıf öğretmeninin ne yazık ki duruma kesinlikle müdahale edemediğini, daha doğrusu küçük yaş grubunun her birinin kendince önemli önceliklerine yetişemediğini gördüm. Bu durumda da süreci uzatmanın hiçbir yararı olmadığını düşünerek, Mert'i 2. haftanın sonunda ilk anaokulu maceramızın geçtiği yerden alıp aslında anaokulu araştırma süreci başlamadan önce geçen seneden beri evimizin dibinde olduğu ve çevremde birkaç aileden olumlu sözler duyduğum için aklımda olan anaokuluna götürdüm.

Anaokulu maceramızın 3. haftası burada devam etti. Kısaca şöyle özetleyeyim: birinci gün orada olmamız gereken saatte okula gittiğimizde sınıf öğretmeni Mert'i bahçede karşıladı, bahçeye onun ilgisini çekebilecek birkaç oyun getirdi; sonra Mert'in bana olan bağlılığını görünce okul müdürüyle de bana bilgi verip Mert'i direkt sınıfa aldılar. Mert yaklaşık 1 dakikalık ağlama süreci sonunda benim de ara ara sınıfta onu izlediğim kadarı ile öğretmeniyle (ama diğer çocuklarla değil) 1.5 saat kadar oyun oynadı. İlk gün ikindi kahvaltısına gitmedi ama onun da sebebini sonra evde öğrendim. Öğretmeni ona "biz diğer çocuklarla kahvaltıya ineceğiz, sen de bizimle gelmek ister misin?" diye sormuş bizimki de "istemem" diyince ilk gün için 1.5 saatin de yeterli olacağını düşünerek Mert'i bana  teslim ettiler. Okuldan çıkınca Mert bana "anne ben diğer çocuklarla kahvaltıya gitmek istemedim." dedi. Ben de "tamam oğlum olabilir" dedim. Okul müdürünün tembihlemesi sonucu çok fazla "neden" sorusu sorup Mert'i sorguluyormuşum gibi olmayacaktım. Ben "neden" diye sormasam da Mert'in isterse zaten pek çok şeyi anlatacağını söylemişti okul müdürü, gerçekten de öyle oldu. "Çünkü bugün biz seninle kahvaltı ettik o yüzden bir daha etmek istemedim." diyince yüzümde büyük bir gülümseme belirdi. Mert'e sabah ve ikindi kahvaltısının farklı öğünler olduğunu anlattım, isterse ertesi gün ikindi kahvaltısına katılabileceğini söyledim.

2., 3. ve 4. gün ben yine okuldaydım; sadece benden ayrılırken ağladı, 2-2.5 saat arası sınıfında ve bahçede oyun oynadı, ikindi kahvaltısına katıldı, çıktığında da keyfi yerinde gözüküyordu. Cuma günü okula girerken elimi bıraktı, öğretmeni ile içeri girdi ve bana el salladı. Okul müdürü de aradan bana "isterseniz bugün beklemeyebilirsiniz, istediğinizde gelip alabilirsiniz; aksi bir şey olursa ben sizi ararım." dedi :))) O 2.5 saat bana 1 gün gibi geldi, kendimce ne çok iş sığdırdım o araya anlatamam:))

Bundan sonra nasıl ilerleriz, geri dönüşlerimiz olur mu zaman gösterecek tabii... Ama bu süreçte şunu gördüm: bu okul iyi, şu okul kötü diyemem ama her annenin ve çocuğun karakterine, iletişimine uygun okul  bulmak kilit olan konu ve benim daha önce anaokulu arama süreci ile ilgili yazdığım yazıdaki öncelik listemde baş sırada olduğu gibi öğretmen en en en önemli madde. Yani öğretmen ne kadar yetkinse, çocuk gözünde ne kadar çekici ise anne o kadar gözü arkada kalmadan çocuğu teslim edebiliyor, çocuk da öğretmeninin peşine düşebiliyor...

Son 1 haftalık süreçte ben yorgun değilim, kafam daha önceki 2 hafta kadar sorgulamalar içinde değil; Mert de (benden de mutlaka etkileniyordur) okul fikrini daha benimsemiş ve sevmiş gözüküyor, evde sürekli öğretmenini anlatıyor, şimdilik çok sık olmasa da arada sınıftaki arkadaşları ile ilgili kısa bilgiler veriyor, okuldan onu alınca mutlaka yarım saat bahçede oynamak istiyor:)))

Yarın yeni bir hafta başlıyor, bakalım neler yaşayacağız...

18 Mart 2013 Pazartesi

Psikolog Nilüfer Devecigil'den"oyunumu istiyorum" semineri notları

 Şu mart ayı anne eğitimleri,seminerleri ve workshopları açısından bayağı zengin; 2 haftadır Mert'in doğum günü ve bir takım işler sebebiyle katılamadığım ve üzüldüğüm anne aktiviteleri sonrası bugün yapılacağını öğrendiğim Psikolog Nilüfer Devecigil'in konuşmacı olacağı "oyunumu istiyorum" seminerini kaçırmak istemedim. Hatta online katılım imkanının da mevcut olduğu seminere aman 2 adımlık yol, evde kalırsam çok bölünebilirim diye düşünerek hem beynen hem fiziken katılmış oldum...

Konu başlığı "oyun" olunca konu benim için ekstra ilgi çekici oldu... Genel olarak Mert ile sürekli konuşan, sohbet eden, birlikte gezen, mutfakta paylaşımları olan bir anne olmama rağmen süper oyunbaz bir anne değilim ya da şöyle diyeyim"her konuyu anında oyuna çevirebilirim" diyenlerden değilim. Bazen de evde zaten bu yeteneğe sahip bir baba var,anne böyle olmasa da olur herhalde diyerek (belki) kolaya da kaçıyorum...



Neyse... yukarıdaki düşüncelerimi doğrulamak, hatalıysa hatalarımı düzeltmek, kendimi bukonuda geliştirmem mümkünse geliştirmek gibi düşüncelerle seminere katıldım. İyi ki de katılmışım:)

Geçen ay katıldığım "sınır koyma & kuralları belirleme" seminerinde olduğu gibi bugünkü konuşma da geçmişte kalan bizim çocukluğumuzla şimdiki çocukluk arasındaki farkla başladı: eskiden biz sokakta oynama imkanına sahipken şimdiki çocuklar oyun denilince ekran oyunlarını anlıyorlar maalesef. Bu nedenle de bizim çocuklarımızla tüm gücü ve oyun düzenini onlara bırakarak oyun oynamamız çok büyük değer ve önem taşıyor.

Oyun demek...

Nilüfer Hanım ilk olarak "regulasyon" kelimesi ile başladı konuşmasına. Elektrik akımı normalden az ya da fazla geldiğinde eskiden nasıl regülatör denilen alet elektriği olması gerekn seviyeye getiriyordu. Oyun da çocuğun düşük ya da yüksek olan stresini düzenleyip normal seviyeye getiriyor. Hatta burada Nilüfer Hanım genelde sakinleşme ihtiyacı olan/ aşırı uyarılmış çocuğu regüle etmek gerekir diye düşünülür, sakin sakin oturan çocuğun da uyarılarak regüle edilmesi gerektiği pek akla gelmeyebilir diyerek aşırı sakin çocuğun da regüle edilmeye ihtiyacı olduğunun altını çizdi.

Benim bugünden aklımda oyun ile ilgili şu tanımlar kaldı:
* oyun, çocuk için bir çeşit regülatör.
* oyun, gündelik hayattan sıyrılmak için bir fırsat.
* oyun, ilişki ve iletişimin önemli bir parçası.

Duyguları anlamak çok önemli

İlişki ve iletişimin önemli bir parçasıymış çünkü çocuk ilk 3 yıl tamamen sağ beyinle yaşıyor yani varlığı tamamen duyguları üzerine... Sol beyin bu dönemde "yapım aşamasında". Bu nedenle de anne baba olarak bizler çocuğumuzun duygularını anlar halde olmalıymışız... Bir durum karşısında uzun uzadıya açıklamaya girmemizden ziyade onun duygularını anlamaya çalışmamız gerekirmiş... Örneğin "işe gidiyorum, çünkü para kazanmam gerek, para kazanıp sana oyuncak, yiyecek vs vs alacağım"gibi bir açıklamayı yapmamızın çocuğun dünyasında pek bir anlamı yokmuş... Oyun sırasında bizi çocuk,kendisini işe giden anne/baba rolüne soktuğunda, rol gereği anne/baba olan çocuğumuz "ben işe gidiyorum" dediğinde biz rol gereği çocuk olarak (ama aslında gerçek hayattaki anne/baba olarak) mesaj verme odaklı "tamam git,bye bye" demek yerine bir anda "gitmeeee" diyerek ağlamaya başlarsak çocuğumuzun nasıl şok olacağını görebilirmişiz... Büyük olasılıkla şaşıran çocuk böyle bir duruma gülecek, keyif alacak "bir daha yap!" diye tepki verecektir. Bu oyun sırasında da annenin ya da babanın kendisinin gerçekteki duygusunu yansıtır şekilde davranması anlaşıldığını  hissetmesine neden olabilir.

Çocuklarımız ağladığı zaman ihtiyacı olduğunu gözlemliyorsak ona sarılıp "seni anlıyorum" demek bile yeterli, daha fazlasına gerek olmayabilir. Tabii gerçekten onu anlıyorsak böyle yapmamız bir anlam ifade ediyor yoksa altı boş kalabilir bunu da çocuklar hemen anlıyorlar zaten...

Bir de "gözümün içine baka baka yapma dediğim şeyi yapıyor" dediğimiz şeyler var. Nilüfer Hanım'a göre bunların hiçbirisi bizi çıldırtmak için yapılan şeyler değil. Bizim anne/baba olarak aynı konuda ona daha önce verdiğimiz muhtemelen abartılı tepkiden dolayı sınırını denemek için bu şekilde davranıyor olabilir. Abartılı tepki yerine yumuşak bir geçiş ile bu konuyu geçmemiz mümkün. Aslında biz ne kadar büyük tepkiler verirsek konuyuo kadar kalıcı yapabiliyoruz...

Oyunun direktörü çocuk olmalı

Oyunun içindeki "güç"ün yani oyunun direktörünün çocuk olmasına izin vermek bir diğer kilit nokta. Çocuk, kendi yazdığı ve yönettiği oyunda anne/babaya ne rol verirse biz de onu oynarız. Oyunda anne/baba olarak bize istemediğimiz bir şey yaptırmaya zorluyorsa bizim ağlama rolü yapmamız bir seçenek olabilir. Ağlamamıza karşılık olarak çocuğun hoşuna gider ve bize "bir daha yap" derse bilelim ki orada çocuğun kendisi ile ilgili bir şey yakaladık. İletişim ve ilişki için önemli bir noktadayız...

Yaratıcı ebeveyn olmak neden önemli

Nilüfer Hanım'ın anlattıkları arasında özellikle aklımda kalan ve dinlerken de gülümsediğim bir konu daha var: çocuklar sınırlarını zorlamak isterler, nereye kadar gidebileceklerini bilmek isterler. Örneğin okulda bir çocuktan duyduğu "b.k" kelimesini eve gelince bin kez söyleyip bizi ve ne söyleyeceğimizi sınamak isteyebilirler. Biz de bu kelimeyi duymaktan çok rahatsız oluyor olabiliriz. "söyleme" dediğimizde daha çok söyleyeceği ve bu konuda dikkat çekici olacağımız neredeyse kesin... oysaki Nilüfer Hanım'a göre yaratıcı olup çocuğumuza "bana her şeyi de ama esas koko deme" gibi bir cümle kurarsak dikkatini diğer kelimeden uzaklaştırmamız ve eğlenceli olmamız daha mümkün gözüküyor.

Oynarken sıkılıyorsak...

Benim bu 2 saatlik sohbetten aklımda kalan bir diğer önemli nokta ise şu oldu: çocukluğunda kendisi ile oynanmış ebeveyn çocuğuyla çok kolay bir şekilde oyun kurabilirken,çocukluğunda kendisi ile (çok) oynanmamış ebeveyn kendi çocuğu ile oyun kurmakta zorlanabiliyor ya da oynamaktan sıkılabiliyormuş... Sıkıldığınız an duygularınızı bastırmayın dedi Nilüfer Hanım, kendinize 15 dakika oyun oynayacağım ve kendimi bir laboratuvar ortamındaymış gibi gözlemleyeceğim diyebilirsiniz ve gerçekten de kendinize ne oluyor onunla yüzleşin... Bu süreçte kendi duygularımızı anlamaya çalışmamız aslında çocuğumuzun duygularını anlamamızı kolaylaştırabilirmiş... Bu arada Nilüfer Hanım'dan iyi bir haber de aldık: çocuğumuzla keyifli bir oyun süreci geçirmek, oyun oynamayı öğrenmemiz mümkünmüş:))

itiş kakış oyunları

Genelde babalar ve erkek çocukları arasında sıklıkla olan güreş ve benzeri fiziksel oyunların çocukların gelişiminde önemli paya sahip olan oyunlar olduğunu dinleyince çok şaşırmadım açıkçası.. Bu itiş kakış oyunları önemli ölçüde stres atıcı aktiviteler olmasının yanısıra çocuğun matematiksel zekasına katkı yapan,bir adım sonrasını planlamasına yardımcı olan aktivitelermiş aynı zamanda. itiş kakış, güreş, kovalamaca tipi oyunlarda tek sınırınız "gıdıklamama" olsun "çocuklarınızın sınırlarına müdahale etmeyin,  çocuğunuza saygı gösterin" dedi Nilüfer Hanım.

oyun önerileri

* anne baba çocuk emekleme pozisyonuna geçip birbirini yakalamaya çalışır,yakalamaya çalışırken kim kimin çorabını çıkaracak? - bu oyunu oynarken kıkırdamayacak çocuk olmaz sanırım:))
* çok uyarılmış birçocuğu sakinleştirmek için- çocuğunuzu kucağınıza oturtun,birbirinize makyaj yapma/ traş etme oyunu oynayın. Böylece gözgöze olunacak, birbirine dokunma fırsatının olacağı
regülatör özelliği olan bir oyun oynamak mümkün.
* En iyi oyuncak ANNE/BABA
*Oyuncak alacaksak olabildiğince basit olanları tercih etmemiz elzem. %90 çocuğun kendisini katabileceği, %10 oyuncak mantığıyla hareket etmek gerek

birkaç öneri

- anne/baba olarak konuşmalarımızdan "AMA"yı kaldırmak. "Seni anlıyorum AMA evden çıkmamız lazım" dediğimizde AMA'dan öncesini çöpe atıyormuşuz.
- Çocuklarımızla bu yaşlarda yaşadığımız zor anların her biri birer fırsat, şu an yanımızdalar ve onları olumlu şekilde şekillendirmemiz ve duygularını anlamamız mümkün... 15-16 yaşında yanımızda olmayacaklar... Duygularının anlaşılmadığını düşünen çocuk 15-16 yaşında kendisini anladığını düşündüğü (olumlu ya da olumsuz )kişilere daha kolay yönlenebilirler.

Aklımda kalanlar, aldığım notlar bugünden bunlar... En başta seminere giderkenki merakım üzerine de içim rahatladı: mutfakta birlikte bir şeyler üretmemiz, gezmemiz, arabada şarkı söylememiz her biri iletişim ve ilişki sürecinin bir parçasıymış,bunu da uzmanından dinlemiş oldum:))

İnternet annelerine organizasyon, Psk Nilüfer Devecigil'e de konuşması için ben kendi adıma çok teşekkür ederim:)